|

Mevcut dindarlık anlayışı Türkiye'yi taşımaz

Prof. İsmail Kara, soğuk savaş sonrası oluşan ABD merkezli dünya sisteminin “dindar olabilirsin fakat dindarlığın görünmeyecek” gibi bir algılama oluşturduğunu anlatıyor. Bugün Müslümanların modern dünyanın gittiği istikametle tam uyum gösteren bir din ve dindarlık anlayışına mahkum edildiğini ifade eden Kara, sorulması gereken asıl önemli sorunun mevcut dindarlık anlayışının Türkiye'yi taşıyıp taşımayacağı olduğunu söylüyor ve cevabı “taşımaz” olarak veriyor.

Emeti Saruhan
00:00 - 5/06/2011 Pazar
Güncelleme: 23:55 - 4/06/2011 Cumartesi
Yeni Şafak
Mevcut dindarlık anlayışı Türkiye'yi taşımaz
Mevcut dindarlık anlayışı Türkiye'yi taşımaz
Prof. İsmail Kara, uzmanlık alanı olan çağdaş İslam düşüncesi, çağdaş Türk düşüncesi, din-siyaset ilişkileri ve yakın dönem Türk siyasi tarihi çerçevesinde önemli çalışmalara imza atan bir ilim adamı. Yakın tarihin gizli kalmış sayfalarını aralayan İsmail Kara'yla Marmara İlahiyat Fakültesi'ndeki odasında çocukluğundan günümüz Türkiyesine uzanan bir sohbet yaptık.

Babanız Kutuz Hoca'nın hatıralarını yayınladınız. Çevrenizdeki babası, dedesi din adamı veya şeyh olanlara da aynı şeyi ısrarla tavsiye ediyorsunuz. Buna neden ihtiyaç duydunuz?

Evet hocazade ve şeyhzadelerin yazmalarını ısrarla istiyorum ve bu konuda epeyce mesafe kat ettik. Çalışmamın arkasındaki ana sebep sadece babamın hatıralarını derlemek değil. Özellikle 1924 ve 1925'ten yani medrese ve tekkeler kapatıldıktan sonra Cumhuriyet döneminde en geniş manasıyla dinle alakalı meseleler nasıl anlaşıldı ve yürüdü, gizli din eğitimi ve tarikat faaliyetleri nasıl devam etti? Hocalar ve şeyhler hayatlarını, mesleklerini, meşreplerini nasıl sürdürdüler? Şifahi rivayetler dışında, yazılı hemen hemen hiç bir şey yok. O yüzden taraflar ilmi denebilecek verilere dayalı olarak bir bilgi ve peşi sıra bir yorumdan uzaklar. Bu yüzden en yakınımda bulunan ve aynı zamanda hocam olan babamın hatıralarını derle-yerek, bambaşka unsurlar da içeren bir alana ışık tutmuş oldum. Babam bir köy hocası fakat oradan bile büyük bir dünya çıktı. O hatırat henüz yerini ve değerini bulmuş değil ama önemli olan tespit edilmiş olması. Çok da ilgi gördü ve hakkında vasıflı yazılar yazıldı.

Diğer hatıratların toplanması ne durumda?

Elimizde aşağı yukarı 30'u aşkın hoca, şeyh hatıratı ve monografisi var artık. Cumhuriyet döneminde bir bakıma gizli olarak yürüyen din eğitimi ve tarikat faaliyetlerinin nasıl yürüdüğüne, Türkiye'deki siyasi ve kültürel gelişmelerle bu çevrelerin ilişkilerine dair epeyce malzeme ve şahitlik birikti. Ben bunları bir tür Cumhuriyet dönemi gizli tarihi şeklinde düşünüyorum.

Bu hatıratlar üzerinde çalıştınız. Cumhuriyet sonrası dini hayatın devamına dair nasıl çıkarımlarınız oldu?

