Afganistan'da görev aldım üniversitede, ders veriyordum. Orada Hubel leşkeri bazar'da saray kalıntıları, camiler, hepsini inceleme fırsatı buldum. Epey bir müddet aştırmalar yaptım. Leşkeribazar çok mühim. Oralara gidip resimler çektim, sonra bir araştırma için tekrar Orta Asya'ya gittim. Semerkand, Buhara… oraların incelemelerini yaptım. Mısır'a Kahire'ye gittim. Anadolu'nun her yerinde çalışmalarımız, kazılarımız oldu.
Gidiyorum tabi. Bir camide hasar olduğunu duyduğumda gidip bakıyorum. Yanlış restorasyon olduğunu duyduğumda gidip bakıyorum. Ama o kadar.
Yok, hiç danışmıyorlar
Şunu belirtmek lazım. Türk sanatı mimarisi Osmanlılarla başlamış bir mimari değildir. Orta Asya'da kubbe mimarisi, Doğu Türkistan'da büyük kubbe mimarisi vardır. Sonra Selçuklular zamanında İran'da büyük kubbeli camiler var. Böyle eski bir gelenek. Mimari Osmanlılarla Anadolu'da gelişmeye devam etmiştir ve Mimar Sinan'la şahikasını bulmuştur. Bu nedenle Türk mimarisini bir bütün olarak görmek lazım. Çünkü şimdi birçok Prof. ben Osmanlı sanatına bakarım diyor, öbürkü Selçuklu sanatına bakarım diyor, bölük pörçük. Ben bütün Türk sanatını incelemeye aldım ve bütün çalışmalarım böyledir. Türk İslam eserlerinde mimari hatlar, Kübizm akımının kurucusu Corbusier'in ilham aldığı kübik organlar vardır. Kubbelerin kuleleri etrafındaki elemanlar. İran'da Safevi mimarisi süse boğulmuştur. Osmanlılarda gayet ölçülü bir süsleme vardır. Mimari hatlar esastır.
(Gülüyor.) Türk tarihini bilmeyen cahillerin kafasıdır bu. O zaman Orta Asya'daki o kadar mimari eserler nasıl yapılmış?
Kübik mimari hakim olmuştur bütün dünyada. Osmanlılarda da kübik mimari hakim olmuştur. Orijinal bir mimari geliştirilmemiştir.
Kübizm devam ediyor. Ama ondan gelişmiş çeşitli üsluplar var mesela İtalyanlar başka Amerikalılar başka, Ruslar başka. Her biri bunları kendine göre yorumlayarak gelişiyor.
Atatürk Cumhuriyet sanatının başlangıcını gelişmesini üzerine almış ve hayatının sonuna kadar bu konuda emek vermiş, görev yapmış birisidir. İlk defa bize Türklüğü, Türk sanatını benimseten Atatürk olmuştur. Onun ölümünden sonra bunu devam ettirecek kuvvetli şahsiyet kalmamış. Sonra zayıflaya zayıflaya tamamen eski gelenek kaybolmuş o gelişme durmuştur.
Günümüzün estetik anlayışı biraz beynelminel. Tüm dünyada hakim olan mimari akımlar bizde de hakim olmuştur.
Yepyeni bir üslup yepyeni bir görüş diyebileceğimiz bir şey yok. Hepsi eskinin yarım yamalak taklitleri.
Çok kocaman, çok uzun minareleri olan camiler yapıyoruz bugün.
Bunlar iyi bir mimari olmadığını gösterir. Eski camilerin nispetleri kubbe minare hepsi dengelidir. Birbirine uygun nispetlerle yapılmıştır. Bunu başaramayınca acayip şeyler yapılıyor. Minareyi uzatıyor, kubbeleri değiştiriyor. Bunlar iyi şeyler değil.
Devam ettirecek kadar iyi mimar sanatkar yetişmemiş.
Hayır. O dönem geçmiştir. Mimar Sinan'ın çağdaşı olan Rönesans mimarlarının da aşılması söz konusu olmaz.
Corbusier vardır kübik mimarinin kurucusu İsviçreli mimar. O İstanbul'a gelip incelemeler yapmıştır. “Bana ilham veren Mimar Sinan olmuştur. Onun kübik hatlar içeren mimari organlarından ilham alarak kübik mimariyi buldum” diyor. Bir de dünya çapında bir Japon mimar var hala hayatta. “Ben Roma mimarisiyle, Mimar Sinan'a bakarak bütün çalışmalarımı yaptım” diyor. Bu ikisi Mimar Sinan'ın durumunu biraz aydınlatır. Mimar Sinan'ın en iyi eseri şudur demek doğru değil. Kendisi çıraklık kalfalık ustalık eseri diye sıralar ama o onun tevazusundan.
Gayet tabi. İran'da uzun zaman Türkler, Selçuklular hakim olmuştur. İsfahan'da Mescid-i Cuma gibi eserler Selçukluların yaptığı eserlerdir. İran ancak Safevilerle kendine has bir şeyler yapmaya başlamıştır gayet mübalağalı görüntüler halinde. Mesela İran camileri süse boğulmuştur, mimari süsün altında ikinci planda kalmıştır. Bütün sanatlarda da böyledir.
