Kürt sorunu çok eski bir mesele. Uzun yıllardan beri Kürtçülük vardı ama terörizm yoktu. Fransa'da, İsveç'te bu konu Kürtler tarafından tartışılmıştı. Tek amaçları bir Kürt devleti kurmaktı. 2003 yılında Doğu Ergil başkanlığında benim de katıldığım Paris'te, İsviçre ve Belçika'da toplantılar gerçekleşti. Bu toplantılarda Kürt sorunu uluslararası platforma taşındı. Orada 'Türkiye'de Kürt meselesi diye bir sorun olmaması lazım. Tek sorun insan hakları ve demokrasi sorunudur yoksa Kürtler kendi dillerini zaten konuşuyorlar hatta mahkemelerde eğer Türkçe konuşamıyorsa tercüman getiriliyordu' dedim. Eniştem hâkimdi. O zamanlar daha lisedeydim. Mahkemeye çok sayıda Kürt vatandaş gelirdi. Çoğu da Türkçe bilmezdi. Tercümanlar vasıtasıyla savunmaları alınırdı. Bu durum 1980 darbesiyle biraz değişti tabii. Evren döneminde Kürtlere dair her şey yasaklandı. Ben de o zaman teşkilatta çalışıyordum. Dışişleri Bakanının istihbarat değerlendirme komisyonu vardı. Bu konu bir gün orada açıldı.
Büyükelçilerden biri 'Yurtdışında ne diyeceğiz? Bize 'Türkiye'de Kürtçe yasak mıdır, değil midir?' diye soruyorlar' dedi. Ben de 'Beyler, bu meselenin adını koyalım, şu anda Türkiye'de Kürtçe yasak. Bu kaldırılmadığı sürece de benzeri sorular sorulacak' şeklinde görüşümü belirttim. Komisyonda tartışmalar oldu sonunda kabul edildi ve yasak kaldırıldı. Tabii darbe sonrası Türkiye'nin durumunu bir düşünün şimdiki ortam yoktu. Kürtçe yasağı kaldırıldı, demokratik hakları verildi. Bugün Kürtlerin alabildiğine hakları, imkânları var.
1990'larda PKK gücünü kaybetmişken yeniden toplanmaya başladı. Bir tarafta Öcalan diğer tarafta Kürt halkı farklı beklentilerle karşımıza çıkıyorlardı. Bölge halkı istemese de baskı sonucu PKK'nın istediği şekilde hareket etmek durumunda kalıyordu. Mesela bugün olduğu gibi 'kepenkleri kapatın' deyince hemen kapatıyorlardı.
PKK savaşın bitmesini kolay kolay istemez çünkü büyük kazançları söz konusu. Çok güvenilir bir kaynaktan bugün 60 milyar dolar civarında ellerinde servet olduğunu öğrendim. Bu serveti Avrupa'da paşalar gibi harcıyorlar. Topladıkları haraçların haddi hesabı yok. Neden bu lüksten vazgeçmek istesinler? Bırakmak istemeyeceklerdir ama halkın desteklememesi halinde, yardım kesildiğinde o zaman işler değişecektir.
Öcalan'ın devlet başkanı olduğunu düşünün, Saddam'dan ne farkı olur? Öcalan teröristlerin başı ve keskin bir diktatör. Bu adam nasıl olur da bölge halkına hizmet eder? Bunu Kürt vatandaşlar da biliyor aslında. Kürt halkı artık barışı istiyor. Eğer devlet onlara gerçek anlamda sahip çıkarsa o zaman PKK'ya karşı dururlar. Kepenklerini de kapatmazlar, KCK mensuplarını da yüz vermezler.
Hakan Fidan astsubaylıktan ayrılmış ama iyi eğitim görmüş, kendini ispat etmiş çok başarılı bir isim. Genellikle de istihbarat birimlerinde çalıştığı için işini biliyor ve müzakere sürecini çok iyi yönetiyor. Ona açılan soruşturmaların arkasında da cemaat var. Fidan'ı sabote etmeye çalışsalar da hükümet bu sorunun üstesinden geldi. Şayet Fidan'ın yürüttüğü görüşmeler sabote edilmeze, çok rahat bu sorundan kurtulabileceğimize inanıyorum. CHP ile yapılacak olan görüşmelerin de önemli olacağını düşünüyorum.
CHP 'Biz desteklesek de, AK Parti bizi görmezden gelerek sorunu ben çözdüm diyecek' korkusu yaşıyor. En büyük endişesi bu.
Taner artık rahat yaşamak istiyor. Benim de tavrım aşağı yukarı onunkiyle aynı. Taner sanki kabahat işlemiş durumuna düşürüldü, 'PKK'lılar militan elbiseleriyle Türkiye'ye girdiler, bu nasıl olur?' şeklinde aleyhinde sayısız yazı çıktı. Bu eleştirilere kolay kolay tahammül edilemez. Esasında Emre Taner bugün Hakan Fidan'ın yaptığını gerçekleştirmek istemişti. Yaptıkları farklı değildi.
