|

Ortadoğu'da yaşanan demokratik başkaldırıdır

Fransa'nın EHESS Üniversitesi'nden Prof. Dr. Hamit Bozarslan, Ortadoğu'da 'demokratik başkaldırı' olduğunu söyledi. Bozarslan “1979'dan sonra Arap âleminde iki model vardı: Tahran modeli ve Peşaver (Afganistan) modeli. Oysa bugün Burgiba Caddesi ve Tahrir Meydanı Araplara yeni bir model sunduğunu” söyledi. Bozarslan, Arapların Erdoğan'ı “Nasır ve Arafat” gibi gördüklerini söyledi.

Murat Aksoy
00:00 - 11/04/2011 Pazartesi
Güncelleme: 23:43 - 10/04/2011 Pazar
Yeni Şafak
Ortadoğu'da yaşanan demokratik başkaldırıdır
Ortadoğu'da yaşanan demokratik başkaldırıdır
15 Ocak'ta Tunus'ta başlayan ateş hâlâ devam ediyor. Libya'da başlayan ateş devrim yaratmasa da Suriye, Yemen, Bahreyn'de alevler yükselmeye devam ediyor. Bu olaylar yaşanırken hep iki şeyin cevabını arıyoruz. Ortadoğu'daki ateş nasıl yangına dönüştü ve bundan sonra değişimin yönü ne olacak?
Bu hafta Söyleşi-Yorum'da Fransa'dan konuğumuz var. Paris Sosyal Bilimler Araştırma Enstitü'sünden (EHESS) tarihçi, sosyolog ve siyaset bilimci Prof. Dr. Hamit Bozarslan. Bozarslan'ı Türkiye'de çok sınırlı sayıda insan tanısa da o Avrupa'da Türkiye'nin önde gelen akademisyenlerinden birisi. Geçtiğimiz aylarda İletişim Yayınları'ndan çıkan "Ortadoğu: Bir Şiddet Tarihi - Osmanlı İmparatorluğu'nun Sonundan El-Kaide'ye" başlıklı çalışması, Ortadoğu'da yaşananları anlamak açısından çok önemli ipuçları sunuyor. Bozarslan'la hem bölgede yaşanan süreci hem de Fransa'daki İslam tartışmalarını konuştuk.



Yakın dönemde Ortadoğu: Bir Şiddet Tarihi adlı kitabınız çıktı. Son aylarda da en çok bu bölgeyi konuşuyoruz. Ne oluyor?

Şuradan başlayalım. 2011, Ortadoğu'nun1979'dan sonra en önemli yılı. 1979'da Ortadoğu'da önemli kırılmalar yaşandı. İran devrimi, Afganistan'ın işgali gibi. 2011'in başında yaşamaya başladıklarımız en az 1979 yılı kadar önemli kırılmalar yarattı. Bu kırılmaların sonuçlarının bir kısmını şimdiden gördük, bir kısmını da önümüzdeki yıllarda göreceğiz. Şu anda olup bitenler şöyle özetlenebilir: Ortadoğu uzun yıllar bir yandan otoriter bir olguyu diğer yandan sosyal yorgunluk diyebileceğimiz bir olguyu yaşıyor. Otoriter olgu, iktidarın seçilmemişlerin elinde tekele dönüşmesidir. Bu, güvenlik otoritesinin, güvenlik organlarının her şeye hakim olduğu bir sistemi oluşturdu. İkinci olgu ise sosyal yorgunluk. Ortadoğu 1920'lerden 1980'lere kadar büyük mobilizasyon yaşadı. Bunun ilk dalgası milliyetçi, ikincisi sol, üçüncüsü İslamcı bir dalgaydı. Ancak 1990'lar ve 2000'lerde toplumların son derece yorgun, sosyal mobilizasyonun zayıfladığını görmekteyiz. Şimdi olup biten toplumun bu iki olguya itirazıdır, Yani toplumlar otoritarizme karşı çıkıyorlar, sosyal yorgunluklarını kırmaya çalışıyorlar.