Halıyı ele alalım mesela. İran'da 16. yüzyıldan evvel halı yoktur. Safeviler zamanında İran halıları çıkmıştır. Ama dünyada bütün halılar hep İran halıları olarak bilinir. Aslında Türk halılarının ihtişamı hiçbir zaman İran tarafından taklit bile edilememiştir.
İstanbul'da binlerce gökdelen yapılıyor yepyeni şehirler kuruluyor. Bu tabi bir rekabet doğuruyor. Herkes yüksek bina yapmak istiyor. Tabi bir de ekonomik bakımdan sınırlı arsalar üzerinde ne kadar yüksek bina yaparsak o kadar avantajlı oluyor.
Bu yanlış bir bilgiden kaynaklanıyor; tasvir yasağı. Aslında tasvire tapmak yasaktır, tasvir yasağı diye bir şey yoktur. İslam'ın ilk dönemlerinde Mekke'nin fethi zamanında Mekke heykel doluydu. Araplar hepsini kırıp dökmeye başladı. Hz. Muhammed geldiğinde bakıyor durum kötü bir Hz. Meryem, Çocuk İsa freski var duvarda. Hemen önünde duruyor, “buna dokunmayacaksınız” diyor. O dokuzuncu yüzyıla kadar orada durmuş. Ondan sonra taassup almış yürümüş tasvir yasağı diye diye. İslam'da öyle bir yasak yoktur. Göktürklerle başlayan bir heykel sanatımız var. Birçok heykel var Orta Asya'da. Onlardan başlayarak bütün Türk devletlerinde heykeller, balballar var. Fakat taassup nedeniyle gelişmemiş.
Bütün Avrupa, Amerika, Rus müzeleri hepsi Türkiye'den gitme eserlerle doludur. Çünkü Osmanlı döneminde kazı yapma izni verildiğinde bu kazılarda çıkan eserlerin belli bir bölümünü alıp götürmek müsaadesi vardı fakat bunlar hepsini alıp götürmüşlerdir. British Museum'da bir kilometre boyunca antik şehirler sırayla sergilenmiştir. Çıkan eserler bizde hiç örneği olmayan eserlerdir. Mesela Samerra'da Almanlar kazılar yapmış, çıkan eserlerin hepsini götürmüşler bize hiçbir şey kalmamış. Çünkü o zaman Osmanlı'da sanat eserini saklamak gibi bir şey yok.
İmkan yok, koyacak yer bulamazsın. Bütün şehri doldurur. Bu sayede de korunmuştur bu eserler.
Mimar Sinan'ın eserleri başta gelir gene.
Edirne'de Mimar Sinan'ın eserleri yok olmuştur. Anadolu'da birçok kazı yerlerinde eserler yok olmuştur. Çok büyük zarar verilmiştir. Atatürk zamanında Atatürk'ün telkiniyle korunması zaptu rapt altına alınmıştır.
İlk kazımız Diyarbakır Artuklu Sarayı kazısıydı. Çok muhteşem bir saray kazısı yaptık. Biraz restorasyonunu yaptık. Çok güzel bir şey oldu sonra bir daha ilgilenemedim çünkü yasak bölge yaptılar. Saray İçkale'de orada askeri birlik var. Katiyen gidip göremedim. Bir sürü hikayeler anlattılar, kazı tahrip oldu, yakıldı, yıkıldı diye… Fakat en son haber aldığıma göre korunma altına alınmış. Sonra Kayseri Keykubadiye kazısı yaptık. Alaaddin Keykubat'ın zehirlenerek öldüğü saray. Kendi eşi ve oğlu zehirliyorlar Alaaddin Keykubad'ı. Bir av eti sunuyorlar sıcak sıcak. Keykubat zehirlendiğini anlıyor fakat karısı ve oğlu tarafından zehirlendiğine o kadar üzülüyor ki orada tonozlu bir yer var gidip orada ölüme terk ediyor kendini. Sonra Yozgat Kalehisar kazısı yaptık. Orada Osmanlı öncesi keramik fırınlar bulduk. Sonra İznik kazılarına başladık. Sistemli olarak İznik kazılarına devam ettik bugün de hala yardımcılarım devam ettiriyorlar.
İznik kazıları çok mühim. Çünkü o zamana kadar yalan yanlış bilinen bilgiler kazılar sonunda doğrulandı ve hepsinin ne olduğu açıklandı esaslı olarak.
Biraz da öyle oldu. Bir sanat dalı yeniden doğdu.
