|

Mezhep ve meşrebimizi dinimizin önüne geçirdik

İslam dünyasının zilletinin asıl sebebinin mezheplerimizi ve meşreplerimizi dinimizin üzerinde görmemiz olduğunu söyleyen mütefekkir şair Metin Önal Mengüşoğlu, “Din lokomotif olması gerekirken, mezhep ve meşrepler lokomotif oldu. İslam'ın ana, sahih damarına ihanet ettik. Çok ciddi bir inkılaba ihtiyaç var.” diyor.

Emeti Saruhan
00:00 - 29/01/2012 Pazar
Güncelleme: 00:20 - 29/01/2012 Pazar
Yeni Şafak
Mezhep ve meşrebimizi dinimizin önüne geçirdik
Mezhep ve meşrebimizi dinimizin önüne geçirdik
Yazar, şair, mütefekkir Metin Önal Mengüşoğlu, Bursa'nın sakin ve mütebessim çehresine teslim etmiş kendisini. Derin bir uykuya daldığını düşündüğü Müslümanları uyandırmak, iradelerini ellerine almalarını, şahsiyetlerini bulmalarını sağlamak için yazıyor, il il gezip konferanslar veriyor. Keyifli saatler geçirdiğimiz söyleşinin tam metnini yenisafak.com.tr adresinden okuyabilirsiniz. Konukseverliğinden dolayı Metin Bey'in eşi Necla Hanım'a ve fotoğrafları çeken kızı Betül Hanım'a teşekkür ediyorum.

Babanız bir şeyhmiş. Nasıl bir ortamda büyüdünüz?

Kendimi idrak etmeye başladığım yaşlarda evimizde babamın dinsel ağırlıklı bir otoritesi vardı. Namaz kılmamızı, oruç tutmamızı, Kur'an okumamızı, dindar kişiler olmamızı isterdi. Babam demiryolcuydu. Kurtalan'a gidip gelirken Siirt'te bir şeyh efendinin isminin duyup ona bağlanmıştı. Bir süre sonra o şeyhten el aldı. Malatya'da o da bir hareket başlattı. O zamanlar 2-3 kişinin bir araya gelip Allah demesi suçtu. Perdeler kapatılıyor, sesin yansımaması için minderlerle kapatılıyor. Ya hadis, Kur'an okunuyor ya da Hu, Allah Ekber, La ilahe illallah diyorlardı. Dışarıdaki devlet, polis bizi gözetliyor, babamı alıp götürecekler, evimize baskın yapacaklar korkusu ile içerideki Allah, La ilahe illallah terennümlerinin arasında yetiştim.

Bu sizi nasıl etkiledi?

Okumalarım, düşünmelerim arttıkça bu ortamın dışarıdaki hayatla mücadele etme gücünün olmayacağını gördüm. İlkokulun ilk üç senesini Diyarbakır'da, son iki senesini Malatya'da okudum. Bir takım dükkanların camekanlarında Büyük Doğu ve Yeni İstiklal mecmualarını asıyorlardı. Bunları dışarıdaki insanların da görmesini isteyen birileri vardı. Okula gidip gelirken o cama asılı gazetenin ilk sayfasını okuyordum. Her gidiş gelişte okuyordum.

Babanızla görüşlerinizi paylaştınız mı?

İlk defa babama eve gelen müritler için “Bu insanlara hizmet etmeyeceğim” dememle başladı. Ailenin büyüğüyüm, biraz isyankar bir yapım var. Orada bir sahtelik hissediyordum. Babamla tatlı sert kavgalar yapıyorduk. Bu kavgalarda babama bir belge sunmak için kitaplara yöneldim, o esnada Kur'an'ı, Türkçe manasını keşfettim. Babama ayetler okuyordum. Böyle tatlı sert tartışmalarımız babamın ömrünün sonuna kadar sürdü.

Edebiyatla tanışmanız da böyle mi oldu?

