Önce yanlışlardan başlayalım. İlki kutlamaların seferberlik olarak adlandırılarak alternatif haline getirilmesi son derece yanlış. Çünkü ortada seçimleri kazanarak iktidar olmuş bir hükümet var. Bu hükümete karşı seferberlik yürüyüşü yapmak demokratik hak olamaz. Ulus'ta düzenlenen yürüyüşün hem adı hem amacı hem de siyasal işlevi yanlıştı. İkinci yanlış da; AK Parti'nin bu yürüyüşü yasaklaması oldu. Yasaklama bir anlamda tepki yarattı ve olduğundan daha yoğun geçmesine yol açtı. Üstelik bu yürüyüş hakkında soruşturma açmak da başka bir yanlış.
CHP'nin kutlamanın adının seferberlik olduğu, AK Parti hükümetinin bitmesi, devrimin başlaması gibi hâlâ bir Kuvvai Milliye ruhunu hayata geçirmek isteyen bir girişimin parçası olması doğru değil. Elbette CHP'nin sokağa inmesi, gerçekten halkla tanışması çok olumlu ama Ulus'taki görüntüler böyle bir çabadan hayli uzak görüntülerdi. O gün yaşadıklarımızı izleyince tarih terse mi akıyor diye düşündüm.
İki nedenden dolayı. İlki AK Parti döneminde var olan gerilimlere rağmen cumhuriyet kutlamaları toplumdaki tüm farklılıkları içeren biçimde kutlanması. Hem gündüz hem de gece Cumhurbaşkanı'nın verdiği resepsiyonda bunu gördük. Toplumdaki tüm farklılıklar vardı. AK Parti'den BDP'ye, askerlerden bürokrasiye, azınlık temsilcilerinden dini liderlere kadar. Bu tablo özlediğimiz bir Türkiye tablosu idi. O tabloda tek eksik CHP'ydi.
Buna biraz eskiye giderek cevap vereyim. 1950 yıllarında Ulus gazetesinin attığı 'Florya plajına halk geldi, vatandaş denizden kaçtı' manşeti vardır. Bu manşet Türk modernleşmesinin ikili yapısını yani vatandaş/halk ayrımını çok net olarak ortaya koyuyordu. Buradan Cumhurbaşkanı resepsiyonuna gelmek istiyorum.
Halk vardı ve halk ilk defa tüm farklılıkları ile resepsiyona katıldı. Halk devletle barışırken, bu kez vatandaş sokağa indi. Yani 1950'de halk plaja geldiği için plajdan kaçan vatandaş; bu kez de halk Cumhurbaşkanlığı'ndaki resepsiyona gelince oradan kaçıp sokağa çıktı.
Vatandaşın halk, halkın vatandaş olduğu bir Türkiye'ye geldik. Bu değişimin üzerinde siyasilerin düşünmesi gerekiyor. Bu iki farklı Türkiye resminin, iki cumhur kavramının devam ettiğini gösteriyor.
Senin tanıdığın gibi ben de Oğuz Kaan Salıcı'yı tanıyorum. Salıcı'nın söylediklerini yadırgadım. Çünkü ondan beklemiyordum açıkçası. Bu sözler bana şunu gösterdi: CHP'nin içinde aktif olarak yer alınca partide var olan farklı eğilimler sizi olduğunuzdan farklı davranmaya itebiliyor. Bunu Salıcı dışında yakın arkadaşlarımızda da görebiliyoruz.
Bunlardan biri Genel Başkan Kemal Kılıçdaroğlu'nun seslendirdiği 'Yeni CHP', CHP'nin halka açılması, CHP'nin kendini dönüştürmesi arayışı. İkincisi ise Deniz Baykal döneminden gelen ulusalcı akım. Bu akımın parti içinde hâlâ güçlü bir damarı var. Şu anda Genel Başkan dahil parti yönetiminde bulunan herkes bu ikili yapı arasında sıkışıyor. Salıcı'nın sarfettiği sözler bu sıkışmanın bir sonucu. Sözlerimin arkasındayım açıklamasının yapıldığı salona baktığınızda iki CHP'yi görebiliyorsunuz. Bu ikili yapı aynı zamanda CHP için ölümcül bir hastalık, AK Parti için ise büyük bir siyasi avantajdır. Şunu söylemek yanlış olmayacakır. 29 Ekim'de ortaya çıkan görüntüler CHP'ye değil AK Parti'ye yaramıştır.
CHP içindeki bu ikili yapı sürdükçe, partinin AK Parti'ye rakip olma şansı yoktur. Çünkü CHP siyaseti AK Parti'ye karşı değil kendi içinde yapıyor.
