Küresel kriz en küçük ekonomiden en büyük ekonomiye kadar herkesi etkiliyor. Bireyden topluma, devletlere kadar bütün yapılar paradigmalarını, kurdukları sistemi, yönetme becerilerini gözden geçiriyorlar. Kriz içinde barındırdığı savrulmalarla birlikte özünde fırsatlar da barındırır. Kriz, hatalarını fark etme ve dibe vurmadan toparlanma, tedbir alma ve mukavemete geçme açısından da fırsattır. Yeter ki emarelerinden gelişi fark edilsin, bizi gaflette vurmasın…
Türkiye, kendinin olmayan küresel krizi vaktinde idrak edip tedbirli karşıladığı için dibe vurmadan savrulmayla atlatıyor. Bu süreç Türkiye için fırsattır.
Bir de krizi ahlaksızca fırsata dönüştürenler var ülkemizde. Bunlar; üretmeden kazanmayı alışkanlık edinen, bozuk sistemden nemalanan, açık ve şeffaflıktan korkan, ülkeyi değil, kendi cebini düşünen ve bunun için de sürekli felaket tellallığı yapan fırsatçılar…
Dünyada çürük yapılar, kurumlar, kişileri ayrıştırdığı gibi Türkiye'de de benzerlerini ayrıştırıyor küresel kriz…
Her musibetten bir hayır doğar ya, hem çok önemli bazı gerçekleri gördük, hem de bazılarının gerçek yüzlerini gördük. Şimdi, devleti hantallıktan ve ideolojik kuşatmadan kurtarıp toplumunu geleceğe taşıyacak rasyonalite ile donatacak reformların önünde kimse duramaz…
Krizin önünde duramayanlar Türkiye'de beliren ve gittikçe güçlenen "çözüm iradesinin" karşısında hiç duramazlar…
Krizden nemalanma dönemi yerini çözümden geçinme dönemine bırakıyor…
Kötümser hava ne karda bulaşıcı ise iyimser havada da aynı oranda bulaşıcıdır…
Türkiye çözülme değil, çözümü yaşıyor…
Alıştım, ama bu kabullendim, içselleştirdim demek değil. Türk tarzı siyaseti çözümledim, fakat her gün yeni şeyler de öğreniyor insan.
Zor bir soru… Buna siyasetten ayrıldıktan sonra cevap versem…
Bunu birkaç faktöre indirgemek mümkün değil, Türkiye'nin kendine göre bir yoğurt yiyişi var ve maalesef bu tarz bir takım köklü sorunlara kalıcı çözümler getirmeyi sürekli erteletiyor. Beni zorlayan faktörlerden birisi de sistemin kalıplarıdır. Sayın Başbakan da reformist kişiliği ile bunları aşmaya çalışıyor.
Ben de onu söylüyorum… 1990'lı yılların ortasından 2007 sonlarına kadar sosyal güvenlik açıklarını toplar ve buna her yıl oluşan finansman maliyetini de ilave ederseniz karşınıza 852 milyar TL çıkar. Bunu AK Parti ortaya koymadı, ama çözmek için engellemelere rağmen Sosyal Güvenlik Reformunu üç kez meclisten geçirmek zorunda kaldı…
Bakın sosyal güvenlik giderlerinin karşılanması için hazine borçlanıyor, bunun vahim bir yapı olduğu herkesçe biliniyor fakat sistem düzeltmeye izin vermiyor. "Yüksek faiz-düşük kur" sloganını millet ağzına dolamış. Bu sorun temelden nasıl çözülür noktasına gelince herkes Türkiye sosyal bir devlettir, dolayısıyla sistemin açık vermesi kadar doğal bir şey olur mu deniyor. Sosyal devlet aynı zamanda sorumlu devlet demektir.
IMF şu aşamada Türkiye için bir ihtiyaç. Türkiye'nin karşı karşıya olduğu en büyük sorun dış finansman sorunudur. Kamuoyunda, sektörlerde kaygı şu: acaba 2009'da Türkiye döviz ihtiyacını, dış finansman ihtiyacını zorlanmadan karşılayabilecek mi?
Türkiye'nin bu sorunu gidermeye yönelik imkanları son derece sınırlı… Dünyada krize yönelik bir sürü önlemler alınıyor. ABD istediği kadar para basabiliyor, Rusya 597 milyar dolarlık rezerve sahipti. Çin 2 trilyon dolarlık rezerve sahip, körfez fonlarla birlikte trilyon dolar üzerinde fonlara sahip. Türkiye'nin sadece 70 milyar dolarlık rezervi var.
