Tek tek ilişkilerden tutun da, iş dünyasına, medya patronluğuna, siyasete kadar hepimize lazım olan şey; hem kendimizdeki hem de karşımızdaki gücü yönetme yetisine sahip olmaktır.
Güç, insanları kendi çıkarlarına araç kılmak için değil, güç insanı mutlu etmek, ülkeyi daha da geliştirmek için kullanılmalıdır.
Yani güç savaşmak için değil, savaştan vazgeçirmek için devreye girmelidir.
Yönetemediğimiz güçler hırsa dönüşüp hızla bize dönüyor, bizi hedef alıyor.
Güç tehlikelidir, yabani bir duygudur, frenlenmesi, ehlileştirilmesi, ahlaki değerlerle makulleştirilmesi gerekir.
Güç bazen bizi güçlendirir, ama çoğu zaman bizi zayıflatır.
Gücün olumsuz etkilerinden korunmanın çaresi, güçten daha güçlü olmaktır ve bu da mümkündür.
Elimize geçen imkanlar, elde ettiğimiz başarılar, geldiğimiz konumlar, basiret, feraset, vicdan ve akılla yönetilmeli ki gücün istilasına uğrayışta bizi biz olmaktan çıkartmasın.
Yola çıkanlar için söylenmiş bir sözdü; kontrolsüz güç güç değildir.
Hepimiz yoldayız ve kontrole ihtiyacımız var.
Kavga her şeyi mubah hale getirmez bizim anlayışımızda.
İhtiras ve imtiyazı kendimizden uzaklaştırabildiğimiz anda gücü kontrol etmek güç olmaktan çıkar…
27 Mayıs'ı Akis dergisi okuyarak yaptık dediler. 12 Mart gökten mi indi. Kanunsuz Süleyman manşetleri çok atıldı. Darbeleri yapanlar gazeteleri okuyarak yaptılar.
Bazen bilinçli yer alırlar, Talat Aydemir olayında büyük basın patronları yazarlar da vardı. 12 Mart'a dayanan Madanoğlu cuntasında gazeteciler yok muydu? 28 Şubat'ta ne olduğunu hepimiz biliyoruz…
Kavgalar hep var ama Türkiye değişiyor, aktörler değişiyor, aktörlerin nitelikleri değişiyor. Eski kavgalar İstanbul medyasıyla -ki İstanbul sermayesini temsil ediyorlar- Ankara siyaseti arasında kavgalar var. İstanbul sermayesi yerleşik sermaye, eskiden gayrimüslim sermaye vardı bunlar varlık vergisiyle tasfiye edildiler. Koçlar, Adanalı Sabancılar, İzmirli Eczacıbaşılar İstanbul sermayesi rolünü üstlendiler, Anadolulular İstanbullu oldu ve karşısındaki Ankara siyasetine tepki gösterdiler. Buradaki sorun her iki tarafın da birbirlerinin 'yeni' olduklarını kabul etmemesidir. Eski Ankara siyasetinde siyasetin bir ayağı devletti, öbür ayağı kent merkezli laikler. Şimdi AK Parti'yle birlikte yeni bir Ankara çıktı, eskisine benzemiyor.
Daha Anadolu merkezli. Aktörleri çevreden gelmişler ve yeniler. Burada geleneksel olan eski Ankara. Çünkü değiştirmek istemediği ritüelleri, alışkanlıklar var.
Bir tanesi bu. İstanbul sermayesi de yapı değiştirmeye çalışıyor, yabancı ortaklıklar dışa açılmalar var. Özal onları çok değiştirdi ama yine de AKP'ye göre eskiler. Hatırlıyorum Özal işadamları toplantısındaydı, Koç grubundan bir sözcü Özal'ı çok ağır eleştirdi. Özal kızdı, “ne biçim konuşuyorsunuz, babanız Vehbi Bey bir aktardı. Şimdi siz bana gelmişsiniz ikinci kuşak olarak Türkiye'nin aristokratları gibi davranıyorsunuz. Siz aristokratsınız biz de sefil halk mıyız? Hiçbirimizin kökünde aristokrasi, ayrıcalıklı sınıflar yok, hepimiz birlikte gelişiyoruz, büyüyoruz. Şimdi biz iktidarız siz de holdingsiniz, bu sizin gökten indiğinizi benim de yerin dibinden çıktığımı göstermez ki… Hepimiz eşitiz” dedi.
Taraflara bakalım, bir tanesi Aydın Doğan. Doğan 1980'de Milliyet'i aldığında Koç'un bayii olan genç bir girişimciydi. 28 yılda bu noktaya geldi. Aydın Doğan da yeni, Koçların, Sabancıların arasında kendine zorla yer açtı, kabul ettirdi. Tayyip Erdoğan da kendine yeni yer açtı. Doğan da Erdoğan de yeni. İkisi de bu yeniliklerinin farkına varmalılar.