Edebiyat ve sanatla bundan önce bir bağlantım var. Anneannemin musikiyle birlikte okuduğu Ahmediye, Muhammediye, Kara Davut kitaplarından bazı ezgiler, dayımın okuduğu Harput türküleri, çevrede duyduğum türküler... Nerede bir ezgi, tek bir melodi olarak duymuşsam iki elim kanda dahi olsa o tarafa dönmüşümdür. Böyle bir eğilimim var. Bu aile içinde tarikat, tasavvuf ahengiyle harmanlandı. Bir süre sonra okuma zevkinin aşısının başlamasıyla da eleştirel bir yöne yöneldi.

Hukuk okumanızda babanızın mı etkisi oldu?

Bir süre sonra kendimi bir Müslüman olarak görüyordum ve Müslümanlığım babamdan bana kalan bir miras değildi. Değişik bir tür Müslümanlık tercih etmiştim ve onu seçmiştim. O tarihlerde kitap okuyanları tutuklayıp içeri atıyorlar, babam ve onun gibileri takip ediyorlardı. Bu nedenle hukuk okumak, bu kişilerin avukatlığını yapmak anlamlı geliyordu.

Bitirince neden mesleğinizi yapmadınız?

Okulda birinci gün, birinci derste, Hüseyin Nail Kubalı diye bir hocamız Hukuk Tarihi'nden başlayarak ilk dersi verdi. Dinledim, dinledim hiç İslam Hukuku'ndan bahsetmiyor. “Efendim hukuk tarihinden bahsediyorsunuz, Hamurabi, Roma ama bir de İslam Hukuku var” dedim. “Otur yerine” dedi. Ben ısrar ettim. Yine sert bir şekilde “Otur yerine” dedi. O gün anladım ki burada hukuk yok, numara yapıyorlar. Sonra ben fakülteye kerhen ve babamın bir fakülteden mezun olmamı istediği için gittim. 9 yılda bitirdim. Mezun olduktan sonra da diplomamı yırttım.

Orta ve liseyi de geç bitirmişsiniz?

Ortaokul ve lise toplamda 6 yıl, ben 11 yılda bitirdim. 2-3 seferinde babamla kavgalarımız sonucu Ankara'da amcamlara kaçtım. 2-3 sefer de okuldan uzaklaştırıldım. Bütün bunların sebebi okul dışı meşguliyetlerimdir. Necip Fazıl'ın konferanslarına gidiyordum, dergi çıkarıyordum, arkadaşlarla toplanıp şiir okuyorduk, İslami nutuklar atıyorduk, İslami bilinçlenme için bir şeyler yapmaya çalışıyorduk. Malatya Fikir Kulübü'nün etkinliklerine katılıyordum. Sabaha kadar sürüyordu, sonra uyanıp okula gidemiyordum. Bir süre sonra okuldan uzaklaştırılıyordum.

Şiirinizde eşinize, “Başını bağla, düş peşime” demişsiniz. Bu sizin evlenme teklifiniz miydi?

Çok genç, nişanlı olduğum dönemlerdi. Murat Kapkıner'e yazdığım özel bir mektuptaydı o ifade. O kasete okudu bunu okumuş. Sonra herkes okumaya başlayınca sahiplendim. 27 yaşında geldim hala evlenmemiştim, hala okuyordum, işim yoktu. Günah da işlemeyecek bir mümindim. Annemler seni evereceğiz diye bir kız buldular. Babam bir şeyh olmasına rağmen savcı olursam başörtüsüz olabileceğine göz yumabilecek bir yapıdaydı. Başörtülü olsun dedim. Tamam dediler. Hanımı bulmuşlar. Bana göstermek için yalandan başını örtmüşler. Bana gösterdiler. Nişanda karşıma başı açık çıkardılar. Baktım baş edemeyeceğim “Gel konuşalım” dedim gelmedi. “O zaman toplum içinde söylüyorum. Şu anda başını örteceksin, sana kitaplar göndereceğim okuyacaksın. Namazını kılacaksın. Yaparsan evleniriz, yapmazsan olmaz” dedim. Hemen örttü. O günden bu yana İslami çizgisini de muhafaza etti Elhamdülillah. Ben ona eziyet ettim o bana etmedi.