ONUR, HÜRRİYET, EŞİTLİK

Hangi güdülerle?

Bu "çıkış" arzusunun temelinde her şeyden önce bir onur mücadelesi var. Mesela olaylar Tunus'un bir taşra şehrinde diplomalı ama işsiz bir satıcının dövülmesiyle başladı. İşte o gencin verdiği tepki bu onur arayışının bir parçasıdır. İkinci olarak 'hürriyet' tutkusunun altını çizmemiz gerekli. Ki bu tarihteki tüm ihtilallerin motoru olmuştur. Fransız İhtilali'nde de, İran'daki devrimde de önemli bir unsur bu olmuştur. Son olarak da 'eşitlik' arayışına değinmemiz gerekmekte.

Bütün bunlar bir tıkanmaya mı işaret ediyor?

Evet. Son 30 yılda yani 1980'lerden bu yana Ortadoğu'da üçlü bir tıkanma söz konusudur. Birincisi 'sosyal' bir tıkanma. Devletlerin toplum ve bireyi yok sayması, ekonomik eşitsizlik, gelir dağılımındaki adaletsizlik, sınıf farklılıkları. İkincisi 'siyasi' tıkanma. Yani bireyin ve toplumun dışlandığı bir siyasal yapıyı artık sürdürmek mümkün değil. Hele bir de Tunus ve Mısır gibi dünya ile ilişkileriniz daha güçlü ise bu daha zor. Bu ülkelerde devrimin kolayca başarıya ulaşma sebebi işte bu dış dünya ile ilişkisidir. Üçüncüsü Arap "milli meselesi" olgusu. Bölge ülkelerinin, İsrail-Filistin gerginliğinde, zımnen de olsa, İsrail'den yana tavır almaları ya da sessiz kalmaları, ABD'ye bağımlılık Arapları Batı'ya karşı bakışın sertleşmesine yol açmıştır. Bugün bölgede yaşanan süreç onur, hürriyet, eşitlik talebi yanında sosyal ve siyasi tıkanma ile birlikte Arap "milli meselesi"nin de bir biçimde kendisini ifade etmesidir.

ORTA SINIFLARIN ÖNEMİ

Peki bir gencin dövülmesi böyle bir süreci nasıl başlatabilir?

Bir satıcının dövülmesi eğer bir kıvılcım etkisi yapıp devrime yol açıyorsa; bu o ülkede yüz binlerce dışlanmışın bir dayanışma ağı içinde olduğunu gösteriyor. İşte bu dışlanmışların eşit vatandaş olma arayışı, onurlarını kurtarma arayışı ve aynı zamanda hürriyet arayışıdır. Burgiba Caddesi'nde çakan kıvılcım kısa bir zamanda Tunus'un başka şehirlerine yayıldı ve Bin Ali gitmek zorunda kaldı.

Herhalde sadece dışlanmışlar yapmadı bu devrimi?

Öncü onlar oldu ama onlara hemen destek veren başka bir sınıf daha vardı. Bu da o ülkedeki orta sınıftır. Yani devlet memuru, teknokrat olan orta sınıflar ve değişik iktisadi sektörlerde belli bir konuma sahip olan orta sınıflar.

Onlar neden destek verdi?

Birincisinin amacı, istekleri ya da tutkuları otoriter sistemin yıkılması, ifade özgürlüğünün, örgütlenme özgürlüğünün yerleşebilmesi. İkinci grubun yani ekonomik sahada belli bir ağırlığı olan orta sınıfların desteğinin nedeni ise, son 20-25 yılda palazlanan büyük burjuvaziden duydukları rahatsızlık ve orta sınıfın, dışlanmışlara verdiği destek. Buna bir de Bin Ali ve eki-binin karşılaşılan krizi yönetememesini eklemek gerekli. Bin Ali'nin kalkıp 2014'te yeniden aday olmayacağını söylemesi hem iktidarının meşru olmadığını itiraf etmesi hem meşru olmayan bu sistemi topluma dayatmayı istemesi anlamına gelmekteydi. Ki benzer süreç Mısır'da da oldu. Orada da dışlanmışlar Tahrir Meydanı'nı doldurdu, onlara yine orta sınıf destek oldu. Ordu isyanı bastırmak istemeyince süreç ilerledi.