Ek olarak Türkiye yapısal olarak dış açığı olan bir ülke… 2009 yılı için öngörülen bir dış finansman açığı var.
Kimisi 15, kimisi 90 milyar dolar diyor. Bence 15 ile 30 arasında değişir. Finansman açığına ilişkin kaygıları gidermek için IMF programına ihtiyaç var. Türkiye bizim dönemimizde önemli bir kredibilite kazandıysa da, böyle bir ortamda bir IMF çıpasının olması yatırımcılar açısından önemlidir. IMF olduğu zaman daha sistematik bir şekilde bazı yapısal sorunların giderilmesi de kolaylaşır.
Sayın Başbakan'la hemfikirim. Ülkeyi idare edenler ve dolayısıyla uluslararası kuruluşlarla müzakere sürecinde olanlar özel sektöre oranla resmin tamamını görebiliyor, Türkiye'nin masada nerede zorlanabileceğini iyi değerlendirebiliyorlar. Özel sektör temsilcileri konuşmaya; Türkiye mali disiplini korusun, finansal istikrarını devam ettirsin, ekonomik istikrarı sürdürsün diye başlıyor, sonra taleplerini sıralıyor. O taleplerin hepsi finansal istikrarın, bütçe disiplininin nasıl zedeleneceğinin listesi oluyor.
Sık sık bir araya geliyor, konuşuyoruz. Onlar kendi pencerelerinden bakar, büyük resmi gördüklerini iddia eder, ama genelde kendi firması, holdingi, sektörü perspektifinden bakıp ona göre tedbirler isterler.
Çok çetin pazarlıklar yapıldı, yapılmaya da devam edilecek. Mesela bir önceki anlaşmada IMF'nin bizden talep ettiği tedbir paketi –harcama kesintisi veya vergi artışı- büyüklüğü ile en son noktada prensip kararına vardığımız paketin arasında üç katlık fark vardı.
Bu bir süreç, anlatmak gerekiyor. Küresel kriz ortamında kötümser havanın bulaşıcı olduğu gerçeğini artık hepimiz biliyoruz. Bu havanın bozulması için atılacak adımlarda IMF'nin yararlı olacağını düşünüyoruz. Ayrıca Türkiye'nin temelleri sağlam ama konjonktürel olarak bir takım kırılganlıklarımız var, bu açıdan da IMF programına ihtiyaç var.
Türkiye'nin dış finansman ihtiyacını karşılayacak büyüklükte olacak.
Dolaylı olarak reel ekonominin yararlanacağı alanlarda.
Programlar daraltır ama hükümetlerin esas olarak hareket alanlarını daraltan yapısal problemlerdir. IMF günah keçisi olarak görülüyor ama bu yanlıştır. Türkiye kendi evini düzene koyup IMF'ye ihtiyaç duymayacak bir noktaya gelemediyse…
Türkiye IMF'ye mahkum değil. Eğer küresel kriz bu boyutta ortaya çıkmasaydı, Türkiye hiçbir şekilde IMF'ye ihtiyaç duymadan yoluna devam edecekti.
2007'de verdiğim birkaç röportajda söyledim; dünya büyük bir krizle karşı karşıyadır, Türkiye'nin temelleri sağlam ama Türkiye bir ada değil, dünya ekonomisi ile entegre olmuş, etkilenme kanaları bellidir.
Hayır. Başbakan'ın ateşe benzinle gidecek hali yok, sorumluluk duyarak süreci yönetiyor. Başbakan dahil hepimizin bu krizi gelişmiş pek çok ülke yöneticilerinden daha iyi okuduğumuzu iddia ediyorum. Türkiye krizden en az etkilenen ülkeler arasındadır, bu da elbette son 5-6 yılda ortaya konulan icraatla ilgilidir. 2001 krizi bu boyutta olmadığı halde oluşturduğu tahribatı hatırlayın. Küresel krize rağmen enflasyon düşüş trendine girmişse, istikrar sağlanmışsa, faiz yüzde 16,15'e düşmüşse, ülkenin iyi yönetildiğini daha nasıl ortaya koyabilirim ki?
Bunu sadece Başbakan demiyor, büyük ekonomistler de diyor, iyimserlik de kötümserlik de bulaşıcıdır. Fakat biz Avrupa'ya yüzde 40 daha az araba satıyorsak bu psikolojik değildir. Avrupa'da ekonomi küçülüyor, talep daralıyor, araba ürettiğimiz halde satamıyoruz, bu da gerçektir.