Malatya Fikir Kulubü'nün faaliyetleri nelerdi?

Dünyada bile eşi benzeri olamayan bir kulüptü. Said Çekmegil'in moderatörlüğünde sürdürülüyordu. Herkesin katılabildiği, herkesin o gün konuşmak istediği konuyu teklif edebildiği, herkesin herkesi o gün için başkan teklif edebildiği özgürlükçü bir çalışmaydı. Katılan herkesin seçilen reisin sağından başlamak üzere konuşma mecburiyeti vardı. Genelde konu olarak İslami meraklar seçiliyor ama zaman zaman medeni cesareti, bir toplumu yönetme, disiplinli konuşmayı öğrenme, sabrederek dinlemeyi öğrenmek için 'maydanozun faydaları' gibi konular da seçilebiliyordu. Bu aslında Ebu Hanife'nin yöntemidir.

Çevreden nasıl tepkiler alıyordunuz?

Çok muazzam tepkiler aldık. Bize Müslüman dememek için ellerinden geleni yapıyorlardı. Vahhabi, Nurcu... Malatya Fikir Kulübü'nün toplantı mekanının merdivenlerine benzin dökerek 'Allah rızası için' diri diri yakmaya çalıştılar. Bizim yaptığımız ise kritikçi, tenkitçi, ikazcı bir Müslümanlıktı. “Biz birbirimizi ikaz etmezsek, uyarmazsak ahirete günahlarımızla gideriz. Gelin dünyadayken birbirimizi yaptığımız yanlışlardan dolayı ikaz edelim.” diyorduk.

Hala böyle mi düşünüyorsunuz?

İkazın ve tenkidin ibadet olduğunu düşünüyorum. Peygamber ve arkadaşları da böyle çalışıyorlardı. Peygamberimiz bir şey söylediğinde soruyorlardı. “Bu Allah'tan gelen bir vahiy midir, sizin kanaatiniz midir?” Allah'tan gelen bir vahiyse alıp yaşamaya çalışıyorlardı. Peygamberimizin kanaati ise onlar da kendi kanaatlerini söylüyorlardı. Peygamberimiz de umumiyetle kendi kanaatini bırakıp onların ağırlıklı kanaatini uyguluyordu. Üstelik ümmetin en hayati problemleri için uyguluyordu bunu.

Bugün tenkid müessesi ne durumda?

Bugün maalesef, özellikle İran ve Türklerin yaşadığı, esatire bağlı, menkıbelerle dolu, mucizelere, kıssalara boğulmuş Müslümanlık anlayışında bu yok. Şeyhine niçin diye soran iflah olmaz, soru soran iyi gözle görülmez, mutlak itaat telakkisi aşılanmıştır. Ben tenkidi yeniden canlandırmak için çaba sarf ediyorum. Yazdığım kitaplar bunun için. Düşünmek Farzdır, Vahiy ve Sanat, Havada Bulut Var. Son kitabım Bir Kelime Mesafesi. Yakında çıkacak kitabım da Tenkit ve İnsaf.

Soru sormamanın esas sayıldığı bir toplum haline gelmemizin başlangıcı nereye dayanıyor?

Benim kanaatim, bunu Fuat Köprülü, Ahmet Yaşar Ocak da destekler, ilk Müslümanlığımız kitabi bir Müslümanlık değildir şifahi bir Müslümanlıktır. Bey bir rüya görür, hadi Müslüman olalım der, hep beraber Müslüman olurlar. Türklerin ilk 300 yılı heteredoks bir Müslümanlık. Biraz Şaman, biraz Mecusi, biraz Zerdüşt, karma bir Müslümanlık. “Yukarıda Allah var” deriz. Çünkü Şamanizm'de gök tanrı vardı ve en yüce tanrıydı. “Yerin kulağı var” deriz çünkü bir yer tanrısı vardı.