LİBYA'NIN ÖZEL DURUMU

Tunus ve Mısır'da olan devrim Libya ya da başka ülkelerde neden olmadı?

İki nedenden dolayı. İlki Tunus ve Mısır her şeye rağmen dışarıya açık ve Batı ile ilişkileri yoğun. İkincisi ise toplumsal ilişkilerin ve yapıların farklılığı. Tunus ve Mısır, 19. Yüzyıl'dan sonra merkezileştirilmiş ülkeler. Bunun yanında aşiret olgusu son derece zayıf, bir başka nokta da mezhebi çatışmalar son derece zayıf. Libya bu açılardan tamamen farklı. Libya tarihsel olarak yeni bir ülke, 20. Yüzyıl'da oluşmuş. Aşiret olgusu güçlü. Bu nedenlerden dolayı Libya'da devrim hemen mümkün olmadı. Şimdi olmadı ama bu gelecekte olmayacağı anlamına gelmez.

Peki bu sürecin sonu ne, demokrasi mi?

Genel istek o yönde ama bilemiyoruz. Bunu şimdiden söylemek çok zor. Geçenlerde Mısırlı bir dinleyici radyoda Mısır'da yaşananları değerlendirirken, "geleceğin tarihçileri bunu bir devrim olarak değil bir hükümet darbesi olarak yazacak" diyordu. Bunu dışlanmaması gereken bir hipotez olarak kabul etmemiz gerekli. Ama genel olarak bölgede yaşanan süreç daha demokratik bir toplum arayışı. Elbette her ülkenin kendine has çeşitli zorlukları bulunmaktadır, bazı ülkelerde ordu hâlâ güçlü ve konumunu korumak isteyebilir. Ama bir değişim sürecinin başladığı kesin.

DEĞİŞİM İSTEĞİ DEVAM EDER

Bölgede değişim süreci devam edecek mi? Mesela Suriye ve Yemen'de olanlar devrimle mi sonuçlanır?

Bu soruya şu anda cevap verebilmek zor. Her iki ülkede de ciddi bir muhalefetin olduğu açık. Ama aynı zamanda her iki ülkede de iktidarların mobilize edebilecekleri önemli kaynaklara sahip olduklarını görüyoruz. Suriye'de Beşşar el-Esad'ın iktidarı belli bir ölçüde bir milis iktidarı niteliğinde ve değişik iç güvenlik organları önemli bir özerkliğe sahip. Hatırlanacağı gibi, 1982'de, Baas'in milisleri Hama şehrini harabeye dönüştürmekten, en azından on bin kişiyi öldürmekten çekinmemişlerdi. Simdi başvurdukları zorun boyutu da oldukça yoğun. Kaldı ki, bir iktidar değişikliği, ülkenin kaynaklarını kısmen tekeline almış Nusayri cemaatinden gelen bir kliğin her şeyi kaybetmesi anlamına gelecek. Bu ise, muhtemel bir devrim sürecinin çok daha kanlı olması anlamına gelir.

Yemen'e gelince: Yemen Kuzey ve Güney arasında, Zeyyidi ve Sünni cemaatlar arasında ikili bir savaşın yaşandığı bir saha. Buna bir de radikal Islamcı hareketleri eklemek gerekli. Bu konumda, Salih'i destekleyen aşiretlerin desteğinin devam edip etmemesi ülkenin geleceği açısından belirleyici. Her halükarda özellikle San'a'da gözlemlenen direniş, şehir halkının mevcut bölgesel, mezhepsel ve aşiretsel bölünmelerin aşılmasını da içeren bir değişim beklentisinde olduğunu göstermekte.