Önemsediğim hususlardan biri şu: 1960'lı yıllara kadar yani İhvan-ı Müslümin ve Cemaat-i İslami hareketine mensup kişilerin eserleri Türkçe'ye tercüme edilip karşılık buluncaya kadar medrese ve tekke çevrelerinin devlete, Cumhuriyet'e ve kadrolarına bakışları epeyce bir farklılık arz ediyordu.

MUHALEFET SİSTEME DEĞİL İŞLEYİŞİNE

Nasıl bir farklılık?

Onların kafasında devletle din arasında esastan bir aykırılık, bir zıtlık yok. Muhalefeti esas itibarıyla sistemin, devletin bizzat kendisine değil onun işleyişine ve işleten kişilere yöneltiyorlar.

Bu hilafetle bağlantılı olarak yerleşen bir anlayış mı?

Bundan öte bir şey. Büyük ölçüde Sünnilik'le ve Türk siyasi kültürüyle alakalı. Devletle din arasında esas itibariyle zıtlık değil tamamlayıcılık ilişkisi var. Birini diğerinden ayrı mütalaa edemiyorsunuz. Mevcut durum dini açıdan kötü olduğu zaman buna soyut devlet üzerinden değil aktüel devlet üzerinden muhalefette bulunuyorsunuz. Sayıları azımsanamayacak hoca ve şeyhlerin Cumhuriyet inkılaplarını kısmen benimsemelerinin sebebi budur. Cumhuriyet'i kuran kadronun din meselesine bakışı da bir bakıma böyle aslında. Onun için şunu rahatlıkla söyleyebiliriz; Ankara hiçbir zaman Batılı manada din devlet ilişkilerini birbirinden koparan bir düşünceye doğru hareket etmemiştir. Hem din hem devlet birbirini etkiliyor ve dönüştürüyor.

Devlet bunu dönüştürerek devam ettiriyor ama…

Evet ama bunun öbür tarafı da var. Bu sayede din de devleti dönüştürüyor. Tek taraflı bakmak yanlış. 1960'tan sonra değişen bir başka önemli bakış açısı ve anlayış daha var. Önceki dönemin hocaları ve şeyhleri, hatta sıradan insanları kötüye gidişin sebebi olarak büyük ölçüde kendilerini görüyorlardı. Kendi dışındakileri ve sistemi değil. Bu biraz da İslam ahlak anlayışı ile ilgili bir şey. Hadis olarak da rivayet edilen “Nasılsanız öyle idare edilirsiniz” hükmü burada çok etkili ve belirleyici. 1965'lerden sonra “Bizim düzelmemiz için önce sistemin düzelmesi lazım” düşüncesi hakim olmaya başladı. Bu önemli bir değişiklik, belki kırılma.

Tercümeler mi sebep oldu buna?

Tercümelerle gelen aktivist ve devrimci düşüncenin burada etkisi bariz. Elbette İkinci Dünya Savaşı sonrası Türkiye'nin ana yönelişlerini ve uluslararası şartları da hesaba katmak lazım. Tercümelerin Türkiye'deki dini kültürün ve anlayışın canlanması ve yükselmesinde çok mühim katkıları var ama önemli zihni kırılmalar ve problemler de doğurdu. Bir nokta daha var. Hocalar ve şeyhler aktif siyasi muhalefet yapmadılar fakat ciddi bir pasif muhalefet tarafları var.

Nasıl bir pasif muhalefet?

