|

Köşesi alınınca siliniveren yazar olmak istemem

Köşe yazarlarının herhangi bir alanda uzman olması gerektiğini söyleyen Beşir Ayvazoğlu, “Köşeniz olmasa bile yazar olarak, fikir adamı olarak, bilim adamı olarak var olabilmelisiniz” diyor.

Emeti Saruhan
00:00 - 10/07/2011 Pazar
Güncelleme: 23:50 - 9/07/2011 Cumartesi
Yeni Şafak
Köşesi alınınca siliniveren yazar olmak istemem
Köşesi alınınca siliniveren yazar olmak istemem
Şair, gazeteci ve yazar Beşir Ayvazoğlu gençlik heyecanları ve okuduğu şiirlerin etkisiyle şair olmuş, daha 15 yaşındayken mahalli gazetelerde yazmaya başlamış, sevdiği yazarları araştırırken kendini biyografi yazarı olarak bulmuş. Şimdi bir yandan araştırmalarına ve kitaplarına devam ederken bir yandan da gazetedeki köşesinde geleneğimizin ve tarihimizin kodlarına yaslanarak gündemi değerlendiriyor. Yayın yönetmenliğini yaptığı Türk Edebiyatı Dergisi'ni arşiv değeri taşıyan bir dergi olarak çıkarmaya çabaladıklarını, son derece sınırlı imkanlarla çalıştıkları için arzuladıklarının asgarisi olduğunu söylüyor Ayvazoğlu. Yazdığı her biyografiyle kendini yeniden inşa eden Ayvazoğlu'yla İSAM'da görüştük.

Uzun bir gazetecilik geçmişiniz var. Daha lise yıllarınızda gazeteciliğe başlamışsınız...

Evet, ilk şiir ve yazılarım yayımlandığında on beş yaşındaydım. Şiir, hikâye, deneme yazıyordum. Ziya Bey Kütüphanesi'ni -ki çok zengin bir kütüphaneydi- keşfettikten sonra yazma heyecanım önüne geçilemez bir hal aldı. Dönemin ideolojik atmosferinin de etkisiyle cihazlanmak için çok ciddi şekilde okuyordum. Romanı, şiiri de aşarak fikri kitaplar, araştırmalar okumaya başlamıştım. O kitapları okurken birtakım yazılar yazmaya başladım. Yazdıklarımı bir gün haftalık, mahalli bir gazete olan Hizmet gazetesine götürdüm. Her hafta bir tanesi yayınlanmaya başlandı. Yıl 1968. 43 yıllık gazetecilik ve yazı geçmişim var.

Yazı hayatınıza şiirle başladınız. Şiir hayatınıza nasıl girdi?

Şiir bizde insan hayatına kaçınılmaz bir şekilde giriyor. Bırakın eskileri, halen yazıp çizenlerin biyografilerine bakın, çoğu edebiyata şiirle girmiştir. Kültürümüzün özünde şiir var; çok zengin bir şiir geleneğine sahibiz ve kendimizi şiir diliyle ifade etmeyi seviyoruz. Bir de şiir yazmak nedense kolay zannedilir. Tabii çocukluk ve ilk gençlik çağlarında yaşanan heyecanları, duygu yoğunluklarını da unutmamak gerekir.

ŞİİR ARANIRSA BULUNUR

Ama sonra şiiri bıraktınız...

Evet, bıraktım, ama edebiyat hayatımın önemli bir kısmında şair olarak tanındım. Birkaç şiir kitabım da var. Son olarak Kayıp Şiir adında bir şiir kitabı çıkardım, Everest Yayınları arasında yer aldı. Bu kitabı benim şiir hayatımın “hitamühü'l-misk”i sayabilirsiniz.

Ya tekrar gelirse şiir?

Şiir gelmez, aranırsa bulunur. Şiir geldi diyenlere de inanmayın.

Siz neden aramayı bıraktınız?