CHP'nin yeni dönemde yapmak istediği her değişim hamlesine ilk muhalefet parti içinden geliyor. Alevilikle ilgili Hüseyin Aygün bir çıkış yaptığında ilk tepki CHP içinden geliyor. Kürt sorunu konusunda Genel Başkan bir inisiyatf kullandığında ilk eleştiri yardımcılardan geliyor. CHP önce kendi içindeki iktidar ilişkisini çözmek zorunda. Bu açıdan Kılıçdaroğlu'nunu esas rakibi Ulusalcı CHP'lilerdir. CHP'de ulusalcılıkta karar kılarsa bunu parti içinde Kılıçdaroğlu'dan daha iyi yapacak isimler var. Ulusalcı CHP'de Kılıçdaroğlu'nun lider kalması zor olur.
Ben öyle okuyorum. En basiti Kılıçdaroğlu, Temmuz ayında gerekirse Öcalan'la da görüşülebilir derken, parti sözcüsü Oslo notlarını açıklayarak, genel başkanını zorda bırakıyor. ör olduğu bir siyasal alan çıkarıyor karşımıza.
Ben BDP'yi Kürt sorununun çözülmesi konusunda önemsiyorum. Ben her zaman BDP'ye eleştiri yaptığımda BDP'nin sisteme kazanılması noktasında oldum. Onları önemsediğim için. Çünkü bu konuda gündem yaratma, sonuç alma potansiyelleri geçmişe oranla bu Meclis'te daha fazla idi. 12 Haziran seçimlerinde çıkan sonuç BDP'ye sorumluluk vermişti ama onlar bunu kullanmayı reddettiler. 14 Temmuz 2011'de saldırılarda sessiz kalarak, Meclis'i boykot ederek siyaset yapma şanslarını yok ettiler.
Sanırım PKK, BDP'nin Meclis'te siyaset yapmasını istemedi. BDP'nin Meclis'te güçlü siyasal muhalefet yapma şansı PKK'yı korkutmuş da olabilir. Sonuçta PKK'nın dediği oldu ve BDP'nin Meclis'teki varlığı işlevsiz hale geldi. Önüne siyaset yapma fırsatı her geldiğinde kendi dışında herkesi muhatap gösterdi. Kendisi hiç inisiyatif almadı.
Buradaki tavrı da apolitik. Ölüm oruçları konusunda siyasi inisiyatif alması gerekirken bunu yapmıyor. 'Öcalan Diyabakır'a gelsin' gibi gerçeklikle hiçbir bağı olmayan açıklamalar yapabiliyorlar.
İki temelsiz varsayımdan. İlki Arap Baharı'nın kendilerine alan açtığı düşüncesinden. İkincisi de Suriye'deki gelişmelerin kendilerine yarayacağından. Oysa bu iki gelişme asla PKK'ya, ne Irak'ta ne Suriye'de ne de Türkiye'de o şansı vermez. Şu anda dünya konjonktürü PKK'dan yana değil, Türkiye'den yana. PKK şiddeti seçerek kendisini uluslararası alanda da zayıflattı. Belki de PKK'yı korkutan başka bir neden var bölgede.
Bölgede siyasallaşırsam, sivil siyaset yaparsam AK Parti karşısında yenilgiye uğrayabilirim korkusu. Çünkü AK Parti Doğu ve Güneydoğu'da güçlü bir parti. Ve bu gücün karşısına PKK siyasi olarak çıkmaktan korkmuş olabilir. PKK bu yüzden silahı tercih etmiş, BDP'yi siyaseten işlevsizleştirmiş olabilir. Evet KCK soruşturmalarından yüzden 10 barajına, YSK'nın aldığı siyasi yasak kararından yargının seçilmiş milletvekillerini serbest bırakmamasına kadar pekçok konuda iktidarı eleştirdik ve eleştiriyoruz. Ama bunların hiçbiri PKK şiddetini ve bu şiddetin sivil siyaseti yok ettiği gerçeğini değiştirmez.
AK Parti'nin eksikliklerinden ziyade Türkiye'de siyasetin kurumsallaşamamasının yarattığı sorunlardan bahsetmek mümkün. Bu da sistemin denge ve denetleme ayaklarının eksikliği. AK Parti bugün sadece yüzde 50 oy aldığı için değil, hegemonik olarak da güçlü bir parti. Ama güçlü olmak her zaman daha iyi yönetmek anlamına gelmiyor. Ekonomi konusunda çok iyi ama Kürt sorununda hâlâ sorunlar var. Suriye konusunda ilkesel olarak doğru ama stratejik olarak yanlış adımlardan dolayı iyi bir yerde değiliz. Bütün bunların nedeni AK Parti'den çok güçlü bir denge ve denetleme sisteminin olmaması.