Normal seyrine bırakılırsa krizden çıkış yılları bulur ama işin ciddiyetine varılmış. Muazzam mücadele var. Gelişmiş ülkeler 8 trilyon 537 milyar dolarlık önlem paketi açıkladı. Gelişmekte olan ülkeler de 2 trilyon 413 milyar dolarlık önlem aldılar.
Beklentim 2009'un son çeyreğinden itibaren dünyanın toparlanma sürecine gireceği yönünde. Türkiye'deki çıkış temel sağlam olduğu için daha hızlı olabilir. Kolay yıl olmayacak ama ben 2009'un Türkiye için kayıp yıl olacağına ihtimal vermiyorum.
Krize rağmen yabancı sermayenin ilgisi yüksek seyretti. Uluslararası sermaye veya samimi yerli yatırımcıyla konuştuğunuz zaman Türkiye'nin geleceğine olan inanç ve güven son derece yüksek.
Olaylara politik değil, objektif bakanlar… Politik yaklaşımlar ve politik gerilimler, ekonomiyi ciddi şekilde negatif etkiliyor.
Hayır, reformist bir hükümetiz, popülizm tuzağına düşmeyiz…
Dünyada 20 milyon kişinin işini kaybedeceği öngörülüyor. Sürecin en az zararla kapatılması için elimizden geleni yapıyoruz.
Bu krizden, hane halkı, firmalar ve devlet etkileniyor ama bu etki sınırlıdır. Amerika'da dünyanı en büyük bankaları battılar. Rusya da, körfezde bile bankalar battı. Türkiye'de ise hiçbir banka batmadı. Krizi kendisi için fırsata dönüştürmek isteyenler olabilir, ama bizim dürüst iş adamlarımızı, bankalarımızı hırpalamamamız lazım. Krizden en az derecede etkilenmek için birlik ve bera-berlik içinde çalışmamız lazım. Bankalara ciddi destek çıktık, onlar rahatlarsa reel sektörle diyalogları daha yapıcı olur dedik.
Sayın Başbakanımızla birkaç defe bir araya geldik, Türkiye üzerine konuştuk, bir gün "sana ihtiyacımız var" dedi.
Türkiye'nin yaşadığı değişim ve dönüşümdür. Daha önemlisi bunun tamamlanmasıyla Türkiye nasıl bir noktaya varır, hayalidir.
Para önceliğim olsaydı zaten burada olmazdım…
Beş yıl öncesine dönersek siyasetle ilgili hiçbir niyetim yoktu. Merkez Bankası başkanlığı gündeme gelince, Türkiye'ye dönme iştiyakı oluştu.
Öyle oldu. Anlam vermekte zorlandım.
Kısa sürelerle de olsa Türkiye'ye geldiğim zamanlar var…
Bir anlam ifade ediyordur. En dipten geldim. Yolu, elektriği, suyu olmayan bir köyde doğup da bu noktalara gelmiş olmam, şunu gösteriyor: aslında Türkiye'nin özünde bir fırsat eşitliği vardır. Ben bu ülkede fırsat eşitliğinin varlığının en büyük kanıtıyım… Elbette bölge insanına karşı zamana zaman hatalı uygulamalar olmuştur, ama bu yanlışlar sistematik değildir.
Büyük ülkeler korkularla yaşamaz, etnik, kültürel, tarihi bütün zenginliklerini ortaya koyar. Türkiye çok zengin bir ülkedir ve bu kültürel zenginliğin ortaya çıkarılması da çok önemlidir. Türkiye son yıllarda, temel hak ve özgürlükler için çok önemli adımlar da attı. Bu yaklaşımlar enerjinin gereksiz yere sarf edilmesinin de, bir kısım istismarların da önüne geçer. Bu inisiyatif keşke 20 yıl önce gösterilebilseydi…
Tabiî ki okudum… AK Parti Türkiye için taze bir nefes olmuştur. Bütün engellemelere rağmen AK Parti Türkiye'nin değişim ve dönüşümünde çok önemli rol oynamıştır ve oynamaya devam edecektir. Enerjimizi suni gündemlerle harcamak zorunda kalmayalım. Ama maalesef Türkiye'nin görünümü nereden baktığınıza bağlı olarak çok değişebiliyor.