|

Müslümanlar artık mazlum değil aktör

Geçtiğimiz haftalarda yayınlanan iki farklı araştırma Türkiye'nin muhafazakârlaşmadığı gibi muhafazakârlığın ılımlılaşıp, bireyselleştiğini ortaya koydu. Bundan yıllar önce Boğaziçi Üniversitesi'nde iken sosyolog Nilüfer Göle, Türkiye'nin korkulduğu gibi muhafazakâr olmayacağını yazmıştı. Türkiye'de ve dünyada kutsalla seküler arasındaki ilişkileri incelediği kitabı Metis'ten 'Seküler ve Dinsel: Aşınan Sınırlar' adıyla yayınladı. Prof. Dr. Nilüfer Göle, Türkiye'deki en büyük değişimin Müslümanların mazlumluktan aktörlüğe geçişi olduğunu söyledi.

Murat Aksoy
00:00 - 22/10/2012 Pazartesi
Güncelleme: 19:53 - 21/10/2012 Pazar
Yeni Şafak
Müslümanlar artık mazlum değil aktör
Müslümanlar artık mazlum değil aktör
İslami kesimdeki bu dönüşümün en temel sonucu nedir?

Kendilerini mazlum olarak algılamayı bırakıp, kurucu aktör konumunda görmeleri. Sadece Türkiye'de değil, kısa zamanda bölgede ve dünyada kendisini yeniden konumlandırmaya çalışıyor . Küresel dünyadaki değişim Müslümanların söylemini çok etkiledi. Mesela İstanbul Küresel Forum toplantısı bundan 10 yıl önce olsaydı, muhtemelen bu kadar katılım sağlanamazdı, yani Türkiye'den bu konuları tartışmanın yeni bir çekiciliği var, Türkiye yeni bir platform sunabiliyor. Eskiden olsa, tepkisel söylem hakim olurdu, 'Batı adaletsiz, biz mazlum', bakın Filistin'e, Arakan'a gibi. Bugün ise dünyada ki adaletsizliğin giderilmesine bizim katkımız ne olabilir sorusu soruluyor. Soruyu bu şekilde koyabilmek 'biz ve onlar'dan çıkabilmek işte tepkisel döngülerden kurtulmak anlamına geliyor.

Kurucu aktör olma mümkün mü?

Neden olmasın? Koşullar uygun görülüyor, daha doğrusu belki uygun değil ama zorlayıcı. Yani riskleri yüksek bir dönemden geçiyoruz. Ama ülkeler, insanlar, böyle anlarda sınanıyor, kendini ortaya koyabiliyor. Benim için önemli olan sorunun güç tarafı değil, insani tarafı. Kurucu aktör olma iddiası, örnek teşkil etmenizi, ve sizin kaçınılmaz olarak daha özgür, daha eşitlikçi, daha adaletli olmanızı zorunlu kılıyor. Bu da başta Kürt sorunu olmak üzere temel sorunlarınızı çözmeyi gerektiriyor. Bu sorunların çözümü de daha çok özgürlük, daha çok eşitlik ve daha çok adaletten geçiyor. Aslında 'açılım' kavramı bu arayışın bir sonucu. Eskiden AK Parti denilinde 'gizli ajandaları' var denirdi, bugün şimdi partiyi söyleyip de yapmadıklarından dolayı eleştiriyoruz . Unutmayalım bu toplum özgürlükçü bir toplum. Kim daha çok özgürlük vaat ettiyse iktidar oldu. Demokrat Parti gibi, Anavatan Partisi gibi, AK Parti gibi.

TÜRKİYE'NİN GÜCÜ SOSYOLOJİK DEĞİŞİMİNDE
Bu Türkiye'nin Ortadoğu'yu etkilediğini düşünüyor musunuz?

Bugüne kadar Türkiye'nin Arap dünyası ve Ortadoğu'ya model olması hep politik liderlikle ve siyasetle açıklandı. Ben bunun eksik olduğunu düşünüyorum. Bana öyle geliyor ki, Türkiye'nin bu bölgelere modelliği daha çok sosyolojiktir. Bütün sorunlara rağmen farklılıkların bir arada yaşayabildiği, seküler ve kutsalı aynı ayda sahiplendiği bir Batı dışı modernlik örneği olmasındadır. Türkiye toplumu son 20 yıldır daha çok eşitlik, daha çok özgürlük, daha çok adalet istiyor, sadece son 10 yılda değil. Türkiye Arap dünyası ve Ortadoğu için ideolojik bir model değildir. Türkiye gibi olabiliriz düşüncesidir. Model olmak, sizin gibi olmak isteyenlere ümit olabilmenizdir. Türkiye'nin emsalsizliği İslami Cumhuriyet olması değil hem Batı'ya yakın olması hem de Doğu'nun İslam referansını da yaşama katarak onu ayrı bir kültürel dokuda ortaya çıkarmaya çalışması ki bu daha önce hiç gerçekleşmedi Bugün İran modelinin değil de Türkiye modelinin konuşulmasının gücü burada. Arap Baharı'nın bir hedefi Türkiye 'gibi' olmak.