Türkiye'deki dindar insanlar din alanının bir tartışma ve siyasi mücadele alanı olarak ortaya çıkmasını istemiyorlar, 1965'lere kadar. Böyle bir şey olursa hem ahlâken hem siyaseten aleyhlerine işleyeceğini düşünüyorlar. Bu bakımdan enteresan bir şekilde bekliyorlar. Beklemek, tahammül ve sabır zaten İslâm siyasî kültürünün önemli kavramları. Kapının bir gün aralanacağı konusunda kuvvetli bir inançları ve beklentileri var. Kapıyı devlet araladığında veya şartlar değiştiğinde bunu sonuna kadar açıyor ve geliştiriyorlar. Kapı kapandığında yine aktif muhalefete geçip kapıyı zorlamıyor, bekliyor. Bu pasif fakat ısrarlı muhalefet fikrini hiç kaybetmeyen damar 60'dan sonra değişikliğe uğruyor. Bugün modern eğitimin etkilerinden kısmen uzak dindar vatandaşın tavrı buna yakındır. Bu pasif tavır alış ciddi bir muhalefet biçimidir ve yerli bir muhalefet biçimi olduğu için de dayanıklı ve fonksiyoneldir.

Çeyrek yüzyıl önce başlayan İhvan hareketi niçin 60'ların ortasında Türkiye'ye gelsin?

İkinci Dünya Savaşı sonrası şartlarda Türkiye de değişiyor, din meselesi etrafındaki problemler de değişiyor. Yaklaşımlar da değişiyor. Burada İmam Hatip Okulları'nın da katkısı var. Bu okulların ortaya çıkardığı yeni dini yayın ve yeni dini fikirler talebi artık önceki dini yayınların karşılayabileceği bir talep değil. Dolayısıyla tercüme hareketleriyle birlikte Türkiye'de aktif ve siyasi tarafı öne çıkan bir dini kültür intikal etmeye başlıyor. Bu bir tarafıyla din meselelerini canlandırıyor, besliyor fakat bir tarafıyla da bir uyumsuzluk ortaya çıkarıyor. Üzerinde durulmayan bir meseledir bu.

Nasıl bir uyumsuzluk?

Türkiye'deki yerleşik din-siyaset ilişkileri dahil olmak üzere genel din kodlarıyla, bu tercümelerle birlikte gelen din-siyaset ilişkileri dahil olmak üzere din anlayışı kodları hayli farklı. Bu gelişme dindar aileler arasında bile nesiller arasında din anlayışı merkezli ciddi farklılıklara hatta sürtüşmelere sebebiyet verecektir. Bu günümüze kadar devam ediyor.

TÜRKİYE'NİN İSLAM'LA İLİŞKİSİ VAROLUŞSAL

Dine karşı çıkanlar da savunanlar da derin din anlayışından veya Türkiye'deki din tasavvurundan uzak diyorsunuz. Günümüzün din anlayışı nasıl?

Bugünkü durum hiç şüphesiz çok daha karmaşık ve zor. Bakın yine hesaba katılması mutlaka lazım gelen bir uluslararası durumdan bahsediyoruz. Soğuk savaş sonrasında, Amerika merkezli kapitalist ve zalim dünya sistemi uğraşacakları büyük meselenin İslam olduğunu açıkça söylemiş olmasına rağmen din etrafında yaşanan problemler bu büyük dönüşümle irtibatsız olarak ele alınıyor. Bugünkü genel söylem şunu seslendiriyor; “Dindar olabilirsiniz fakat dininiz ve dindarlığınız hiç kimseye kuvvetli bir işaret vermeyecek. Din merkezli talepleriniz olmayacak”. Yani görünmeyeceksiniz. Görünürseniz başkaları gibi görüneceksiniz; demokrat, değişimci, serbest piyasacı falan… Sizi öyle bir İslam anlayışına mahkum ediyor ki aslında bu modern dünyanın gittiği istikametle tam uyum gösteren bir din ve dindarlık anlayışı. Dini alan din dışı alanın içinde yaşayan bir saha haline dönüşüyor. Evet üzerinde bir yeşil rengi ve bazı sembolleri var. Fakat sıkı bir elekten geçirmeye kalktığımız zaman eleğin üstünde din namına ne kalır bu çok şüpheli. Türkiye için aslında çok daha önemli bir soru var. Mevcut dindarlık anlayışı ve İslâm tasavvuru Türkiye'yi taşır mı? Bu soruyu kimse sormuyor. Ben soruyorum kimse duymuyor (gülüyor).