Taner'in uzmanlık alanı Kürtçülüktür ve gerçek bir uzmandır. Kürt sorununda okun yaydan çıktığını biliyordu. PKK'yı susturmanın diktatörlükle, silah zoruyla olmayacağını düşünüyordu. Fidan gibi o da barış ortamının sağlanması için müzakere yapılıp sorunun halledilmesinden yanaydı. Ama bunun için de bir numaralı şartı silahların bırakılmasıydı. Taner, Barzani ve Talabani ile de sıkça görüşürdü.
Öcalan'a Kandil ile anlaşmasını söylerdim. Çünkü Öcalan'ın sunduğu 9 şarttan sadece Kürt dilinin resmi dil olması şartı yerine getirilmedi. İmralı'nın istediği ama yerine getirilmeyen şart kalmadı gibi bir durum var ortada. Dolayısıyla bence Türkiye'nin vereceği fazla bir şey kalmadı.
Bundan 6 ay öncesine kadar evet böyle bir durum vardı. Ne zaman ki PKK Türk güçleri tarafından etkisiz hale getirilmeye başlandı, Kandil yüzünü yeniden İmralı'ya çevirdi. Yüzlerce terörist öldürüldü ve şimdi artık dağa çıkanlarda da ciddi anlamda azalma var.
Oslo görüşmeleri deşifre edilmemiş olsaydı bile sağlıklı bir sonuç çıkmazdı. Çünkü ortada somut bir sonuç yoktu sadece temenniler vardı. Ayrıca Öcalan'ın da istekleri doğrultusunda bu işin olup olmayacağı belli değildi çünkü PKK cephesi var. Fakat daha sonra hükümetin aldığı kararla gerçekleştirilen KCK operasyonları sorunun çözüleceğine dair bana büyük bir umut ışığı oldu. KCK operasyonları ile terör örgütü çok sayıda zayiat verdi ve en önemlisi bölge halkı onlara tepki vermeye başladı. Çünkü halka baskı yapan PKK'dan ziyade KCK'ydı. Bu nedenle ben artık yapılan görüşmelerden umutluyum.
PKK gücünü kaybedince silahlar bırakıldı demokratik bir ortama kavuşulacağı sanıldı. Ama PKK bu arada yeniden toparlanmaya başladı, Avrupa'ya taşındı. Bu ortamın oluşmasında MİT'in de, devletin de hatası var. Oysaki bugünkü gibi bir taraftan silahlı örgüt yola getirilip silahlar bırakılmaya zorlanmalıydı diğer taraftan da demokratik şartlar gerçekleştirilmeliydi.
Öcalan önemli bir aktör ama sorunun çözümünü bütünlük içinde düşünmek gerekir. Kandil ve BDP'yi de soruna dâhil etmek şart. Öcalan kaçırıldığında arkadaşlarıma 'beni öldürmeyin, size çok yardımım olur' demişti. Bundan sonra Öcalan'ın dağdakilere sözü geçmemeye başladı. Aktif hareketi desteklemezse kenara itileceğini düşündü ve ikili, üçlü oynamaya başladı. Sonra Oslo görüşmeleri başladı, tabii sağlıklı bir sonuç alınamadı.
Mehmet Eymür söyler tabii. Şaşırmadım. Çünkü ben onu teşkilatta görmek istemeyen kişiydim.
Kontrolü kaybetmişlerdi. Mesela Mehmet Eymür başa geldiğinde kendi şahsı için çalışmaya başladı.Teşkilatın tüm özel bilgilerini bilgisayarında toplamıştı. Bu bilgilerin hepsini Amerika'ya gittiğinde oradakilerle paylaştı. Amerika'da ona çok iyi baktılar. Bu kabul edebileceğim bir durum olamazdı. Özel bilgiler müsteşarla, müsteşar yardımcısıyla paylaşılmalıydı ama bu olmadı. Bülent Öztürkmen bu nedenle ayrıldı. Devlet içinde devlet olmaz.
Teşkilat içinde bazı yetkililer kendi inisiyatiflerini kullanarak geleneklere aykırı birtakım işler yapabiliyorlardı. Mesela Mehmet Eymür'ü Özer Çiller teşkilata soktu. Eymür onların adamıydı.
Sönmez Köksal'ı başa Demirel getirdi. Emre Taner ve ben müsteşar adayıydık. Teoman Koman ikimizin adını Özal'a vermişti. Benim müsteşar olma şansım daha fazlaydı çünkü Özal beni iyi tanırdı ama olmadı. Köksal'ı yaptılar. Onu karşılamaya gittiğimizde elimizi bile sıkmamıştı. İki sene beraber çalıştık ama hiçbir zaman yıldızımız barışmadı. Köksal teşkilatın geleneklerine hiçbir zaman uymadı.
Tanırım, konuşurum kendisiyle ama böyle bir beklenti içinde olduğum kesinlikle doğru değil.
Karadayı'nın bu olayları bilmemesini kabul edemem. Mümkün mü yani? Karadayı imzasını atmamıştır. Olay bundan ibaret bence. Yoksa Karadayı kötü bir insan değildir, umarım kurtulur.