Dünyadaki diğer İslami toplumların durumu nasıl?

2 milyara varan İslam dünyasının zilletinin asıl sebebi mezhepleri ve meşreplerini dinlerinin üzerinde görmelerinin. Dinin lokomotif olması gerekirken, mezhep ve meşrepler lokomotif olmuş. İslam dünyasının acısı burada. Suudi Arabistan'a, Irak'a, İran'a, Suriye'ye bakın. İslam'ın ana, sahih damarına ihanet ettik. İslam dünyasında çok ciddi bir inkılaba ihtiyaç var.

Nasıl gerçekleşecek inkılap?

Bütün formülleri bende yok, ben de aynı marazla uğraşan bir insanım ama ölçü şu olmalı; Allah ve elçisi bize bir şey söylediği zaman müminler için artık orada muhayyerlik yoktur. Allah ve elçisinin sözüne dönmeliyiz. Bunu herkes söylüyor. Ancak detaya inilirse, muhayyerlik yoktur demelerine rağmen ortaklar koşuyorlar. “Bin yıllık tarihi ne yapacağız” diyor. Bir başkası kendi mezhebini öne sürüyor. İki şamar oğlanımız var Muaviye ve Yezid. “Onlar olmasaydı biz bu halde olmayacaktık.” derler. Öyle şey olur mu! Türkiye'de yaşayan Müslümanlar da “Mustafa Kemal ve inkılapları olmasaydı biz süt liman yaşıyorduk” derler. Mustafa Kemal'i yetiştiren Sultan Abdülhamid'in açtığı okullar. Mustafa Kemal Avrupai bir hayat dayattıysa bize, hocalarından öğrendi de dayattı. Sadece Mustafa Kemal'i suç unsuru olarak görüp, ötekileri görmezden gelirseniz bu olmaz. Bozulma çok eskiye dayalı.

Allah ve elçisinin sözüne döneceğiz ama hadisler konusunda da sıkıntı yok mu?

Hadis kitaplarında yığınla zıtlık var. Bunları tartışmaktan korkuyoruz. Tabulaştırmışız çünkü. Buhari de bir insan. 700 bin hadis arasından altı binini seçmiş. Ne hakkı vardı geri kalanı elemeye? İlim adamıydı hakkı vardı. O zaman bizim de Buhari'nin yaptığını elemeye hakkımız var. Diyanet İşleri'ne iki ilim adamı geldi. Ali Bardakçı ve Mehmet Görmez. Bu anlamda ciddi bir cereyan başlattılar ama gelenekçi çevreden gelen aforizmalar geri adım attırdı. Yoksa böyle bir eliminasyon yapılacaktı. Yapılması lazımdır.

Hadisler hassas bir konu toplumumuz için...

Dini telakkilerimizin temel esprisi hadis kaynaklıdır. Bu hadis ekolünün bazı illetlerinin farkındayım. Gazali okudum, İbn-i Teymiye okudum. Gazali'nin İhya ve Kimya kitaplarında yığınla, kendisinin de uydurmadır dediği hadis var. Ömrünün sonunda İslam'da Müsamaha diye bir risale yazmış. Orada diyor ki “Ey okuyucu benim İhya ve Kimya eserlerimi dikkatle oku. Çünkü anladım ki o kitaplarda bazı uydurma hadisler kullanmışım.” Hadis temelli bir dindarlığımız var.

Uydurma hadisleri temizlemek zor değil mi?