Peki taşır mı?

Elbette taşımaz. Bu soruyu sormadan meseleyi ağırlığı içinde anlayamayız. Bu dindarlığın ve İslâm tasavvurunun aynı zamanda Türkiye'yi taşıyacak kapasitede olması lazım. Türkiye ile İslâm arasındaki ilişki varoluşsal bir ilişkidir ve kim ki Türkiye laik bir ülkedir, laik ülkede dindarların meselesi, İslâm meselesi diğer meseleler gibidir diyordur o kişi bilerek veya bilmeyerek Türkiye'nin aleyhine çalışıyordur. Bugün 65 sonrası değişen dini anlayış dolayısıyla dinin durumu ile bunun Türkiye'yi taşıyıp taşımayacağı arasındaki ilişki daha zayıf bir ilişki haline gelmiştir. Halbuki bu önceden daha kuvvetli bir ilişkiydi. Benim sık hatırlattığım fakat karşılık bulmayan sorulardan biri budur. Onun için ikinci cildini yazmakta olduğum kitabıma “Cumhuriyet Türkiyesinde Bir Mesele Olarak İslam” adını koydum. Bu mesele sadece Ankara'nın değil Müslümanlık açısından kendini problemsiz gören Müslümanların da ciddi bir problemidir. Fakat başörtüsü gibi, mecburi din eğitimi gibi, dinlerarası diyalog gibi aktüel tartışmalar bizim bu üst meseleleri ciddi olarak tartışmamızın önünü tıkıyor.


İmam Hatiplerin medreselerin etkinliğini kırmak için açıldığı yönünde görüşler var?

Bunun gerçeklik payının olduğunu ben de düşünüyorum. İmam Hatip Okulları projesi çok taraflı bir proje. Bunun Ankara yüzündeki düşünce Türkiye'deki dini bilgiyi dönüştürme, modernize etme ve aydın din adamı yetiştirmekti. Demek ki bir de aydın olamayan din adamları var (gülüyor). Kuruluşu ve gelişmesini sadece bununla sınırlandırmak yanlış ama Ankara yüzünde önemli bir unsur.

Ama toplum tarafından iltifat edildi bu okullara…

İmam Hatipleri destekleyen hocaların ve şeyhlerin kahir ekseriyetinin İmam Hatip Okullarının niçin kurulduğu hakkında fikirleri vardı ama büyük çoğunluğu bunu hiç önemsemediler. Bunu dönüştürebilecekleri üzerine plan yaptılar ve dönüştürdüler de... Bu nedenle İmam Hatip Okulları hem Ankara'nın planlarına uygun meyveler verdi, veriyor (gülüyor) hem de bu hocaların dönüştürücü kapasitele-rine uygun meyveler verdi, veriyor.


Hep 1960'lardan sonraki değişimden bahsediyoruz. Ne oldu 1960'larda?

Aslında sadece Türkiye değil dünya değişiyor. Asıl değişim İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra oluyor. Dünyanın şartları değişiyor, uluslararası çevrelerin dine bakışı da değişiyor. Bu İslam dünyasına da, Türkiye'ye de yansıyor. Türkiye'nin katı laiklik politikalarını dönüştüren, tashih ve tadile tâbi tutan CHP, biliyorsunuz. Yani ilk açılımları katı laiklik anlayışını ve yapısını kuranlar yapıyor. Bu Türkiye'nin 1940'ların sonlarına doğru aks değiştirmesiyle alakalı. Türkiye artık nisbeten kapalı bir yapıdan Amerika istikametine doğru hareket eden bir karakter kazanmaya başlıyor fakat dünyadaki bu değişiklikler savaşa katılmadığımız için bize gecikerek intikal ediyor. Bizdeki dini kültür çerçevesindeki büyük değişiklik 60 ihtilali sonrasıdır. Zaten yanlış veya eksik bir anlayışı tashih için hep söyleyip duruyorum, Türkiye'de askeri ihtilallerle dinî hareketlerin canlanması arasında doğru bir ilişki var. Bu çok problemli ve çok yönlü bir durum ama kronolojik olarak bu ilişkiyi görmek lazım.