İki önemli araştırmada Türkiye'de muhafazakârlığın artmadığı tespit edildi. Bu konuda ne düşündünüz?

Muhafazakârlığın semt ve el değiştirdiğini, kasaba olgusu olmaktan çıkıp kentlere taşındığını, seçkinleştiğini, burjuvalaştığını gözden kaçıramayız. Siyasal güç, maddi imkanlar, yeni tüketim arzuları, muhafazakâr kesimleri dönüştürdü. Muhafazakârlık öykünülen, özenilen yaşam biçimlerinin, başarı hikayelerinin bir parçası oldu. Muhafazakârlık daha az geleneksel, ama daha islami ve daha zengin sınıfların elinde. İnancın yeni sosyal kodlara dönüştüğünü söyleyebiliriz. 'Gardrop' batıcılığından sonra bugün de 'sofra' muhafazakârlığını eleştirmemiz gerekecek.

İRAN OLMA BOŞ BİR KORKUYDU
Yani tartışmaya devam edeceğiz...

Muhafazakârlığın kendi seçkinlerini ortaya çıkarmakta olduğunu söylüyordum. Bugün bunu görüyoruz. Dindarlar, geleneksel toplum, siyasal islam derken bugün muhafazakârlığı tartışıyoruz. Türkiye örneği hem bir yanıyla sekülerin içinde olan hem de kutsalla bağını tutmaya çalışan bir deneyim. Bugün muhafazakârlık belki ençok bunu ifade ediyor. 1980 sonrası sıkça sorulan soru ya da açık ifadeyle duyulan kuşku şuydu; kutsalla olan bağ bizi İslami bir modele, İran'a mı dönüştürecek? Soru buydu.

İran olmadık ama...

Evet. Çünkü bu kuşkuyu duyanların temel sorunu sekülerlikle, kutsala olan referansı birbirine alternatif olarak görmelerindeydi. Kutsal varsa seküler yok, ya da sekülerse kutsalı reddetmek zorunda. Türkiye deneyimi 'ya o ya bu' okumalarını, ya sekülerleşme, ya islamileşme tezlerini zorluyor. Ben son kitabımda daha teorik düzeyde olmakla birlikte, dinsel ile seküler arasındaki sınırların aşınması ifadesiyle bunu irdelemeye çalıştım.

Neydi sizi farklı bakmaya iten neden?

Öncelikle Türkiye'nin güçlü siyasal, parlementer, çoğulcu geleneği. Bu nedenle siyaset bilimcilerinin İran devrimine istinaden ortaya attıkları 'politik islam', yani devrimci islam olgusu, Türkiye'de parlementer demokrasi meşruiyeti içinde kendine bir mecra bulmuş olan siyasal islam'dan çok farklı. Ayrıca ben okumalarımı 'kültürel' islam üzerinden yaptım. Ben kültürel İslam'ın benlikleri de dönüştüren, kutsalla seküler arasında, özgülükler-farklılık-kutsal arasında sentez kuran, melezleşen bir modeli ürettiğini gördüm. Yani hem modern dünyanın içinden konuşan, hem de kutsala sahip çıkmak isteyen aktörlerin iç dünyasını anlamaya çalıştım. Ve bu dönüşümün ana aktörü kadınlar oldu. Çünkü Türkiye örneğini özgürlükler ve çoğulculuk açısından başarılı kılan kadınların kendilerini kabul ettirmesi oldu.

TÜRKİYE DENEYİMİ BATI DIŞI MODERNLİĞE BİR ÖRNEKTİR
Türkiye'deki bu değişim nasıl başladı size göre?

Yirmi yıl önce şöyle düşünmüştüm: 'kadınlara özel alanda hem de kamusal alanda yer veren bir İslami hareket kendi içindeki dönüşüm kabul edecektir. Kadınların özgürlük talepleri bastırılmaz ise İslami hareket dönüşümünü yaşayacaktır. Bastırılırsa dönüşüm yaşanmaz'. İlk ve önemli kırılma burada yaşandı. Kadının hem kamusal alana girmesi hem de mahremiyetini sahiplenmesi hem geleneksel erkek hem seküler feminist zihinsel dünyayı karıştırdı. Ama aynı zamanda her iki dünyanın parçalarıda var. Modern mahrem bu kırılmaların, melezlenen dönüşümün sentezi.