Elimizde değişmemiş metin olarak Allah'ın kelamı var. Onu temel röper noktası almak zorundayız. Ebu Hanife aleyhinde delil olmayan, ümmetin ittifak ettiği hadislere “baş üstüne” diyordu. Tek bir raviden gelmiş hadisler konusunda ise ihtiyari davranıyordu. Biz de madem Hanefi'yiz, öyle yapalım. Gerçi bu toplum aslında Hanefi değil, Şafi espri üzerine yaşıyor. Şu anda Türkiye yaşayan ve Hanefiyiz diyenlerin telakkisi hadis üzerine, Ebu Hanefi'nin öğrencileri üzerine bina edilmiştir. Çok sağlam bir kaynak üzerine bina edilmemiş bir dindarlıktır bu. Teklifim yeniden Kur'an üzerine bina edelim. Hadislerin de Kur'an'a uyanlarını alalım. Hatta Stalin'in bile Kur'an'a uyan sözleri varsa alalım. Hikmet müminin yitiğidir.

Bizde nefsi öldürmek övülür. Sizse şahsiyeti çok önemsiyorsunuz. Neden?

Her insan biriciktir. Cenabı Allah her kişiye ayrı özenmiş ve her kişiyi ayrı yaratmıştır. Yaratılırken biricik olan insan, büyüdükten sonra bir kütle içinde sıradan biri olarak kaybolursa bu Allah'a da zor gelir. Biricik olmak demek hizayı bozmak, sıradışı olmak, kalabalıklar arasında kaybolmamak demektir. Takvanın İsfehani lügatindeki tarifi de kalabalık içinde kaybolmaktan korkmaktır. Siyasiler ve sultanlar ise insanın böyle biri olmasını istemezler. Çünkü böyle kişiler aynı zamanda eleştirel bakarlar hayata, tenkit gözüyle bakarlar. Siyasiler, sultanlar, cemaatler insanların tektipleşip kitle içinde kaybolmasından hoşnut olurlar. Ben zaten onlara cemaat de demiyorum fırka diyorum. İnsanlar tektipleştiriliyor.

Takva dünyadan elini eteğini çekmek gibi anlaşılır halbuki!

Haşa! Allah'a karşı sorumluluk bilinci, mesuliyet şuurudur takva. Böyle bir Müslümanlık yok. Ahiret dünyada kazanılacak. Burada Emr-i bil maruf, Nehy-i anil münker yapan bir hayat yaşanacaktır. Ahireti kazanmak öyle kolay değil. Peygamberin hayatına bakın, seferi namaz daha çoktur. Ömrü seferde geçmiştir.

Piyasa Müslümanlığı diye bir terim kullanıyorsunuz. Ne demek piyasa Müslümanlığı?

Sıradan Müslüman olmak. Bitkiler bir arada oldu mu orman diyoruz, dağlar birarada oldu mu sıradağ diyoruz. Hayvanların bir aradalığına sürü diyoruz. İnsan bu canlılardan farklı, hakim ve ayrı bir varlık. Öteki varlıklar gibi tab edilmemiştir. Piyasa Müslümanlığı sıradan çıkma gayreti olmayan, statik dogmatiktir ki bizim imanımız asla dogmatik değildir. Müminin imanında sorgulama vardır. Kitap bize açık seçik şöyle der,”Yapabiliyorsanız bir ayet bir sure getirin. Hodri meydan” diyor.

İrademizi elimize almak için nerden başlamalıyız?

Kişioğlunun eline henüz ulaşmamış olan ilahi vahiyden önce kendisine adeta bir Nebi vazifesiyle verilmiş fıtrat ve vicdan vardır. Bütün insanlar onu kendilerinde hazır bulurlar. Evvela onu çalıştırmak ve üstünü örtmemek lazım. Küfür örtmek demektir. Vicdanının ve fıtratın sesini örtmektir. İkincisi elimize verilen ilahi vahyi rehber ve kılavuz edinmekle. O bizi Peygamber Efendimize gönderecektir. Peygamberimizin de yaşayan sünneti bizim için röperdir.

Modernleşmeye genel anlayıştan farklı bakıyorsunuz. Modernizm sizce ne demek?