Doğduğunuz köy Hacışeyh'in karakteristik özellikleri neler?

Köyün ilk adı Varda. 1913 yılında Enver Paşa'nın teşebbüsüyle yer adları Türkleştiriliyor ve İslamlaştırılıyor. Bizim köye verilen isim de Hacışeyh. Gümüşhanevi halifelerinden bir zat bizim köylü, tekkesi var ve orada medfun. Ona nisbeten… Cumhuriyet döneminde bu sefer bu isim mesele teşkil ediyor ve Güneyce oluyor. Köyümüzün muhtemelen bu şeyh efendiden kaynaklanan gelişmiş tarafları var. Hakkında mütevazı bir monografi yazdığım bu Nakşi şeyh efendi aynı zamanda bölgenin en önemli tarikat büyüğü. O yüzden Rize, Trabzon, Bayburt, Samsun'dan müritleri, ziyaretçileri oluyor. Bu zatın tekkesine yakın kurduğu bir Kur'an Kursu var. Hâlâ açık fakat 8 yıllık kesintisiz eğitimden dolayı birkaç yıldır erkek öğrencisi kalmadı, tarihinde ilk defa oluyor bu. Civar köylerden gelen yatılı kız talebeleri var şimdi. Sadece bizim köye değil civar köylere de hafız yetiştiren bir merkez oluyor burası tarihi boyunca.

Siz ilk eğitiminizi babanızdan mı aldınız?

Benim babam da bu şeyh efendinin açtığı kursun ilk hocasının son talebelerinden. Köyün merkez cami imamıydı babam. 1960 yılında büyük ağabeyim ilkokulu bitirince o kursun hocasından müsaade alıyor ve köydeki ikinci Kur'an Kursu'nu açıyor. Çünkü bizim evle kursun arasında çok mesafe var. Oraya gidip gelerek hafızlığımızı bitiremeyeceğimizi düşünüyor. Fakat yeni Kur'an Kursu'nun şöhreti de ömrü de öteki kadar olmadı.

Babanız uzun yıllar medrese eğitimi almış bir alim. Ağabeyleriniz var. Nasıl bir ortamda büyüdünüz?

Babam sadece imam ve hafızlık hocası değildi aynı zamanda köyün tek “doktor”ydu. Askerlikte sıhhiye olduğu için köyün bütün hastaları, yaşlısı çocuğu babama gelirdi. Bu daimi üç görevi sürekli yaptığı için eve sadece öğle ve ikindi namazı arasında gelebilirdi. Umumiyetle caminin yanında, evimize yaya olarak 20 dakikalık mesafede olan bir yerde yatar kalkardı, her gece de eve gelemezdi yani. Bu yüzden babamı hep öğle ikindi arası görürdük fakat bizim gündelik hayatımızın akışını arkadan ve dolaylı yollarla planlardı. Babamla olan ilişkilerimizin bir kısmı evde, bir kısmı imamlık yaptığı camide ve çevresinde geçti. Zaten üç erkek kardeş de hafızlığı babamın yanında yaptık. Babam bize direkt olmayan yollarla bir ilim aşkı ve dine hizmet telakkisi aşıladı. Kendisinin ilme karşı büyük bir temayülü ve çok disiplinli fakat kesinlikle kendini belli etmeyen bir hizmet anlayışı vardı. Hafızlıktan sonra da yine babamın yönlendirmesi ile 12 yaşında İmam Hatip Okulu'nda okumak için Rize'ye, bir buçuk sene sonra da İstanbul'a geldik. O gün bugündür buradayız.

Ağabeyiniz de bu entelektüel birikiminizin tohumlarının atılmasında etkili oldu mu?

