Türkiye derin bir değişim süreci yaşıyor. Sistem hantallıktan ve kamburlarından sıyrılma mücadelesinde. İktidar algısı, yönetme ve yönetilme olguları sarsılıyor. Korkutulan halklar ve sivil idareciler 'sorgulama yetisini' kazanıyorlar. Onlarca yıldır birikmiş sorunların cesaretle konuşulduğu zeminlerin sayısı gittikçe artıyor. Sükut eden, boyun eğen değil, itiraz eden bir toplumsal yapı -her şeye rağmen- inşa ediyor kendini. Toplumsal dinamikler işlerken, bu pozitif sürece
karşı duranlar da var; kimi zaman içeriden, kimi zamanda dışarıdan provoke ediyorlar. Onları sivil-silahlı bürokrasinin içinde de, üniversitelerde de, medyada da, sokaklarda da, hükümetin içinde de görmek mümkün. Değişime direnenler daha organize olduklarından sesleri gür çıkıyor. 20 yıldır devam eden anayasa sorununu çözüm çabaları her defasında akim bırakıldı. Oysa herkes biliyor ki, demokrasi ve özgürlükler rejimini önceleyen bir anayasa Türkiye'nin önünü açacak.
Biz bu işi, tartışmayı beceremiyoruz. 82 Anayasası yazıldığı andan itibaren yeni bir anayasa arayışı başlamıştı zaten. Anayasa üzerinde şu ana kadar 14 değişiklik yapıldı.
82 Anayasası toplumsal ihtiyaçlara, devlet ve toplum arasındaki dengeye yetmedi. 15 yıldır devletten farklı olarak çeşitli kesimler de anayasa taslakları hazırladılar. Bu sorun ve arayış 20 yıldır devam ediyor.
Yeni bir anayasaya ihtiyaç var, ama yöntem sorunu öncelikle çözülmeli idi. Şöyle ki; Mevcut anayasada daha fazla değişiklik yaparak mı, yeni bir anayasa yazılarak mı aşılmalı sorun? Bu konu yeterince tartışılıp net bir karar verilmediği için ortalık karıştı.
Bunda AKP ve hükümetinin payı büyük. Süreci iyi yönetemedi, 22 Temmuz seçim sürecinde toplumu böylesine köklü bir değişikliğe hazırlayamadı.
…
O çevrelerin yaklaşımlarını tam tahlil edebilme konumunda değilim ama bunların bir kısmı içeriğe, bir kısmı da yönteme itiraz ediyorlar…
Olabilir. Yöntemde hata yapılmasaydı bu tartışmalarının çoğu olmazdı. Bu hatanın da belli bir durma yeri vardı, ama hatalar devam etti... Başbakan'ın talebi üzerine taslak hazırlandı, iktidar "ortada bizim dediğimiz bir metin yok" dedi, "çalışıyoruz, merak etmeyin" dedi ama akıtma yöntemi sık kullanıldı. Sızan maddeler üzerine gazeteciler bize mikrofon tuttular "ne diyorsunuz" dediler. Hiçbir şey dememe seçeneğimiz, görüş beyan etmeme hakkımız yoktu. Bir şey diyorsunuz, o zamanda ortalıkta bir metin yokken "bu yorumlar da ne oluyor" diyorlar.
Bilinçli olarak neden olunmuş bir sorun var. Özbudun ekibinin taslağı AKP'ye 30 Ağustos'ta teslim edilmiş ama biz Ağustos boyunca yazılım sürecindeki metni tartıştık. Yani bu tartışmalar bir nevi sübap işlevi görmüş. Bu durum AKP'nin anayasa hedefine gölge düşürdü.
Sivil anayasa dendi, sonra geri adım atıldı, açıklanmadı, mesela vatandaşlık tanımı konusunda atılan olumlu adımın ne aşamada, bu konuda belirsizlik var. Ergun Özbudun heyeti "değiştirilemeyen maddeleri yeniden yazalım" dedi, AKP kurmayları ise bunlara dokunulmadığını açıkladılar. Yedi demokratik kitle örgütü hukuki destek istediler; bizde anayasal sürece dahil olmak istiyoruz dediler.