Kadınların kamusal alan çıkma motivasyonu nedir, İslam mı?

Hayır. Eğitim. Bugün müslüman kızların en önemli sermayesi eğitim. Ayrıca sadece Türkiye ve Avrupa da değil. Pakistan'da okula gitmeyi seçtiği için,Talibanlar'ın kafasına kurşun sıkarak öldürmek istediği küçük kız tüm okumak isteyen kızların bayrağı haline geldi. Eğitim kadınlar için en önemli özgürlük kapısı. Kadınların geleceğe ait hayalleri olabilmesi için eğitim kapısından geçmeleri gerekiyor. Müslümanlar arasında bugün bu kapıdan örtülü geçmek isteyenler var. Ayrıca eğitime verdikleri öncelik, Cumhuriyetin idealleriyle de, feministlerin iddiasıyla da örtüşüyor.

Bu serüven sizin alternatif modernlik tanımınıza uyuyor...

Öyle. Çünkü seküler eğitim arzusuyla inanç dünyasını biraraya getiriyor. En azından alternatif modernlik sorusunu sormamıza neden oluyor. Alternatif derken karşıt, sistem dışı yerine, sorgulayan, içerden dönüştüren bir kapasitenin, desenin ortaya çıkmasını kastediyorum. Seküler modern dünyanın, mahremiyet ve kutsalın hatırlatılmasıyla dönüştürüldüğünü düşünüyorum. Bir ikincisi modern toplum çoğulculuğu hayata geçirmekte zorlanıyor. Batı dışındaki tarihsel deneyimlerden, Hindistan sekülarizmi, Osmanlı imparatorluğu gibi öğreneceği şeyler var. Milliyetçilik bir çeşit sosyal mühendiklik anlamına geldi, toplumları kendi dokularına ters düşecek şekilde yeniden inşa etmeye kalktık. Bugün farklılıkların, etnik, dinsel, fikirsel birarada yaşayabileceği yeni bir toplum muhayyelesine ihtiyaç var. Özellikle küreselleşen dünyada, yani sınırların bizi birbirimizden eskisi kadar ayırmadığı, zaman ve mekan kavramının daraldığı, aynılaştığı, daha küçük sıkışık bir alanda, farklılıklara tahammül zorlaşıyor. Adalet kavramı öne çıkıyor.


Ekonomik olarak mı...

Sadece ekonomik boyutu yok, siyasal ve kültürel alanda da adalet kavramı önem kazanıyor. Istanbul'daki Küresel Forum toplantısı buna iyi bir örnek, hatta adalet kavramının tek merkezden, tek kültürlü değil, daha çoğulcu anlamında küresel olarak tartışılmasına önayak oldu. Alternatif modernlik kavramı seyirci, mazlum, tepkisel değil, aktör, düşünen, tartışan, öneren konumuna geçmeyi gerektiriyor.

FRANSA BİRLİKTE YAŞAMAYI ERTELİYOR
Buradan Batı'ya Fransa'ya geçsem ve yakın zamanda İslami bazı görünürlüklere getirilen yasağı sorsam...

Fransa'da İslami görünürlüğe getirilen yasaklar iç daraltıcı. Çünkü bu yasaklar yukarıda sözünü ettiğim toplumsal mühendislik anlamına geliyor ve toplumun kendi kendini dönüştürebilme kapasitesine engel oluyor. Bir arada yaşama pratiğini ertelediği, hayatın sentezlenmesine imkan vermediği için üzülüyorum. Aslında sadece Fransa'da değil Batı'da farklı olana dönük her yasaklama gerçekle yüzleşmeyi, birlikte yaşama deneyimini erteliyor. Birbirinden öğrenmeyi, birbiriyle dansederek ortaya yeni bir koreografi çıkarabilmeyi erteliyor.

Öğrenme şansını kaybediyor...

Aynen Fransa'dan çıkıp Türkiye'ye geldiğimizde benzer simetriyi Kürt sorununda görüyoruz. Kürt kimliği ve hakları üzerindeki her kısıtlama birlikte yaşama pratiğine zarar vermesi açısından da önemli sorunları içinde barındırıyor. Toplumun tolerans eşiği düşüyor.

İSALAM BATI'NIN PARÇASI
Türkiye'nin sizin ifadenizle 'melez' hali Batı mesela Fransa için bir örnek olabilir mi?