Özellikle gelenekçi Müslümanlar modernleşmeyi kendilerine bir şamar oğlanı olarak buldular. Onu dövdükçe kurtuluyorlar. Modernite nedir? Yeni olan. Değişim diye bir olgu. Tabiata bakın, eşyaya bakın, dünkü insana, bugünkü insana bakın. Bir değişim var. Toplumsal, sosyal bir değişim var. İklimler bile değişiyor. Modern yeni olan demektir. Yeni olana direnilmez. Yeni olan sizin iradenizle göğüslenir. Onun nabzını tutarsınız ve kendi iradenizle ona karşı koyarsınız. Buna bir şey demem ama her yeni olana, her değişime karşı duran bir gelenekçi yapı var toplumlarımızda. Her şeye karşı çıktılar.

Mesela?

Herşey değişiyor. Bu değişimin nabzını tutarak başkasının bizi değiştirmesine izin vermeden biz değişeceğiz. Yeni üretimler, yaratımlar yapacağız. Yeni düşünüşler yapacağız. Müslüman dünya bundan korkuyor. Konuşmaktan, üretmekten, yaratmaktan, düşünmekten korkuyor. Düşünmedin mi üretmedin mi, yaratmadın mı hiç hata yapmazsın ama böyle cennete gidilmez. Allah ne diyor? “Günah işleyip de tövbe eden insanlar olmasaydı onları helak eder, yerine gene günah işleyip tövbe eden insanlar yaratırdım” diyor. Bizim gibi insanları susturmak için bize modernist, reformist diyerek kendilerini kurtarmaya çalışıyorlar. Ama kurtulamıyorlar çünkü modernite onları değiştirdi. Cipe en çok onlar biniyor, interneti en çok onlar kullanıyor. Üstelik başkalarının iradeleriyle üretileni kullanıyorlar. Çünkü kendileri kendi iradeleriyle kendilerini değiştirmediler. Kılık kıyafetleri onlara benzedi.

Teknolojiyi bir araç olarak mı görüyorsunuz?

M. Akif garbın teknolojisi alın ama ahlakını almayın diyor. Teknolojiyi alınca ahlakını da alırsınız diyorlar. Almayalım. Batı'da bir silah yapılıyor. Atıldığı vakit atılan yerdeki varlıklara bir şey yapmıyor sadece insanı öldürüyor. Bu bir zulüm silahıdır. Müslümanlar bunu yapmasın. Yapmayalım, aklımız başımızda. Almayıver onu da. Tetkik ederek al. Televizyon şeytan aleti gibi laflarla girdi. Şimdi herkesin her odasında var. Televizyon bir kumandanın başındadır. Arzu ettiğin filmi izlersin. İstersen kapatırsın. Sen iradesi zayıf bir mahluk olmaya razıysan, geri zekalı olmaya razıysan televizyon elbette senin için bir şeytandır. Benim çabam Müslümanları zayıf iradelilikten kurtarmak ve güçlü irade sahibi yapmak.

Dünün imtihanlarıyla bugünün imtihanları farklı mı?

Allah bizi de Peygamber Efendimiz döneminde yaratsaydı, O'nun terbiyesiyle yetişseydik diye Allah'ı suçlayabilir miyiz? Madem ki bizi bu dönemde yarattı, ben modern demiyorum, 1947'de doğdum diyorum, etrafımda ne varsa onunla sınanıyorum. Bunlar benim elimde olan şeyler değil. Ben bunların var olduğu ortama doğdum. Bilgisayarın internetin benim ahlakıma giren şubesi var, bir de girmeyen şubesi var. İradem elimde. Ahlakıma dahil olanı kullanırım.

İçtihad kapısı kapanmıştır deniyor. İçtihad yapılmalı mı? Herkes içtihad yapabilir mi?

