Rekortmen başyazar. Değişmez, değiştirilemez, değiştirilmesi dahi teklif edilmez Basın Konseyi Başkanı. Yıllardır aynı konuları, aynı tonda bıkmadan, usanmadan yazmak zamanla alışkanlığa dönüşüyor ve insan alışkanlıklarından uzaklaşmak istemiyor. Oktay Bey bu işten keyif alıyor. Hâlâ heyecan duyuyor. Bizim nesil bu kadar sabit ve bağımlı değil. Farklılık arıyoruz, ya kendimizi ya da şatları değiştirmeye kararlıyız, başka türlüsü bizi huzursuz eder. Bu kadar dinginlikle yaşayamayız. Oktay Bey'in hali, dışarıdan bakılınca bir devri kabul mü, yoksa mücadele mi tam belli değil. Galiba ikisi iç içe… Yazılarındaki sertlik yüzyüze sohbetinde yok. Bence o yeniden başlama imkanı bulsa başyazar değil, yazar olurdu. Bu kadar yükümlülük ve misyonu yüklenmez, daha çok kendi olurdu. Fakat Hürriyet için vazgeçilmezler listesine girdiğine göre vardır bir bildiği…
Aynı gazetede bu kadar uzun süre başyazarlık yapan başka kimse yok.
Gazete ile özdeş hale geldim, ciddi bir uyum söz konusu, bütünleştik. Uyum olmasa yürümez, burada benim meslek ömrüm 15 dakikada bitebilir.
Çok. Hâlâ aynı korkuyu her gün yaşarım. Sabah kalktığımda iş bitmiş olabilir, böyle bir muameleyi göğüsleyemeyeceğimi bildiğim için işimi o sonucu doğurmayacak kadar iyi yapmaya çalışırım.
Hayır. İnandığımı yazmak. Kendinize ve okuyucunuza inandığınızı dürüstçe ifade etmek temel kuraldır.
Doğru. Bir tarihte gazetenin görüşü ile benim görüşüm arasında farklılık doğdu. Medya sahiplerinin kamu ihalelerine girmesi sınırlandırılmalı diye yazdım. Hâlâ aynı görüşteyim. Aydın Bey aradı, “okuyucu sıfatıyla arıyorum, başka bir konumumu düşünmeyin” dedi “size katılmıyorum, medya sahipleri neden ihalelere girmesin ki...”
Rencide etmeden aktarabilmek için okuyucu konumunda olduğunu söylüyor.
Birçok mesele var ki, başka sütunda yazsam rahatlıkla ifade edebilirim, başyazar olunca ayrı yükümlülük oluyor.
Kolektif kimliği olan bir sütun. Ben dersem şahsileştirmiş olurum. Ben demeye teşebbüs ettim ama yürümedi.
Hayır, yazıyı ertesi günü okurlar. Ne yazdı acaba, yarın başımıza bir iş getirmesin diye bakmazlar. Patronun, yayın yönetmeninin katılmadığı yazılar da yazdım. Ertuğrul'la zaman oluyor çok zıt düşebiliyoruz.
Böyle bir sorunumuz yok. Aynı pozisyonda beş yayın yönetmeni ile çalıştım, hiçbiriyle sorunum olmadı. Nezih Bey biraz zor adamdı. Konuları birlikte belirlerdik, kompoze etme bana düşerdi. Çetin Emeç'e konu söylemeden yazımı veriyordum, okuyup tamam derdi.
Göreve geldiğinde; “Oktay Bey, bugün ne yazacaksınız, konuşsak” dedi. Anladım ki, bu sözün altında kontrol talebi var; “Bak Ertuğrul baştan konuşalım, benim konumumdaki insanlarla böyle konuşulmaz gibi geliyor bana. Ya devam et ya da bitir denir…” “Haklısınız” dedi. Konu bir daha konuşulmadı. Köşesinde; “Oktay Bey bana yayın yönetmenliği konusunda ders verdi” diye yazdı.
Hayır. İlk günden itibaren o bana Oktay Bey, ben de ona Ertuğrul derim. Ağzımdan hiç Ertuğrul Bey çıkmadı.
Babıali'de böyledir, patron ya da yayın yönetmeninin kafasında her zaman yedeğiniz vardır.
Bilmiyorum, vardır, yoksa eksik bırakmışlar demektir. Akıllı bir işveren herkesin yedeğini kenarda tutar.
Şimdi etkisi az diyorsanız, bilemiyorum. Yazı önce okuyucuda yankılanır, sonra işverenin önüne gelir, onlar değerlendirir. Ben bu yoğurdu 30 senedir böyle yiyorum, yarın bakarsınız ki iş bitmiş.
Hayır yok…
İster ama benim için o lüksü düşünecek durum olmadı. Doğruyu kırk kere söylemeniz gerekiyorsa kırk kere söylüyorsunuz, bu kadar basit.