Fransa dinsel simgelere yönelik yasak koyarken yakın zaman kadar kendine Türkiye'yi referans alıyordu. 'Bakın ben yasaklıyorum ama Türkiye de yasaklıyor' diyordu. Ama Türkiye artık yasaklamıyor. Kemalizm ve laiklik eleştirileri biraz geride kaldı, Atatürk ve sekülarizm söylemlerini yeni bir mecraya oturtma zamanı geldi. Eğer İslami hareket bir dönüşüme girdiyse bunda sekülarizmin de payı var, kendi içindeki sorgulamalarını, çoğulcu sesleri çıkartabildi.

Nasıl başarabilir Avrupa bunu?

Müslümanlığı kimlikten çıkarmamız gerekiyor. Bu açıdan Türkiye'nin son 20 yılı iyi bir örnek. Müslümanların kamusal alanın parçaları olması kimlik üzerinden değil gündelik hayat üzerinden oldu. Karşılıklı etkileşim üzerinden, melezlenme üzerinden oldu. Avrupa kimlik politikası yaptığı için İslam'la, Müslümanlarla kötü bir sınav veriyor. Halbuki Türkiye'de demokrat sekülerler Müslümanlarla dans etmeyi kabul etti. Aradaki duvarları yıktı, birlikte konuşmayı, düşünmeyi, hareket etmeyi, yaşamayı kabul ettik. Avrupa bu dansı erteliyor. Bu noktada Türkiye'nin AB üyeliğinin ne kadar önemli olduğunu görüyoruz.

Neden?

Çünkü Türkiye'nin AB ile ilişkileri derinleştirmesi Avrupa'daki Müslümanların da toplumlarından izole edilmesinin önünü geçiyor. AB Türkiye ile ilişki kurduğunda aynı zamanda kendi içindeki Müslümanlarla da kurmuş oluyor. Bu açıda AK parti'nin AB hedefi çok önemli. Bu günlerde ilişkiler biraz yoğunluğunu kaybetse de hem AB için Türkiye hem de Türkiye için AB önemli.

Fransa'da yaşamak zorlaşıyor mu?

Genelde Avrupa'da sözümüzün duyulması herzaman kolay olmuyor. Türkiye'de de 20 yıl önce bugün Fransa'da söylediğimin benzerlerini söyledim. Burada da sesimiz daha kolay duyulsa da, her zaman doğru anlaşılmadı. Ama bu durum entellektüellerin, sosyal bilimcilerin konumundan kaynaklanıyor. Toplumun kendine bellediği doğruları değiştirmek kolay değil.

TEPKİ VERMEMEK DE BİR TEPKİ OLABİLİR
Yakın zamanda ortaya bir film çıktı. Müslümanlığın kutsallarını rencide etti. Tepkiler sert oldu. Tepkiler hakkında ne düşündünüz?

Müslümanlar için Hz. Peygamber ve Kur'an çok önemli kutsallar. Bunlara yönelik bir dil uzatma ya da küçük düşürme müslümanları rencide ediyor, tepki ile karşılanıyor. Ancak öte yandan, özellikle Arap dünyasında görülen bu tepkilerin biçimi ve şiddeti İslam'a zarar veriyor. Bu korsan video olayında, bunun bilinciyle hareket eden müslümanlar, dini liderler aydınlar Fransa'da çıkıp açıklama yaptılar; bu kadar seviyesiz bir filme tepki vermeyeceğiz diye. İslami kaynaklara, hadislere, Hz.Peygamber'in hayatına istinaden örnek davranışın farklı olması gerektiğini dile getirdiler. Bu tür sesler Türkiye'de de çok yaygın. Aşırı tepkiselliğin İslam'a ve müslümanlara zarar verdiği düşüncesi yaygınlaşıyor. Bunun ötesinde İslami geleneğe dayanarak şiddeten, aşırı tepkisellikten arınan bir duruş sergileniyor.

Nasıl?

Filme karşı verilen tepkiler ayrıca seküler dünyanın politik yansıması oluyor, medeniyetler çatışması denilen. Batının size bakışı yersiz, adaletsiz, biçimsiz olabilir, yani İslamofobi denilen küçültücü söylemler. Ancak sizin cevabınız İslami geleneğin bir farkını ortaya koyabilir. İslamofobi evet kötü. Ama sizin buna cevabınız kötü olmamalı. O zaman aynı düzeye düşersiniz.

Öneriniz?

Bazen susmayı bilmek, sineye çekebilmek, ve önemsizleştirebilmek. Çünkü zaten bu tip girişimlerin hedefi sizi kendi alanına çekmek, kurduğu ajendaya bağlı kılmak. Bu tuzağa düşmemek esas başarı. O tepkisellikten çıkmak, kısır döngüyü kırmak, alternatif siyaset geliştirmek önemli. Esas muhafazakâr değerlere yeni bir siyasetin adabını edebini kurmak açısından ihtiyaç var.


11 yıl önce