İçtihad, Cehede kökünden gelir, cihadla aynı kaynaktandır. Bir müminin kendi alanına giren bir konuda bütün gücünü harcayarak ortaya koyduğu karar ve kanaatin kendisidir. Bir çoban için içtihad gittiği yeni bir dağda kıbleyi tayin etmedir. Herhalde şurasıdır diye rastgele durur, ya da ağaç kovuklarına bakarak, yosunlara, gökyüzüne bakarak bir yön tayin ederek durur. Birincisinde tam isabet etse de günahkar olur. İkincisinde isabet etmese de bir sevap alır. İsabet etse 2 sevap kazanır. Ama siyasilerin birer kese vererek yazdırdıkları fıkıh kitaplarında içtihadın şartları var; Arapçayı şu kadar sene tahsil edecek, şu kadar hadis bilecek... Bu şartları Peygambere uygulasan tutmaz. Çünkü ümmi idi. Elbette bir çoban devlet yönetiminde hangi yöntemleri uygulayayım diye oturup düşünemez. Her mümin kendi alanında, kendi çapında müçtehiddir. Bütün müminler bildiği kadar alimdir. Takvası kadar velidir. Kur'an da namazı, cihadla bir tutar. Allah yolunda cihadın birinci şubesi yaptığımız işi bilinçle düşünerek yapmamızdır. Ne yaptığımızın bilincinde olarak yapmaktır bu da içtihadın ilk adımıdır.

Günümüzde Müslümanların iktidar ve zenginlikle sınandığı söyleniyor?

Ben Türkiye'de Müslümanların aktif siyasete erken girdiği kanaatindeyim. Bunun vebali de Erbakan'ın boynundadır. Müslümanlar İslamı sahih bir şekilde öğrenmeden, uygulamadan sadece şekli Müslümanlık kimliğimizle, “biz Müslümanız” diye atıldık. Çok büyük yanlışlar yapıldı. Bizden olmayan bir devletin yöneticisi bizim insanımız. Sıkıntı burada. Bıraksınlar devleti sahiplerine derim ben. Çünkü sıhhatli biçimde dinimizi doğru algılamadık, yaşamadık, daha kendi aramızda birleşmedik buluşmadık. Ama Müslümanlar dünyanın en merhametli insanları oldukları için topluma Müslümanlar yönetici olduklarında onların ötekilerden bariz farkları ortaya çıkıyor. Çünkü Müslümanlar merhametlidirler, hak yemezler, adil davranırlar. O da ortada. Türkiye başka iktidarlar da gördü. Halkına ihanet eden, askerin namlusunu halkın üzerine diken iktidarlar da gördü. Müslümanlar hem varlıkla hem de iktidarla sınanıyorlar. Ama ben ana kaynağa refere olmanın peşindeyim. Müslümanlar aktif siyasete atılmasalardı samanın altındaki su gibi gelişiyorduk. Şu son 40 yıldaki gelişmeyi Müslüman dünyanın son bin yıldaki gelişmesinden daha ileri görüyorum.

Son kırk yılda ne yaşandı?

Muazzam bir değişim yaşandı. Müminler kaynağın gözesine ulaştılar. Osmanlı Müslüman bir devletti. Türkçe konuşan halkın elinde tek bir mütekamil anlamda tek bir Kur'an'ı Kerim yoktu. Yüzlerce var diyorlar. Bunu söyleyenlere “iki elim yakanızda olsun bana bir tane gösterin” dedim. Yok. Halk Arapça, Farsça bilmez. Halkın eline bir tane Kürtçe ya da Türkçe kaynak vermemiş bu İslam devleti. Ama bugünkü laik devletin son kırk yılında 300'e yakın tefsir ve meal yazıldı. Tercümeler de var. Kur'an'a ulaştı insanlar. 600 sene boyunca Kur'an'ı tanımıyorlardı. Benim yetiştiğim yıllarda İslam adına yazılmış bir avuç kitap vardı. Şimdi muazzam bir literatür birikmesi oldu.

Nasıl başladı peki bu gelişme?

Bu 61 anayasasının sağladığı hürriyet ve tercüme eserlerle başladı. Bu gelişmedir Türkiye'de Müslümanları hep iktidarda tutan. Çünkü Müslümanlar başta yok hükmündeydi ama şimdi söz söyleyecek başka kimse kalmadı. En büyük sosyalist, “Sosyalizm bitti, belki biraz solculuk var” diyor. Bir tek Müslümanların söyleyecek sözü var.