Kastettiği kurulu düzendir, yani sistemi ayakta tutan değerler bütünü. 1923'te kurulmuş sistemi benimsiyoruz ve sesi olmayı görev sayıyoruz demektir.
Aynı fikirdeyiz…
Yaşadığımız tarihten ders almaya mecbursunuz diyorum. Adnan Bey, çok zarif bir insandı, iyi bir hatipti, yetenekli bir siyasetçiydi ama kendisine tevdi edilen devlet yetkisini farlı yorumladı, bu destekle ben her şeyi yapabilirim dedi.
Elbette. İş ucuzladı, şimdi asker çemkirmek kolay hale geldi. 84'ten itibaren asker konusunda en ağır eleştirileri ben yazdım. Çevik Bir'e sorun onun defterlerine hain-i vatan diye görünenlerden biriyim. Bir, ikinci başkanken garnizonların caddelere bakan yüzlerine "Orduya sadakat şerefimizdir" gibi ipe sapa gelmez yazılar yazdırttı. Bu zihniyeti elbette eleştirdim. Karakol baskınlarında ölen Mehmetçiğin hesabını sordum, komutanlara, neden koruyamadınız dedim.
Hayır. O tarihte gazetecileri tasnif ediyorlarmış, falancı vatansever, filancı vatan hainidir gibi bilgiler kulağımıza geliyordu. 14 Nisan'da Başbuğ konuştu eleştirdim. Türkiyelilik bazına oturtulmuş vatandaşlık anlayışı yanlıştır.
Bilemiyorum. Görev alanı dışında demeç vermesi yanlıştır.
Çıkmak zorunda hissediyor. Ülkeyi yönetenler askeri mecbur etmemeyi öğrenmeli. Büyükanıt, 'Anayasa'dan kaynaklanan görevimiz var, onun için böyle yaptık' dedi. Başbakan, 'hayır senin böyle bir görevin yok' demedi…
27 Mayıs'ta yedek subaydım. Olayın gelmekte olduğunu görüyorduk. Darbe olduğunda rahatsız oldum. Askerin ne yapacağını bilmiyoruz, Türkeş'in boğuk sesi. Ertesi gün Cemal Gürsel'in geldiği ilan edilince rahatladım.
Öncü gazetesindeydim ve pek rahat değildim. Daha iyi bir gazetede olsam da o konjonktürde Kurucu Meclis üyeliğine talip olurdum.
Çok iyi bir deneyim kazandırdı. Çok önemli isimlerle tanıştım, çalıştım. Bugüne bakan yanıyla da milletvekili statüsünden emekli maaşı alıyorum, VİP'i kullanıyorum…
Etkili olmuştur. 61 Anayasası'nın ruhunu yakalama fırsatı verdi. O ruhu içime sindirdim, tam özgürlükçü ve tam demokrat. Kendimi hâlâ 61 Anayasası'na bağlı hissederim. Bütün görüşlerim 61 Anayasası'nı benimsemiş adamın görüşleri ve savunularıdır.
Darbe sabahı oh dedim, memnuniyetle karşıladım fakat 12 Eylül yönetimi bende hayal kırıklığı yarattı. O gün anladım; en kötü parlamenter rejim en iyi askeri yönetimden iyi. O sırada sütuna yazmadım ama çok telaffuz ettim, bunu hep savunurum.
Erbakan elindeki güçle her yanlışı yaptı. Askerin de elinde silah vardı.
Onu söylüyorum. Yanlış başka yanlışı davet etti. 27 Mayıs'ın da, 28 Şubat'ın da, 12 Eylül'ün de öyküsü bu.
Yayın yönetmeninin haber değerlendirmesi için bir şey demem, kendi psikolojimi aktarabilirim; 27 el bombası bulundu, birini hatıra diye aldın, ötekiler ne? Eskişehir'de annesinin evinden bomba çıktı. Yasa dışı yapılanma izlenimi veren bir resim var. Aklı olan kimse ne buna arka çıkar ne de sulandırır. Adalet gereğini yapar. Fakat Ergenekon şapkası giydirildikten sonra yaşananlar bundan ibaret değil. Başka irade var, 1923'in değerlerini değiştirme kavgası var.
Eğer rejimin meşru yapısına karşı bir örgütlenme, suç teşkil edecek bir eylem varsa bunun bedelini herkese öğretme açısından iyi bir şeydir.
Ben Ekrem'i severim, beğenirim.
CHA muhabiri ve helikopter olayını biliyorsunuz. Zaman'dan bir muhabir aradı, 'Konsey olarak açıklama yapacak mısınız?' dedi. 'Yazımı yazıyorum, bitince ilgilenip size döneyim' dedim. O gün gitti, ertesi gün unuttum. Yine aradılar, 'Unuttum özür dilerim genel sekreteri arıyorum' dedim. Konuştum. Ortada kabalık vardı ama alt düzeyde bir rütbe olduğu için protesto yayınlamaya değer görmedim.