AVRUPA ORTADOĞU'DAKİ DEĞİŞİMİ GÖRMEDİ

Avupa Ortadoğu'yu anlamadı mı?

Hem Fransa hem de belli Avrupa ülkelerinin Ortadoğu'ya bakışında bir tıkanma var. Bu tıkanmayı ufkun tıkanması olarak değerlendirebiliriz. Fransa'da İslam, İslam dünyası üzerine olan tartışmalara baktığınızda bu ufuk darlığını görürsünüz. Fransa'daki tartışmalar Arap dünyasında ve İslam dünyasında yaşanan değişimin, dönüşümün çok çok gerisinde. Fransa, İslam'ı potansiyel bir tehlike olarak görüyor. Bu bakış, Arap Âlemi ve İslam dünyasında etkisi ve gücü çok aza inen radikal İslamcılığı beslemekten başka bir işe yaramaz. Fransa, İslam dünyasını ve oradaki değişimi okuyamıyor. Bugünlerde Fransa'da İslam'a ilişkin bazı tartışmalar var. Şunu ifade edelim, gündelik hayata baktığımızda Müslümanların baskı altında yaşadıklarını söyleyemeyiz. Somut bir baskı yok. Ülkede bine yakın mescid var. Her alışveriş merkesinde helal gıda reyonu var. Ama nedense Fransa, İslam'ı sürekli yasaklar üzerinden tartışıyor. Bunun nedeni demogojik ve popülist yaklaşım. İslam dünyası değişiyor ama Fransa bu değişimi okuyamıyor.

Gerçekten okuyamıyorlar mı yoksa bilinçli bir siyasetleri mi var?

Saçlarım ağardıkça iktidarların bilinçli olduklarına dair görüşlerim zayıfladı. İktidarlar tümüyle otist olabiliyor, toplumlar da öyle. Dünyanın geldiği yer, farklılıkların, ihtilafların olduğu bir dünyayı kabul etmek ve bu farklılık ve ihtilaflarla bir arada yaşamayı öğrenmeyi zorluyor. Avrupa'da iktidarlar buna ne kadar hazırlar bilmiyorum. O yüzden tavırlarının pek bilinçli olduğunu düşünmüyorum. Körlük bazen bilinçli düşmanlıktan daha ağır sonuçlara yol açıyor. İslam âleminde şimdi görebildiğimiz kadarıyla radikal İslamcılık, Arap âleminde hiç bu kadar zayıf olmadı. 1979'dan sonra Arap âleminde iki model vardı: Tahran modeli ve Peşaver (Afganistan) modeli. Oysa bugün Burgiba Caddesi ve Tahrir Meydanı Araplara yeni bir model sunuyor.

Nedir bu model, parametleri, ilkeleri?

Simdiye kadar Arap alemi kendisini "organik bir cemaat" haline getirecek bir beklentideydi. 1920'lerin milliyetçiliği, 1950-1970'lerin sol kalkışması, 1980-1990'ların İslamcılığı, "millet"i ya da "ümmet"i birleştirecek, onun "Batı"ya, "emperyalizm"e ya da "dar el-harb"e karşı bir güç oluşturmasını mümkün kılabilecek bir hegemonik otoriter rejim kurulmasını amaçlamaktaydılar. Oysaki şimdiki kalkışmalar, demokratik bir niteliğe sahip. Toplumlar, kendilerinin bölünmüş, ihtilaflı, kompleks yapılar olarak kabul edilmelerini istemekte. Böyle toplumların yönetimi ise bir yandan özgürlükleri koruyan bir hukuk devletinin oluşturulmasını, diğer yandan da ihtilafların meşrulaştırılmasını ve kamusal alanda müzakere edilmesini mümkün kılan bir "demokratik belirsizliğin" müesseseleşmesini gerektirmekte. Claude Lefort'un kullandığı anlamda "demokratik belirsizlik", farklılıkların, sonuçları önceden belirlenmemiş seçimler yoluyla yönetilmesi anlamına gelmekte. Önümüzdeki aylarda ne tür gelişmelere sahne olunabileciğini bilmiyoruz, ama Arap başkaldırısının bize öğrettiği şu: Demokratik toplumlar, bütünleşmiş organik-biyolojik bünyeler değil, ihtilaflarlarıyla yaşayan ve zenginleşen insan gruplarından oluşmakta.