Evet, sanat tarihinin adı bile yoktu burada. Edebiyat Fakültesi'nde dört bölüm vardı: tarih, edebiyat, felsefe, coğrafya. Ben orada okudum. Üniversite reformunda hocaların çoğu Hitler'den kaçan Almanlar. O şekilde mezun olduk. 1938'de bakanlık bir Avrupa imtihanı açtı. Türk İslam Sanatı ihtisası yapmak üzere Avrupa'ya bir öğrenci gönderilecekti. Bu imtihanı kazandım. Sanat tarihine bu şekilde girdim. O zamana kadar sanat tarihi bilinmezdi.
Türk İslam Sanatı deyince tahmin ediyordum az çok. İmtihanı kazanınca sanat tarihçisi oldum. İmtihan önemli, kazanmasaydım sanat tarihiyle alakam olmayacaktı.
O zaman Avrupa'ya Köstence üzerinden gidiliyordu. Berlin'e gittik. Talebe müfettişi Reşat Şemsettin Sirer bizi karşıladı. O zaman Hitler hakimdi. Yahudiler kapılarında sarı yıldız olan damgalı evlerde oturuyorlardı. Öyle bir evde kiracı olarak oturmaya başladım. Her gün bir Alman hanımdan ders alıyordum. Çalışmalara devam ederken baktım ki Berlin'de çok Türk talebe var. Biz hep Türkçe konuşuyoruz. Reşat Şemsettin Sirer'e “Hiç Türkçe konuşulmayan bir yere gidersem orada daha rahat Almanca öğrenirim” dedim. Bunun üzerine beni Marburg'a gönderdi. Orada üniversiteye devam ediyorum fazla anlamadığım halde. Bir taraftan da Almanca çalışıyorum. 1940 senesinin başında savaş patlak verdi. Bütün Avrupa'daki talebeler hepsi Münih'te toplandı ve geri geldik.
O zaman için evet. Ben gelir gelmez yedek subay okuluna müracaat ettim. 6 ayda mezun oldum. Kurayla kıtalara gönderiliyoruz, bana Mardin'in kazası Midyat çıktı. Orada yedek subaylığa başladım asteğmen olarak. Dönemin sonuna doğru bakanlıktan benim ev adresime bir mektup geliyor. “Tahsilinizi tamamlamak üzere tekrar Avrupa'ya gitmeniz kararlaştırılmıştır. Bakanlığa müracaat ederek harcırahınızı, pasaportunuzu alıp görevinizin başına gitmeniz gerekiyor.” O zaman Reşat Şemsettin Sirer Yüksek Tedrisat Müdürü. Doğru oraya gittim. Bir asker selamı çakarak “Yarım kalan tahsilimi tamamlamak üzere tekrar Almanya'ya gitmek için size geldim” dedim. “Olur mu savaş var” dedi.
Ben de “Bakanlıktan mektup geldi” dedim. Görevlileri çağırdı böyle bir mektup var mı diye. Bulup getirdiler o zaman tamam dedi. Ben yüksek öğretmen okulunda okurken müdürümüz olan Hamit Olgunsu Edebiyat Fakültesi'nin Dekanı olmuştu. Yakından ilgilendi. Reşat Şemsettin Sirer'le acele muamelemi tamamladılar. Ben bu defa araştırma yaptım. Türk İslam Sanatı ihtisası için en iyi yer Viyana Üniversitesi çıktı. O zaman Almanya Viyana beraberdi. Dünyanın en esaslı sanat tarihi enstitüsüydü.
E durum bu. Sanat tarihinin adı yok ki nerede kaldı Türk İslam Enstitüsü olsun. (kendi yazdığı kitabı gösteriyor) Ama sonra liselerde ve imam hatiplerde bu kitap okundu bugün bile hala okunuyor.
1943'te doktoramı tamamlayıp döndüğümde İstanbul Üniversitesi'nde sanat tarihi bölümü yeni kurulmuş. Güzel bir şans eseri Viyana'daki hocam Prof. Ensdith davet edilmiş bu enstitünün başına. Tabi Prof. Ensdith beni hemen yanına asistan aldı biz sanat tarihi öğretimine başladık. Fındıklı'da Güzel Sanatlar Akademisi'nin yanındaki binada Türkiye'de sanat tarihi öğretimine başladık. Şimdi o binanın kapısında bir plaket var. “Türkiye'de sanat tarihi dersleri ilk defa bu binada Prof. Ensdith ve Aslanapa tarafından başlatılmıştır” diye. 1945'te savaş durumu karıştı biz sembolik olarak savaşa katıldık. Bütün Alman hocalar enterne edildi. Prof. Ensdith de Kırşehir'e gönderildi. Beni de 2. defa askere aldılar.
Her şey yüzüstü kaldı bir müddet. 1946'da barış imzalanınca hocalar görevlerine döndüler. Ben de terhis oldum. Tekrar öğretime başladık. Fakülteye gelmek isteyen bazıları Prof. Ensdith aleyhine kampanya başlattılar. 1949'da mukavelesi uzatılmadı. O gittikten sonra sanat tarihi dersleri biraz aksadı tabi. Başka bir Alman Prof. geldi. 1960'a kadar böyle idare ettik. 60'da ben profesör oldum. Bütün enstitü idareme geçti ve kazılara başladık.