Sözünü ettiğim şiir kitabıma, Kayıp Şiir'e yazdığım önsözde şiirden ne anladığımı ve şiiri niçin bıraktığımı uzun uzun açıkladım. Öncelikle şunu söyleyebilirim; gazetecilik şiire çok uzak bir meslektir. Şiir kıskançtır, sadece kendisine bağlanmanızı ister. Katiyen ortak kabul etmez. Derhal ihanet eder. Ben de gazetecilik mesleğine 1985'te Tercüman gazetesinde Kültür-Sanat Servisi yönetici olarak dönünce hayatımın istikameti değişti. Aslında estetik vb. teorik meselelerle de uğraşıyordum. Gazetecilik beni şiirden ve teorik meselelerden kopardı, araştırmacılığa sevk etti.

Sizce köşe yazarlarının gazetecilik yapmış olması avantaj mıdır?

Elbette avantajdır; ama her konuda yazan köşe yazarı devri artık geçti. Hâlâ hiç bilmedikleri konularda bile çok biliyormuş gibi yazanlar var. Bazı konular var ki gazeteci olmak yetmez. Bir köşe yazarı -eskiden sütun yazarı denirdi- hukuki konularda yazıyorsa hukuk nosyonuna, ekonomi hakkında yazıyorsa ekonomi nosyonuna, edebiyat hakkında yazıyorsa edebiyat nosyonuna sahip olmalıdır. Sadece köşesiyle var olabilen, köşesi elinden alınınca siliniveren yazarlardan olmak istemem. Köşe yazarıysanız herhangi bir alanda uzmanlığınız olmalı. Herhangi bir gazetede köşe sahibi olmasanız bile, yazar olarak, fikir adamı olarak, bilim adamı olarak var olabilmelisiniz.

ARAŞTIRMA KAZI YAPMAKTIR

Edebiyat ve gazetecilik birbirini besler mi? Meclis'teki yemin sorununu kahve tarihimizle özdeşleştirerek anlatmıştınız geçtiğimiz günlerde.

Tarih biliyor, gündemi de dikkatle takip ediyor ve iyi okuyorsanız bağlantı kurmak zor değildir. Milli Saraylar Sanat Galerisi'nde açılan “Bir Fincan Kahve” sergisi vesilesiyle yazdığım ve kahve tarihinden söz ettiğim yazıda yemin boykotu meselesine değindim. Kültür tarihimizin bir meselesini ele aldığım bu yazıda aktüel bir meseleye de, tarihte yaşananlarla paralellik kurarak bir atıfta bulunmuştum, o kadar.

İyi bir araştırmacı olarak tanınıyorsunuz. Hangi kaynaklardan faydalanıyorsunuz araştırmalarınızda?

Araştırdığım konu hangi kaynaklara başvurmamı gerektiriyorsa, onlara... Kitaplar, süreli yayın koleksiyonları, muhtelif arşivler... Araştırdığınız konuların canlı şahitleri varsa onlarla da konuşmanız gerekir. Bazen küçücük bir bilgi kırıntısı için onlarca kaynağa bakmak, bir bilgiyi teyid etmek için kapı kapı dolaşmak zorunda kalabilirsiniz. Her bilgiye güvenilmez. Bu da ciddi bir mesai gerektiriyor. Meraklı olacaksınız. Çalakalem, nasılsa kimse bilmiyor diye yazamazsınız. Araştırma yapmak arkeolojik kazı yapmak gibidir. Çok da heyecan vericidir. Kazarsınız başka bir şey çıkar, kazarsınız daha başka bir şey çıkar.

İMİTASYONLARLA AVUNUYORUZ

Geleneğin içinin boşaltıldığını ve bunun da ciddi bir yozlaşmaya yol açtığını söylüyorsunuz. Estetik problemimiz de bundan mı kaynaklanıyor?