Hürriyet grubu yazarı Emin Çölaşan'ı susturdu. Nedeni de Aydın Doğan'ın memleketi Kelkit'te bir olay. Çölaşan konuyu çarpıttı, Doğan da haksızlığı yakından gördüğü için işine son verdi.
Çölaşan sürekli aynı şeyleri yazarken Ertuğrul Özkök onu dengelemeye çalışırdı, liberal demokratları överdi, AKP'ye karşı insaflı olunması gerektiğini söyler, genel yayın müdürü olarak dengeyi korumaya çalışırdı. Çölaşan susturulunca okuyucudan reaksiyon geldi, otuz bin okuyucu terk etti. Özkök telaşa düştü, Emin Çölaşan'ın rolünü oynamaya başladı. Çölaşan kadar tutucu olduğu zaman o boşluğu dolduracağını düşündü. Ama o rolü o kadar benimsedi ki Oscar'a aday oldu.
Evet, bütün Hürriyet gazetesi Çölaşan oldu. Eskiden Çölaşan vardı ama Özkök de vardı. Özkök kendini kaybedince bütün gazete bir Emin Çölaşan sütununa döndü. Bunu her olayda gördük. Cumhurbaşkanı seçiminde, kapatma davasında… Aydın Doğan da bu rüzgârda hükümetle karşı karşıya geldi. Doğan'ın Ceyhan Rafinerisi, Hilton arazisi gibi konular dolayısıyla mutlaka rahatsızlıkları vardır, ama ben kendisiyle uzun yıllar çalıştım, Milliyet'te 7 yıl başyazarlık yaptım, bir kere olsun 'şunu şöyle yazalım' dediğini görmedim. 28 Şubat'ta yazarlarını korudu. Aydın Doğan'ın huzursuz olduğu kesin ama sadece o mu huzursuz, diğer sermaye sahipleri, AKP'li olmayanlar çok mu huzurlu.
Biz yazarlar olarak Çalık'ı sorguladık. Siz büyük bir grupsunuz, Sabah-Atv'yi iki kamu bankasından kredi almadan alamaz mıydınız dedik. Çalık; 'Vakıflar Bankası'yla kurulduğundan beri çalışıyorum, benim için kamu bankası değil. Sabah ve Atv'yi alırken kullandığım kredi 750 milyon dolardır. Bunu kendi öz varlıklarımızla da alabilirdik ama böyle bir imkan bulduk, ticari açıdan değerlendirdik' dedi.
Başbakan'ın damadı, Tayyip Erdoğan Başbakan olmadan da, hapisteyken de yine Çalık'ın yanında çalışıyormuş, yani Çalık grubuna sonradan girmiş değil…
Farkında olduğunu sanıyorum. Bu noktaya geldiğinde göre akıllı bir adam, içinde bulunduğu durunun hesabını yapıyordur…
Orada galiba akılla ihtirası dengede tutmak lazım. Tabii burası piyangolar ülkesi, yarın ne olacağını kim bilebilir ki…
“Taraf olmak” ve “taraftar olmak” arasında fark var. AKP'nin seçimle iktidara gelip yönetimi ele almasına alkış tutuyorum. Bu demokrasinin zaferi diyorum. Abdullah Gül'ün cumhurbaşkanı olmasına alkış tutuyorum. Ne olursa olsun aman AKP'ye zarar gelmesin fikrinde değilim, aynı şekilde Ergenekon konusunda da böyle. Deniz Feneri davasında Alman yargısı kararını verdi. Keşke AKP iktidarı savcılara baskı yapsa, iddialar Türkiye'de de araştırılsa…
Amerika'yla yakın ilişkisi olan bir uzmanla 28 Şubat'ı konuşuyorduk; siz 28 Şubat'ı askerler yaptı zannediyorsunuz ama 28 Şubat Mesut Yılmaz ve Süleyman Demirel'in planladığı bir olaydır. Taşıyıcılığını da Batı Çalışma Grubu ve medya yaptı dedi.
Medya kimseyi iktidar yapamıyor. Eğer medyaya, büyük tirajlı gazetelere kalsaydı Tayip Erdoğan şu anda bir hiçti. Demirel hayatta başbakan olamazdı. Medya kimseyi iktidar yapamaz ama şartlar elverir, toplum da destek verirse iktidarı devirebilir… Bu tehlike her iktidar için geçerlidir, dengeler bir anda değişebilir.
Basın özgürlüğü çok izafi bir kavram. Basın özgürlüğü her zaman tehlikede ve basın özgürlüğü her zaman da var. Şu anda basın özgür Türkiye'de.