Önemsediğiniz bir metafor “Hayırda yarışmak” Cami köprü yaptırmaktan bahsetmiyorsunuz herhalde?

Kur'an'da size gelen hayır Allah'tandır deniyor. O zaman bize gelen hayırdır. O nedir mesela, ölçüde tartıda hile yapmamaktır. Allah'ın kulları karşısında kibir sahibi olmamaktır. Gücü kuvveti Allah yolunda harcamaktır. Fikri, gücü, Allah yolunda harcamaktır. Cihad etmektir. İnsanlar arasındaki bütün münasebetlerde Allah'ın istediği bir kul olmaya çabalamaktır. Allah'ı görüyor gibi yaşamaktır.

Bugüne kadar erkeklere tanınan düşünme ve üretme anlamındaki davranış hürriyeti, kredisi ve hakimiyetin kadınlarla paylaşılmamış olmasını, İslam alemindeki zillet hayatının temel sebeplerinden biri olarak görüyorsunuz. Biraz açar mısınız?

Beni yetiştiren bir anneydi ve ümmiydi. Eğer beni yetiştiren annemin din anlayışını alsaydım şu anda müşriktim. Annem müşrik değil çünkü ümmi bilmiyor ama ben olurdum çünkü ben tedkit etme araştırma imkanına sahibim. Annem eğitilseydi, okutulsaydı, fıkıh kitapları, geleneksel despotik aile yapısı müsaade etseydi, benim geçtiğim süreçlerin yarısından geçseydi... Bugünkü kopuk aileyi doğuran geleneksel ailedir. Bugün bazı genç kızlarımız o aile yapısı yüzünden feminist düşüncelere savruldular. Mümin neden feminist olsun ki? Şu anda İskenderpaşa Camii'nde hala okutulan kitapta Peygambere “Kadınlara okuma yazma öğretmeyin, illa öğreneceğim derlerse Kur'an öğretin, Kur'anda da Yusuf suresini öğretmeyin. Orada Yusuf'la Züleyha'nın meselesi var” dedirtiyorlar. Ben bunu yazdım. Esad Coşan “Biz de biliyoruz bazı mevzu hadislerin olduğunu” demiş.

İslam'da sanatın yeri yanlış mı anlaşılmış?

Bu konuda da hadis uydurulmuş ya da yanlış anlaşılmış. O hadislere göre müzik haramdır, o hadislere göre müzik, heykel haramdır. Böyle bir şey yok. Hz. Muhammed'in sözleri ancak sebebi vüruduyla okunursa doğru anlaşılır. O yüzden hadis yerine siret okumalarını tavsiye ediyorum. Peygamber kişiye özel, olaya mahsus tavsiyeleri de olan bir zat. Biri kendine bir şey sorunca o bütün toplum için geçerli değildir. Ebu Zer'e “Sen biraz toplumdan uzak dur” diyor. Peygamber dedi ki “Siz biraz toplumdan uzak durun” diye naklediliyor bu. Peygamberimiz namaz kılacağı zaman tam namaz kılarken önünde bir perde, perdede Şahmeran resmi var. Perdeyi kenara çekin deyince Peygamber resmi yasakladı diye geçiyor. Halbuki insan hayatında dans da var. Dans deyince herkes kadın erkek diye anlıyor ki insan mahremiyle de yapabilir. Meşruiyet zeminini bulmak lazım. Ne heykel yasak, ne resim yasak. Helal ve haramı koyan ancak Allah'tır. Kur'anda geçmeyen biçimde Peygamberimizin böyle bir yetkisi var zannediyorlar. Halbuki helali haramı tayin eden Allah'tır. Müzik haramdır deme yetkisine haiz değil. Fakat heykelde de, müzikte de elbette Müslüman'ın bir takım sınırları vardır bu da normal hayatın içindeki sınırlardır.





12 yıl önce