Hiç şüphesiz. Benim babamdan sonra ikinci esas hocam ağabeyim Mustafa Kara'dır. İlgilerimin, meraklarımın oluşmasında çok önemli bir yeri var. Ağabeyim İmam Hatip'e gittikten sonra yazları köye kitaplarla gelirdi. Biz o zamana kadar babamın kara kaplı ve hacimli kitaplarını görüyoruz fakat onlarla ilişki kurmamız kolay değil. Ağabeyimin getirdiği kitaplar ve dosyalar bize daha yakın. Eski büyük harita metod defterlerine kupürlerden, konulu dosyalar hazırlamıştı, onları getirdi. Bunlardan biri Seyyid Kutup'un mahkeme safahatı ve idamı ile ilgili. Bir de Muhammed Ali Clay dosyası tabii. Bunlar benim hareketli, yaramaz, en kısa zamanda dışarı gitmeyi isteyen mizacımı bile frenleyebilecek cazibeli şeyler. Bunları kaç defa hatmettim, okudum bilmiyorum. Ayrıca Hareket dergileri gelmeye başladı. Mustafa Kutlu ve Nurettin Topçu'yla karşılaştım. Bir çok şeyin ilk haberdarlıkları ağabeyim sayesinden gerçekleşti. Kader bizi de İstanbul'a sürüklediğinde Hareket dergisi çevresi başta olmak üzere irtibatlı olduğu çevrelerle, kişilerle tanıştım.

Sonra Dergah döneminde de çalıştınız.

Uzun yıllar çalıştım, hâlâ ilişkim devam ediyor. Hareket dergisinin küçücük bir odası vardı. Orada Nurettin Bey'le karşılaştık. Bu benim çocuk hafızamla dünyanın en büyük hadisesi. İnsanlar bu hocanın yanında nasıl konuşuyorlar diyorum içimden. Ben elleri dizlerinde oturacaklar diye bekliyorum halbuki çok güzel ve rahat sohbetler oldu. Dergâh camiasıyla fiili tanışıklığımız böyle oldu. Halen masam var orada. Haftada bir veya iki yarım gün gidiyorum ve bazı işlere bakıyorum.


Neden hem Edebiyat Tarih hem İslam Enstitüsü'nde okudunuz?

Bizim dönemimizde İmam Hatip Okulu mezunları İlahiyat Fakültesi dahil üniversiteye doğrudan giremiyordu. Ancak lise fark derslerini verirsek lise diploması da alıyor, böylece üniversiteye girebiliyorduk. Babam 3 erkek evladını da meslekte yetiştirmek istiyordu. Ben ayrıca üniversite sınavına girmeye teşebbüs ettiğim zaman tedirgin olmuş meslekten uzaklaşacağım diye. Ağabeyim de babama “Yüksek İslam Enstitüsü'ne girecek, ayrıca fakülte okuyacak” diye garanti vermiş. Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü'nün 2. eğitimine yazıldım, buradan çıkıp oraya koşuyordum. Bunun arkasında sadece tarihe, sosyal ilimlere olan ilgi yok. İmam Hatip mezunu olmanın psikolojisi de var. “Bizi üniversiteye almıyorlar fakat biz gireceğiz ve buradan çok iyi şartlarla mezun olacağız” gibi bir iddiamız var. Benden önce ve sonra birkaç dönem 2. yüksekokul okuyan arkadaşımız çoktur. İktisat, hukuk, nadiren tıp, sosyoloji, felsefe. En yaygın olan dallar bunlardı.

Neden sadece Hukuk ya da Tıp değil de Yüksek İslam Enstitüsü'yle birlikte okuyorlar?

Bizim zamanımızda İmam Hatiplerde kuvvetli bir hissiyattı bu; 2 kanatlı olmak. Hocalarımız böyle derdi. “Çift kanatlı olursunuz. Birini kullanamadığınız yerde diğerini kullanırsınız.” Sadece İslam Enstitüsü çizgisinden devam edersek bunun önü her an kesilebilir.



13 yıl önce