Bugün AK Parti'ye yönelik olarak yapılan sivil dikta, otoriterleşme, tek adam yönetimi gibi eleştirileri ben doğru bulmuyorum. AK Parti'nin bugün temel eksiği aşırı güçlü olmasının verdiği 'ben her şeyi tek başıma yapabilirim yanılgısı'. Bence sorun burada. Tabii birde zayıf muhalefet ve alternatifsiz olmanın getirdiği sorunda var.
Aynen. CHP'nin orta vadede AK Parti'yi sandıkta yenebilme şansı çok düşük. Ama bu Yeni CHP tartışmalarında CHP'nin Türkiye'ye yapacağı en büyük iyilik güçlü ve etkili bir muhalefet partisi olmak olabilir. Belki hedef böyle konulursa daha başarılı da olunabilir. Bu da Kılıçdaroğlu'nun bir tercih yapması ile mümkün ancak.
Dediğiniz gibi her kurultay Kemal Kılıçdaroğlu'nun parti içindeki liderliğini güçlendirdi. Ama hiçbir kurultayda oluşan PM ve MYK Kılıçdaroğlu'nun kendi belirlediği isimlerden oluşmadı. Son kurultayda bile PM ve MYK listesi Yeni CHP ile Ulusalcıların bir dengesinden oluşuyor.
Yeni CHP çok olumlu işler yapıyor. Yurt dışına açılıyor, AB sürecini takip ediyor, Sosyalist Ernternasyonal'e gidiyor. Tam bunlar olurken bir grup başkan vekili çıkıyor ve anti-AB'ci, anti-NATO'cu bir söylemi TV'lerde dillendirebiliyor. Haliyle bu CHP'ye kimse inanmıyor. Bu açıdan Kemal Kılıçdaroğlu hâlâ kendi çalışma ekibini kurabilmiş değil. Daha küçük gruplarla çalışıyor. Ama bu da yeterli olmuyor. İkinci olarak...
CHP ve Kılıçdaroğlu enerjisinin büyük bölümünü AK Parti'ye cevap vermeye harcıyor. Bu CHP'ye bir şey kazandırmaz. CHP'nin yapması gereken daha somut konularda; örneğin ekonomiye, örneğin çevreye, örneğin kentsel dönüşümye, örneğin AB sürecine, örneğin Kürt sorununa bakması ve bu alanlarda alternatif projeler üretmesi lazım. Bunu da yapmıyor çünkü partinin temel siyasi konularda kafası net değil.
Sanırım risk alamıyor. Türkiye'nin sosyolojik yapısına baktığımızda üçlü bir blok görüyoruz. Bir tarafta yüzde 50 oy ile sınıfsal, kültürel, sosyolojik bir AK Parti tabanı var. Diğer tarafta Kürt sorunu ekseninde politize olmuş bir BDP seçmeni var. Üçüncü blokta da CHP ve MHP seçmenleri var. Yeni CHP arayışlarının önündeki en büyük engel oylarının bir kısmını MHP'ye kaptırmamak. Kılıçdaroğlu'nun da en büyük ikilemi burada. Ama CHP'nin çok hızla radikal kararlar alması gerekiyor.
Ya MHP'ye rakip olacak, onun tabanından oy alabilecek kadar ulusalcı bir parti olacak ve AK Parti'ye karşı milliyetçi cephenin taşıyıcısı partisi olacak. Bu bir tercihtir. Böyle ikircikli olmak yerine tercih yapmak daha uygun olabilir. Ama bunun için Kılıçdaroğlu doğru bir isim değil. Çünkü bunu Baykal ya da onun ekolünden biri yapabilir.
Ben siyasi risk alarak AK Parti'ye karşı sorun (ekonomi, çevre, hak ve özgülükler, AB...) temelli alternatif politikalar geliştirecek ve hem tabanını dönüştürecek hem de bu tabanı genişletecek bir tercihte bulunacak. Bu da bir tercihtir. Kılıçdaroğlu bu ikisi arasında bir tercih yapamıyor. Ama risk almadan siyaset yapılmıyor. AK Parti 2001'de kurulurken böyle bir risk alarak büyüdü. Bir de şu var...
Risk almayarak var olan tabanı korumak. Sonuçta 2014'de yerel seçimler ve Cumhurbaşkanlığı seçimleri var. Kılıçdaroğlu bu seçimlere parti bütünlüğü açısından var olan tabanını koruyarak gitmek istiyor olabilir.