Geleneğin içinin boşaltıldığı bir gerçek. Kültürümüzle aramıza aşılamaz engeller konuldu. Geleneğin içinden gelen nesiller sahneden çekildikçe kültürümüzle aramızdaki mesafe de gittikçe açıldı. Kendi kültürümüz karşısında herhangi bir yabancıdan farksız durumdayız. Yarım yamalak öğrenilen bir dille o dilin arkasındaki kültüre nüfuz etmek mümkün değildir. Çok zaman, bu kültürün savunucuları bile farkında olmadan oryantalist klişeleri kullanıyorlar. Kültürümüzün dilini, sembollerini kaybettik, şifrelerini unuttuk. Süleymaniye'ye bakıp, “Kubbesi var, minaresi var. Demek ki cami yapmak için kubbe ve minare yapmak lazım” deyip onun formlarını içini boşaltarak, ruhunu yok ederek bugüne taşıyor, imitasyonlar yapıyoruz. Bu tam anlamıyla bir yozlaşmadır. Gelenek devam etseydi bugün cami yapanlar geleneği devam ettirecek, fakat ondan tamamen farklı bir şey yapıyor olacaklardı.

Bu gidişatı tersine çevirmek için ne yapılabilir?

O kültürü yeniden keşfetmek, kodlarını öğrenmek, şifrelerini çözmek, içinden kavrayıp bütün peşin hükümleri, oryantalist tasavvurları dışarıda tutarak ruhuna nüfuz etmek, ama içinde bulunduğunuz çağı da iyi okuyarak yeniden üretmenin yollarını aramak ve küreselleşmenin sunduğu imkânlarla dünyaya alternatif olarak sunmak. Bu elbette eski eserlerin kötü kopyalarını yaparak olmaz.


Mehmet Akif, Ahmet Haşim, Peyami Safa, Tarık Buğra gibi biyografi türünde çok sayıda eseri kültür dünyamıza kazandırdınız. Biyografi yazmaya nasıl başladınız?

Yayınevlerinden gelen talepler, gazetecilik tecessüsü, sevdiğim şahsiyetleri daha yakından tanıma arzusu... Bütün bunlar bir araya gelince kendimi biyografi yazarı olarak buldum. Yola biyografi yazarı olarak çıktığımı söyleyemem. Şartlar ve tesadüfler bazan insanı aklının ucundan bile geçirmediği yerlere götürebiliyor.

Biyografi yazmak size nasıl sayfalar açtı?

Düşün, bir insanı ele alıyor, onun hayatını taş taş, tuğla tuğla yeniden inşa ediyorsunuz. Bu, bir bakıma onun hayatının bütün gizli kapaklı köşelerini keşfetmek, mahremiyetine girmek, beyninin ve ruhunun dehlizlerinde dolaşıp şifrelerini çözmek demektir. Bir insanı anlamaya çalışırken aslında kendinizi de daha iyi tanımaya başlıyor, hatta kendinizi yeniden inşa ediyorsunuz. Şöyle de söyleyebilirim; biyografi yazarken, hem biyografisini yazdığım kişilerle, hem de kendimle hesaplaşıyorum. Tabii bu arada yeni bilgilere, belgelere ulaşıyor, saklanmış gerçekleri keşfediyor, tekrarlanıp duran hataları düzeltiyor ve hatta unutulmaya yüz tutmuş bir ismi yeniden gündeme taşıyarak kültür hayatımızda sürekliliğe katkıda bulunuyorsunuz. Bu çok zevkli, heyecan verici bir macera yaşamak gibi bir şey...

Sinemada kamerayla bir ayrıntıya zum yaparsınız, biyografi yazarlığı biraz böyledir. Biyografi genel tarih içinde bir noktaya zum yapmaktır. Tarihçinin birkaç cümleyle geçiverdiği şeyi zum yaparak başlı başına bir araştırma konusu haline getirirsiniz. Biyografi, genel tarihçinin farkına varmadığı, göremediği ayrıntıların tespit edildiği, doğru bilinerek sürekli tekrarlanan yanlışların düzeltildiği bir alandır. Biyografi yazarı yanlışı, eksiği bulur, yeni bilgiler ortaya çıkarır. Bir hayatı harf harf, cümle cümle yeniden inşa eder. Bu müthiş bir şeydir. Hele bir de yeni bilgiler elde etmişseniz, literatüre katkılarda bulunmuşsanız, onun zevki başkadır. Başkasının hayatını yazarken aslında kendinizi de yeniden inşa edersiniz.

Biyografisini yazdıklarınız arasında sizde en derin iz bırakan kim oldu?