Hayır, benim yetkimde. Ekrem, 24 Nisan'da, 'Konsey muhabirimize sahip çıkmadı' diye yazdı. Mail attım, 'olay dengesiz, kabalık var' dedim. Ses çıkmadı. 4 Mayıs'ta köpeğin önüne atsanız kudurtacak bir yazı yazdı; -üyesi olduğu halde- böyle meslek kuruluşu olur mu. İki senedir 'Gel katıl, gelemiyorsan birisini görevlendir' diyorum.
5 sayfalık mektup yazdım. Pazartesi köşeni medyaya ayırıyorsun, konu önemliyse neden 15 gün konuyu işlemedin, önemli gelmediyse neden bağırıyorsun diye. Cevap hakkı olarak kullanmasını rica ettim. 3.5 sayfalık özet gönderdim, kullanmadı. Hak ettin dedim “medya imamı” diye yazdım.
Cevap hakkına yer verse, hatta arayıp, uzun olmuş kısasını yazarsan kullanırım deseydi bu noktaya gelmezdi. Keşke ikimiz de daha dikkatli olsaydık. Alt düzeyde rütbelinin kabalığı, protestoya değmez yerine, madem ki muhabire böyle yapmış ona hak ettiği tavrı göstermek lazım diye düşünseydim -ki bu da mümkündür, ama o an böyle tercih etmişim- belki böyle bir süreç yaşamazdık.
Üzgünüm keşke ayrılmasaydı.
O Kenan'ın ifadesi, böyle bir ifadeyi kabul ettiğimi söyleyemem…
Dikkatli olmaya çalışırım. İçimden geldiği gibi yazarım ama ikinci kez okurken traş ederim.Yine de arada kalan olabilir. Bazen kafamızdaki ile kalemden çıkan birbiriyle örtüşmüyor.
Burada bizim irademizle bir yere varılmaz, çok uğraştık ama olmadı. G.Kurmay'la birkaç kez konuştuk, akreditasyonu biz de kabul ediyoruz ama doğru işletilmeli. Hâlâ uğraşıyoruz. Zaman'ın dışarıda tutulması da yanlış.
Eline kalem alan beni andıççı, aşağılık ilan etti… Yazı işlerine haber geldi, Şemdin Sakık yakalanınca ilk ifadesinde bazı gazetecilerin Apo'ya yardım ettiklerini söylemiş. Haber yazı işlerinde, manşet olacak. Ben masada o kıvama gelmiş bir haberin doğru olup olmadığını sorgulamam. Harika bir konu dedim, Apo'ya yardım eden bu alçakları tanıyalım diye yazdım. Haberde isim yoktu, haliyle yazıda da yoktu. Birkaç gün sonra o kişilerin Barlas, Çandar ve Birand olduğu söylenmeye başlandı. İşlerine son verildi. Zaman geçti duyduk ki Sakık, 'Asla böyle bir şey söylemedim, eklemişler' dedi. Çok üzüldüm, ertesi gün sütunumda özür diledim, 'Aldatılmışız' dedim. Fırsatı gelince köşemde ikinci defa özür diledim. Özürleri hiç kimse okumuyor.
Onlarla hiçbir sıkıntım yok. Cengiz bana nasıl bakarsa ben de ona öyle bakarım. Barlas'la dostuz, konuşuruz. Birand'la da öyle, bu işin lafını bile etmedik.
Ahmet Kekeç öyle diyor. Üç senede bir seçim yapıyoruz. 2003'ten beri arkadaşlara söylüyorum; Basın Konseyi benimle çok özdeşleşti, kendimi kuruma yük hissediyorum ve kurumsallaşmasına engel bir faktör haline geldim, oysa evladım kadar benim için önemli bir kurum. Yüksek kurula seçilmeye talibim ama artık başkanlık başkasında olsun.
Yokum diyorum ama benden başkasını seçmiyorlar, ne yapayım… Toplantıdan çıkıyorum, gıyabımda karar veriyorlar. Gidin ikna edin kurul üyelerini beni bıraksınlar, size Allah razı olsun diyeceğim.
Medya dünyamızda ego şişkinliği birinci hastalıktır. Oturduğu yere kimse ulaşamaz. Oraya oturması da Tanrı'nın bağışladığı son lütfudur.
Tabii, tabii… Medya dünyasının böyle bir gerçeği. Herkesin ayrılmak için bir bahanesi vardır… Uzun uzun anlatabilirim…
Başbakan'dan Konsey adına randevu alıp patronunu götürdü, Oktay Ekşi iş takip ediyor dediler… Bu asla mümkün değil, o olayın iç yüzünü basından arkadaşlar bilirler ama çarpıtılıyor. Bu olayın ardından Sabah, Akşam, Yeni Şafak ayrıldılar…