Hatırlarım 1950'lerin sonunda basın Menderes'le kavgaya girdi. O günlerde en büyük yatırım Seyhan Barajı'ydı. Menderes açılışa gitti, İstanbul gazeteleri Türkiye'nin en büyük yatırımını küçük haber olarak verdiler.
Bunu Ekrem Dumanlı çok güzel yazdı; herkes yanlış da bir siz mi doğrusunuz dedi…
Aydın Doğan neticede bir Anadolu çocuğu, o da konuşmaya başladığı zaman duygularına hâkim olamıyor. Aydın Doğan böyle bir kavganın içinde olmak ister miydi, bence hayır. Başbakan da bu kavgayı böyle yapacağına bir sürü yardımcısı var, onlardan birisi üstlenseydi daha iyi olurdu…
Başbakan'ın ikinci konuşmasından sonra Doğan Grubu yazarları; bu muydu, başka bir şey yok muydu dediler. Daha ne olsun. Aydın Doğan'ın da, Erdoğan'ın da çevrelerinde onları yanlış yola sürükleyenler ver.
Dramatik bir noktaya varmamalı. Türkiye'de Doğan basını varolmalı, AKP de seçildiği sürece varolmalı. Akılcı yolda bir uzlaşmayla sorun çözülmeli. Kimse imtiyazlı olmasın Erdoğan da basınla mesafeli bir ilişki içinde olsun.
“Ben orada bir sorun görmüyorum. Bu bir vücut dilidir, Başbakan'a yukarıdan bakıp, takdir etme durumu değil. O gün ekonomi konusunda Özal'ı aşan bir konuşma yapmıştı, ben de beğendiğimi bu şekilde ifade etmiş, ne güzel hep böyle olsun demiştim. Medyanın yakalayacağını bilseydim yapmazdım. Ben Aydın Doğan'ın da yanağını okşadım…
O mesleki bir durum değil, yaşlı ve tonton bir adamın sevecen tavrı… Takdir ya da azar değil.
Biat Arapça kökenli olduğu için genellikle AKP'ye karşı kullanılıyor. Takiyye de öyle. Siz eğer AKP'nin kapatılmasını istiyorsanız ama aynı zamanda demokrasi kutsaldır diyorsanız takiyye yapıyorsunuz demektir. Türkiye'de orduya da biat eden, mafyaya da biat edenler var. Bazılarının Veli Küçük'ü var, bazılarının velinimeti var, bazılarının da Veli Göçer'i var. Herkesin bir velisi var. Biat etmek böyle bir şeydir bazıları karısına biat eder, bazısı bir generale rastlar, o general; ne biçim yazıyorsun bölücü müsün der, ertesi gün başka türlü yazmaya başlar. Bazısı Başbakan'dan fırça yer…
Yapabilir. Somut bir örnek; Dinç Bilgin banka aldı Necati Doğru Sabah'ta, basın patronunun banka sahibi olması yanlıştır diye yazdı. Dinç Bilgin banka almaktan vazgeçti. Fakat sonraki yıllarda o hatayı yaptı ve battı. Böyle örnekler çok ama bazen de anlaşamazsınız, çekip gidersiniz…
Turgay Ciner'e çok büyük haksızlık yapıldı, Ciner'in elinden gazete alındı. Eğer o şekilde alınmasaydı bugün bu tartışmalar yaşanmazdı.
Onu hiç bilmiyorum. Ama başarılı olmalarını çok isterim, çok seslilik her zaman iyidir. Her şey bir patronda olunca hareket imkanı çalışanlar açısından da kısıtlanıyor.
3-4 grubun dışında Türkiye'de bütün sermaye gidip geliyor. Türkiye'de başka sektörlerde de çok zengin ve itibarlı olduğu halde batan patronlar var.
Simaviler çekindikleri için kaçtılar, yani işin çapına hakim olamayacaklarını anladılar. Nadir Nadi vefat etti, gazeteci ailesi bitti. Onun dışında gelip gidenler önemli değildi ki. Önemli isimlerden birisi de Dinç Bilgin, onun da ihtirası aklını geçti. Aslında Dinç Bilgin'i Aydın Doğan bitirdi.
İktidarlarını ilk dönemlerinde iyi kullananlar var. Menderes, Özal, Demirel… Erdoğan da ilk dönemde medyayı çok iyi kullandı, ikince dönemde ilişkiler bozuluyor. İktidar yoruluyor ya da iktidardan istediklerini alamıyor patronlar…
Gördük işte imtiyazlı olmak istiyor, sıradan vatandaş olmak istemiyor, ben basın patronuyum diyor.