Hepsinin ayrı bir derinliği var ama en çok hoşunuza giden kitap hangisi diye sorarsanız, Ahmet Haşim'in hayatını anlattığım Ömrüm Benim Bir Ateşti...


Edebiyata olan ilginiz çocukluktan beri gelen bir şey miydi yoksa aldığınız edebiyat eğitimiyle mi başladı?

İnsan edebiyat eğitimi almakla edebiyatçı olamaz. Belki edebiyatın teknisyeni, tarihçisi olabilir, ama şair, romancı, hikâyeci, kısacası edip olamaz, meğerki kendisinde kabiliyet olsun. Özel ilgileri varsa, başından beri hayata edebiyatçı olarak bakabiliyorsa edebiyatçı olur. Mizaç, bazı tesadüfler, arkadaş çevresi, aile, iyi bir Türkçe yahut edebiyat öğretmeni sizi edebiyata yöneltebilir. Güzel edebi eserlerle erkenden beslenme imkânı bulmuşsanız, zaman içinde beğendiğiniz, benimsediğiniz eserlere benzer metinler -şiirse şiir, hikâyeyse hikâye, denemeyse deneme- yazmak heves ve heyecanına kapılırsınız. Ama bunun geçici bir heves olmaması gerekir; sürekli beslenmek zorundasınız. Yazdıklarınızı ciddi bir şekilde kritikten geçirebilecek bir birikime ulaşabilirseniz, yani kendinizin acımasız eleştirmeni olabilirseniz zamanla okunabilir metinler yazabilecek hale gelirsiniz.

Aile ortamınız nasıldı bu anlamda?

Annemin edebiyata ilgisi şiir yazacak kadar ilerideydi. Bizim evde çocukluğumdan itibaren edebi metinlerin okunduğunu bilirim. Yunus Emre Divanı, Battalname, Ahmediye, Muhammediye, Müzekki'n-nüfus, Mevlid-i Şerif... Hatta bir yazma Yusuf ü Züleyha mesnevisi vardı. Annem uzun kış gecelerinde okurdu, ailece dinlerdik. Açıkçası, çocukluğum beni kültürümüzün geçmişiyle, gelenekle temasa geçiren bir ortamda geçti. Bunu çok önemsiyorum. Edebiyat mutlaka bir birikime dayanmak zorundadır. Hem edebi birikim, hem de bu birikimin ruhunu veren kültürün geçmişe doğru gittikçe derinleşen çok renkli zengin bir dünyası... Bu dünya ile alışverişinizin derecesi edebiyattaki derinliğinizi de belirler.

Evinizde okunan bu kitaplardan sizde en çok iz bırakan hangisiydi?

Eskiden evlerde okunan kitaplar çok fazla değildi. İsimlerini zikrettiklerime beş on kitap daha ilave edilebilir. Bunlar topluma müşterek bir dünya görüşü, duyuş ve bakış tarzı kazandıran kitaplardı. Bir kısmının isimlerini zikrettim; Yunus Emre Divanı beni şiire, Battalname de tarihe, efsanelere ve romana yönelten, gelenekle, kültürümüzle irtibatımı sağlayan, aynı zamanda bir duyuş ve duyarlılık kazandıran metinlerdi. Annemden ve komşumuz Mecbure Teyze'den dinlediğim masallar, kıssalar ve menkıbeler de muhayyilemi tahrik etmiştir. Tabii bir süre sonra bunlar yetmiyor. Özellikle Türkçe ve edebiyat derslerinde eserlerinden seçilmiş metinler okuduğumuz yazarları merak ettim; Ahmet Rasim'in yazılarından Yahya Kemal'in şiirlerine kadar... Sivas'ta, Çifteminare arkasında o yıllarda bir ilkokul ve bu okulun zengin bir çocuk kütüphanesi vardı; bu kütüphaneye keşfedince önümde bambaşka bir dünyanın kapıları açıldı. Bir çocuğun okuması gereken bütün eserleri okudum.


Tanrıdağı'ndan Hıra Dağı'na kitabınız muhafazakârlık ve milliyetçilik üzerine bir çalışmanızdı. Sizce bahsedildiği gibi muhafazakârlık Türkiye'de ve dünyada yükseliyor mu?