Libya'ya uluslararası müdahaleyi nasıl okumalıyız?

Herşeyden önce Libya'ya sivilleri koruma hedefiyle yapılan müdahalede 10-15 gün geç kalındı. Bu sürede Kaddafi kuvvetlerini yeniden organize etti. Bana öyle geliyor ki, ABD ve Batı için Libya'nın ikili rolü var.

Nedir onlar?

Sayıları 300'ü 500'ü aşmayan radikal İslamcı militanlara karşı bir jandarma rolü görmesi. Afrika'da, aynı zamanda göçmen dalgalarına karşı bir jandarma rolü görmesi. Avrupa, bu sorunun bir güvenlik sorunu değil sosyal ve iktisadi adalet sorunu olduğunu göremiyor. O yüzden Kaddafi Batı'yı, "Ben gidersem El-Kaide gelir" ya da "milyonlarca göçmen sahillerinize vurur" korkusu ile tehdit ediyor. Bence Batı büyük ölçüde bunu hesaplıyor.

21. Yüzyıl'da mümkün mü böyle bakmak?

Eğer kendinizi dünyadan izole etmeyi göze almışsanız bu size rasyonel gelebilir. Mesela bugün kendisine El-Kaide militanı diyenlerin sayısı, en azından şimdilik, 400-500'ü aşmıyor. Bu 400-500 kişiden hareketle Avrupa'nın tümü El-Kaide tehdidi altındaymış gibi düşünceye kapılmak en azından basiretsizliktir. Aynı şekilde eğer yüzbinlerce insan çok büyük tehlikeleri göze alarak ve binlerce kurban vererek Avrupa'ya gelmek istiyorsa bunun ekonomik nedenleri var demektir. Bu ekonomik sorunları görmeden, bunlara çözüm konusunda adım atmadan, Libya'ya jandarma rolü verseniz de, sınırlara tel örgüler örseniz de sorun devam eder.


Ortadoğu'daki değişimlerde kilit ülke İsrail. Ne olacak bu ülkenin geleceği?

Son 10 yılda İsrail tamamen arkaik bir niteliğe sahip bir ülke. 2000'lerden bahsediyorum. Filistinli arkadaşlarım, "İsrail'i anlamıyoruz, bu adamların kafasında ne var, neden bu kadar akıl almaz bir statükoculuğa sahipler" diye soruyor? Gerçekten Ortadoğu'da büyük bir değişim var ama buna karşı arkaik bir İsrail var. İsrail'in Filistin sorununu 20 ya da 30 yıl daha taşıması mümkün değil. Taşıyacağım derse bunu ancak akıl almaz bir şiddetle sağlayabilir. İsrail kendisini Ortadoğu'nun tek demokratik ülkesi görüyor. Marks'ın bir söz var; "Başka bir halkı ezen halkın özgür olabilmesi mümkün değil". İsrail'in Filistin'i ezerken kendine demokratik ülke statüsü vermesi anlamlı değildir.

Son olaylar bunu değiştirmez mi?