Biz henüz tekniği ne olmalı konusu üze-rine çalışıyoruz.
82 Anayasası olağanüstü koşullarda hazırlandığı için geridir. Otoriteye ağırlık verildi, güvenlik dendi, düzen dendi. Ama özgürlük rejimi çok dar tutuldu. 87'den beri yapılan değişiklikler hep özgürlüklerin önünü açma yönündeydi ama hep bir şikayetimiz oldu; MGK dışında devlet ke-simine dokunulamadığı için. Şimdi beklenirdi ki kurumlar dengesi sağlansın, özgürlükler alanı genişletilsin ama olmadı…
Kimlik ve türban konusundaki tavırları
Evet, toplumu geleceğe yönlendirme, hedef ve temennilerle sınırlı, anayasa 'toplum sözleşmesi' olma niteliğinde içeriğe sahip olmalı…
Birkaç aydan beri çapraz ateş altındayız. AKP'nin hatalı adımı ile "yeni bir anayasa istemeyiz" diyenlerin arasında kaldık. Biz diyoruz ki, ortaya çıkan metnin kim tarafından yazıldığına değil, metinde ne yazıldığına bakılmalı. Bu bir olgunluk meselesi… Ergun Özbudun'la ilgili çıkarılan dedikoduların da bu konuya karıştırılması çok çirkindir.
Bilemiyorum ama bir düzey düşüklüğü görüyorum. Bu konularda belden yukarıya çıkılması ve fikri tartışmaya ağırlık verilmesi gerekiyor.
Kutsal Türk devleti diye başlıyordu 82 Anayasası. Onun değişmesi için 13 sene beklemek zorunda kaldık. Devlet de, insan da kutsal değildir. Biz değerlere vurgu yapıyoruz. Hangi ilkeler üzerinden buluşacağımız önemli. O yüzden "anayasal yurttaşlık", "anayasal yurtseverlik" diyoruz.
Çalışmanın sonucu nereye varacak, muhatabı kim olacak buna heyet kara verecek.
Kürt sorunu ve terör çok önemli sorunlarımız. Ama mevcut tablo Türkiye'nin demokratik hedefini saptırmamalı, her şeye rağmen sorunlarımızı tartışabilmeliyiz. İki ay önce bu boyutta bir terör sorunu yoktu ve yine sorunlarımızı tartışamıyorduk.
Terörle mücadelede doğrudan anayasadan kaynaklanan bir sıkıntımız yok. Sorunun uluslararası boyutu var, bir de Kürt sorununa bütün olarak bakabilmede zaafımız var.
Hiçbir parti terör ve Kürt sorununa siyasal haklar ve kültürel haklar ayrımı yaparak yaklaşmıyor. Örneğin; insan, benim dilim Kürtçe diyorsa, resmi dil Türkçe'yi öğrenmesi kaydıyla dilini konuşabilmeli, bu konular üzerindeki katılıklar terk edilmeli.
Hazırladığımız raporda toplumsal tehlike bulmuşlar. Bu süreç büyük hayal kırıklıkları yarattı bende. Çalışmalarımın büyük kısmını insan hakları üzerinden sürdürmüş biri olarak sırf Türkiye'nin sorunlarından bir kısmı için çözüm önerdiğimizden bu muameleye tâbi tutulduk. Ülke açısından da bana derin bir acı verdi. Farklı düşünenler savcılığa mı sevk edilmeliydi, onlara Meclis kürsülerinden küfür mü edilmeliydi? Bu Kaboğlu-Oran davası değil, bir zihniyet davasıdır.
Azınlık sözcüğünü kullandık, "üst kimlik" ve "Türkiyelilik" kavramlarını önerdik. Mahkemede de söyledim; Anayasanın değişmez maddeleri arasında Türk değil, Türkiye devleti yazıyor. Burası Türkiye Cumhuriyeti, ben Türkiyeliyim aynı zamanda. Hapse koysanız da ben ülkemin adını değiştirmeyeceğim… Biz çözüm önerdik ama yargıçlarımızın çoğu çözümden yana değil. Burada azınlık yok, Türk densin isteniyor. AB'ci siyasilerde bize bu süreçte sahip çıkmadılar.