Soğuk Savaş sona erdikten sonra muhafazakârlığın yükselişe geçtiğini düşünüyorum. Çünkü modernizm insanlığın tarih boyunca yarattığı değerleri çok aşındırdı. Biliyorsunuz, muhafazakârlık bir ideoloji değil, hakikatin bir ideolojinin tekeline alamayacağı kadar çok boyutlu olduğunu savunan, Batı'da fikir babalığını Edmond Burke'ün yaptığı bir görüş ve duruştur. Geleneğe ve tarihte sürekliliğe vurgu yapılır. Bütün muhafazakâr görüşler, Jakobenizm'e, toplum mühendisliğine, tepeden inmeciliğe, devrime karşıdır; gelişmenin ve değişmenin kendi tabii istikametinde, hiçbir zorlama yapılmaksızın gerçekleşmesi gerektiği görüşünü savunurlar. Bizde Ahmed Cevdet Paşa, İbnülemin, Yahya Kemal, Ahmet Hamdi Tanpınar, Süheyl Ünver, Peyami Safa, Ali Fuat Başgil, Nurettin Topçu, Erol Güngör gibi yazar ve mütefekkirler bu manada tipik muhafazakârlardır. Tanpınar'ın “Devam ederek değişmek, değişerek devam etmek” formülü, muhafazakârlığın tam tarifidir. Ancak Batı'da geliştirilen muhafazakâr görüşlerle Türkiye muhafazakârlığının çok farklı olduğunu unutmamakta fayda vardır. Batı'da hiçbir ülkede bizim tarihimizde yaşanan kültürel kırılmalar ve bunun yarattığı travmalar yaşanmadı. Bizde muhafazakârlığın hiçbir muhafazakâr görüşte olmadığı kadar değişimci olması, bütünüyle Türkiye'ye has şartların bir sonucudur.

Muhafazakârlık ve dini duyarlılığı ayrı tutmak gerekir mi? Muhafazakârlık içinde dini barındırır ama doğrudan ilişkilendirilebilir mi?

Çeşit çeşit muhafazakârlıklar vardır; en “ilerici” geçinen ideolojiler bile zamanla muhafazakârlaşır, kendi muhafazakârlarını yaratır. Türkiye'de dini muhafazakârlık ve kültürel muhafazakârlık diye iki tür muhafazakârlıktan söz edilebiliriz. Ancak bu iki muhafazakârlığın birbiriyle kesiştiği noktalar da vardır. Ahmet Hamdi Tanpınar, savunduğu görüşler itibariyle tipik bir muhafazakârdır, fakat onu dindarlarla bir arada düşünmek zordur. Yahya Kemal ve Peyami Safa da öyle... Ancak kültür, dinden ayrı düşünülebilecek bir olgu değildir. Dinle herhangi bir irtibatı bulunmayan muhafazakârlar bile, dini toplumun kaçınılmaz bir realitesi olarak görmüş, pozitivistler gibi toplumsal hayattan kovmaya çalışmamışlardır. Dini muhafazakârlar arasında son derece değişimci olanlar da vardır, değişimi şüphe ve endişeyle karşılayanlar da... Hâsılı muhafazakârlık zor, karmaşık bir konudur ve Türkiye'de bu konuda yeterince fikir üretildiği söylenemez.

Türkiye'deki muhafazakârlığın yükselmesi siyasi iktidarla ilişkilendiriliyor?

Türkiye'deki muhafazakârlığı siyasi iktidara bağlamak yanlış ama siyasi iktidarın ivme kazandırdığını söylemek doğru. Türkiye'de tarihten gelen değerleri muhafaza etme eğilimine sahip olmasaydı hemen her serbest seçimde iktidara muhafazakârları getirmezdi. Türkiye'de kültürel ve dini manada muhafazakârlık belirleyicidir. Bunu fark eden kazanır. Şu anda yaşadığımız buhran bir kesimin Türkiye'yi bu açıdan iyi okuyamaması ve dünyadaki gelişmelerin farkına varamamasıyla ilgilidir.





13 yıl önce