Umudumuz bu yönde. Ama şunu söyleyebilirim; İsrail'in değişmesi için de bir ihtilal şart. İsrail'de bir bilinç devrimi olmadıkça, pek çok şeyin değişebileceğini sanmıyorum. Eğer olacaksa bu bilinç devrimi son derece radikal olmalı. Mesela İsrail'de iktidar ortağı "Evimiz İsrail Partisi" var. O parti Fransa'da olsa, ağır ırkçılık ithamıyla yasaklanırdı. Arkaiklik budur. İsraillilerin bölgedeki değişimi okuyabilmesi mümkün görünmüyor. İsrail Ortadoğu'da olmakla birlikte, Ortadoğu'yu en az okuyabilen ülke.


Fransa'daki laiklik tartışması bugünlerde çok konuşuluyor. Yeniden mi tanımlanıyor laiklik?

Bu tartışma aslında 30 yıldır var. Çünkü Fransız laiklik sistemi o kadar rahat bir sistem değil. Din devlet ilişkilerinde her şey o kadar da güllük gülistanlık değil. Fransa'da din-devlet ilişkileri 3 olguyu ele alınarak tanımlandı: Katoliklik, Protestanlık ve Yahudilik. Fransa'da devlet laikliği, Katolik ve Protestanlara eşit mesafede durarak, Yahudileri ise bireysel olarak tanıyıp, cemaat olarak kabul etmeyerek çözdü. İşte 30 yıllık tartışma var dediğim nokta, bu 3 olguya 4.'nün yani İslam'ın eklenmesidir. İslam son 30 yıldır bu dengeyi değiştirdi. İşte Fransa'nın bugün esas tartışması Müslümanların gündelik hayatta yaşadıkları sorunlar değil. Onlar İslam'ı Müslümanları, cemaatleri potansiyel tehlike alarak görüyorlar. Bu ifade ettiğim gibi demogojik ve siyasi bir yaklaşım.

Kuzey Afrika'daki ülkeler Fransa'nın eski sömürgeleri. Fransa nasıl bakıyor buralaraOrtadoğu'ya?

Bu sorudan önce şunun cevabını arayalım; 'Ortadoğu Avrupa'ya ya da ABD'ye nasıl bakıyor?' Ortadoğu Fransa'ya çok olumlu bakmıyor. Çünkü Paris son ana kadar Bin Ali'yi destekledi. Şu anda Batı'yı düşman olarak gören bakış o kadar güçlü değil. Arap dünyası geçmişte olanları, artık kapanmış bir tarihin parçası olarak görmek istiyor büyük ölçüde. Ancak İsrail'e bakış öyle değil. Şu anda Batı'ya karşı az olan düşmanlık, Batı'nın İsrail'e desteği sürmesiyle artabilir. Her şeye rağmen tarihsel bir şansla karşı karşıyayız. Bu dönüşüm süreci, yeni ilişkilerin kurulmasını da beraberinde getirebilir. Bu aynı zamanda tarihsel bir olgu olarak sömürgeciliğin, Arap âleminin Fransa ve Büyük Britanya tarafından parçalanmasının etkilerinin de aşılması anlamına da gelebilir. Bu senaryo gerçekleşir mi bilmiyoruz.


Ortadoğu'da yaşananlara baktığınızda Türkiye nerede duruyor?

Ben yaşanan sürecin Türkiye kaynaklı olduğu tezini biraz abartılı buluyorum. Ama şunu hemen teslim edelim ki, Başbakan Erdoğan Mısır, Tunus gibi ülkelerde bir kahraman. Erdoğan'ın kahraman olarak görülmesinin nedeni şu; Bu adam İsrail'e karşı, ABD'ye karşı direniyor. Erdoğan, bizim sahip olmamız gereken fakat bizim sahip olamadığımız bir lider diye algılanıyor Arap dünyasında. Kıyaslamak ne kadar doğru olur bilmem ama Erdoğan Arapların Nasır ve Arafat'ı gibi. Ama Beşşar el-Esed'i ya da Kaddafi'yi açıkça mahkum etmeyen Türkiye'nin Suriye'de ya da Libya'da o kadar da popüler olabildiğini söyleyebilmek zor.



13 yıl önce