Basın açıklaması yaparken elinizdeki metin gasp edildi, yırtılıp atılmıştı. Bugün elinizde yırtılıp atılacak yeni bir şey var mı?
Başbakanlık binasında olmadığım için olmaz böyle bir şey. Hakim Bey dedim; burada rahat konuşabiliyorum, eminim ki savunma metnime birileri saldırıp yırtmayacaklar.
Koruma altındayım ama çağırmıyorum gerek kalmadıkça. Çünkü ülkemde korunma zorunda kalmak rahatsız ediyor beni.
Öyle… Mesela Hava Harp Okulu'nun açılışı, ya da teğmenlerin mezuniyet törenlerinde herkes orada, medya orada, Başbakan orada, Cumhurbaşkanı orada, ama biz Hukuk Fakültesi'nde -en iyi hukukçuları da mezun ettik- hiç kimse ilgilenmez. Bu nokta çok önemli. Bir hukuk fakültesi açılırken, mezun verirken kimsenin umurunda değil, askeri bir okul açılırken ya da mezun verirken gösterilen ilgi temel eğilimimizi yansıtıyor. YAŞ kararlarına şerh koyan hükümet üyeleri tam kadro orada yer alıyorlar. Başbakanlık İnsan Hakları Danışma Kurulu Başkanı olarak, ben İnsan Haklarından Sorumlu Başbakan Yardımcısı iken Sayın Gül'den 30 üyemiz adına randevu talep ettiğimde cevap bile alamıyordum. Bir toplantıda kendilerine "çalışamıyoruz, randevu bekliyoruz" dediğimde "talebinizden haberim yok" diyebilmişti. İnsan hakları bizim öncelikli sorunumuz olsaydı böyle olmazdık.
Saydamlığa ulaşılması için adım atıldı ve MGK yasası gözden geçirildi. Önemli sayılabilecek adımlardı ama iki nokta ihmal edildi. MGK'yı demokratik açıdan savunamıyoruz. Türkiye askeri geleneği güçlü bir ülke, bunu zaman içinde aşmalıyız. MGK'yı bir kamplaşma, hesaplaşma yeri olmaktan kurtarmalıyız.
Rejim üzerinden tartışmayı sürdürmek bazılarımızın kolayına geliyor. Aslında MGK daraltılmalı, kapsamı Milli Savunma olarak değiştirilmeli. Önemli sorunlar orada konuşulmalı; sonra ne Genelkurmay Başkanı ne Başbakan ne de Cumhurbaşkanı ulu orta konuşmamalı.
Özgürlükler bakımından başörtüsü üniversitelerde serbest olmalıdır. Bazı öğrenciler kapıda başörtülerini çıkarıyor, giderken takıyor. Bu da bir uzlaşma çözümüdür.
Rahatsız etmez olur mu…
Başörtüsü sorununu çözeceksek, bu kimin sorunu önce ona bakmak lazım. Özgürlük tekniği açısından bu yasak kişisel özgürlük ilkesine aykırı. Türkiye'de bu sorun politize edildiği için çözülemedi. Ayrıca bu bir anayasal sorun değil, siyasal sorun. Bir ortam yaratmalıydık ki, bunu AKP değil bir sol parti çözmeliydi.
Kim ne yaparsa yapsın sorumluluk iktidarındır. Anayasanın değiştirilmesine adım atmakla iyi yaptı ama kötü müdahale etti. Türkiye'nin 91 yılında girdiği anayasal umuttan sonra ilk kez yeni bir anayasa umudu doğmuştu. Şimdi yeniden beliren umudun söndürülmesinden endişe ederim.
Zedelendi. Kaçırmamak için herkesi dışlayan "ben bilirimci" yaklaşım terk edilmeli.
Özgürlükler rejimini önceleyen bir anayasanın, toplumun değişik kesimlerini, Kürtleri de bu sürece katmak kaydıyla sorunu çözmesi mümkün.