Altı ay oldu, yönetim benim ofisin yanındaki boşluğa ansızın bir oda daha yaptı. Birinin geleceği belliydi, belki de gelecek kişi belli olduğu için o oda yapıldı.
Salih Tuna geldi ve şimdi en yakın komşum oldu.
Mutlu oldum, hoş geldin dedim, muhabbet başladı…
O bizim gazetenin en popüler yazarlarından. Üslubunu bu kadar kısa sürede oturtan, kendini ve tarzını okura ve meslektaşlarına kabul ettiren yazar azdır.
Benim de yeni keşfettiğim biri o.
Keşfe değer biri… Mizah yazarı ama en önemlisi hal ve tavırdan anlıyor. Polemiklerin üstüne üstüne gidiyor fakat bunu da kabaca değil, inceden inceye 'severek' yapıyor.
Düşünceli, duygulu, duyarlı, cesur ve hepimiz kadar korkak biri… Her cinsinden mi bilinmez ama köpeklerden korkuyor… Peki bu adam nerelerde dolaştı, neler yaşadı, ne oldu da medyaya düştü? Senarist, reklamcı, oyun yazarı, kaç kimliği var? Hayat onu nasıl şekillendirdi?
Yazılarındaki kadar sahici mi, gerçek mi, pervasız mı? Bu adam yazıdan ibaret bir kurgu, stratejik bir proje mi?
Kendine sahip ve tamamen sahici, sahih biri mi? Mahallesi var mı, savrulmalar yaşadı mı? Militan geçmişi var mı? Viyana'da ne yaptı? Mazi ile istikbal arasında nasıl bir hat kurdu?
Bireysel mücadelesi toplumsal dönüşümümüzle ne kadar ilintili?
Ahmet Hakan'ı hala dost biliyor mu? Ertuğrul Özkök'ten neler öğrendi?
Polisten korkuyor mi, karakol fobisi var mı? Kendini saklaya saklaya yazıyor. Yazıları ondan daha meşhur. Belki bir tercihtir, belki de çaresizlik. Fakat Salih Tuna davudi bir sesle yaza yaza geliyor… Bazen kaya gibi cümleleri var, neyse ki kimsenin başına düşmüyor. Galiba o 'salih' kalmak istiyor…
Yürümeye çalışıyorum sadece. Rahmetli İlhami Çiçek'in dediği gibi, yürüme dışındaki tüm eylemlerin adı kaçıştır
İlk gençliğim Trabzon'da geçti. Sonra üniversite vesilesiyle, ver elini İstanbul. Kısa süre Viyana macerası ve tekrar İstanbul. Yayıncılık, reklamcılık, oyun yazarlığı, senaryo çalışmaları... Sonuç: Bu hayattan bir şey anlamadım. Tekrarı da lazım değil.
“Kimlik” falan diyebilecek kadar birbirinden uzak değil bunlar… Araya soğuk demir ustası, nalbur gibi işler girseydi hadi neyse… Gerçi mühendislik de okudum. “Kızımı ne mühendisler, ne doktorlar istedi de vermedim” lafzının etkisiyle mühendis olayım dedim. Bir kız istedim vermediler; o saat mühendislikten soğudum.
Olmaz olur mu? Duvarlara yazı yazmışlığımız da oldu bacak kadar boyumuzla, kıyısından köşesinden mahalle kurtarmışlığımız da.
Hepsini tanırım…
Hiçbir zaman “savruluş” yaşamadım. Çünkü “Bu Ülke”yi orta mektep yıllarında ezberlemeye kalkışacak kadar Cemil Meriç'e meftundum. Daha o yıllarda her fikrin hürmete layık olduğunu öğrenmiştim üstattan. Fikrimi, düşüncemi şekillendiren birbirine açılan üç kapım vardı: Büyük Doğu, Diriliş ve Edebiyat. Yani, Necip Fazıl, Sezai Karakoç ve Nuri Pakdil.
Fena halde mahallesizim, çok şükür. Nesimi'nin dediği gibi “Kah çıkarım gökyüzüne seyrederim alemi / Kah inerim yeryüzüne seyreder alem beni...” Ne mahallesi Allah aşkına? Wall Street'ten bakınca bütün dünya mahalleli değil mi?
Cop zaten yenilmek için var. Klasik bir sinema kuralı vardır ya hani; madem silah gözüktü, mutlaka ateşlenecek! Cop da o misal.
Valla askerden korkup polise, polisten korkup askere sığınacağıma ikisinden de korkmam daha iyi.
İyi olması için elimden geleni yaptım. Ama olmadı. Ne ben korkumu yenebildim, ne de onlar salgıladığım korku kimyasalı konusunda duyarlıklarını yitirdiler.
Hem de nasıl!... Siyah beyaz romantik bir Türk filmi izlesem bile ağlarım. Hiçbir şeye ağlamasam o eski model Chevrolet'lere ağlarım; o sokaklara, caddelere… Hülasa akıp giden zamana...
Bir arkadaşımın annesinin cenazesinde o kadar kaptırmışım ki kendimi, taziyede bulunanlar arkadaşımdan çok bana yönelince farkedebildim halimi. Annemi kaybettiğim günden beri kime ağladıysam, neye ağladıysam aslında hep anneme ağladım. Ve doğrusunu isterseniz, “film icabı” yaşıyorum o günden beri.
Yaşamıyor gibi yaşamak işte.
Ahmet Kekeç hedef gösterdi; eski Genel Yayın Yönetmenimiz Mustafa Karaalioğlu “Güzel olur…” dedi; Genel Yayın Yönetmenimiz Yusuf Ziya Cömert de “bu güzelliği” daha bir görünür kıldı.
Kendimle dalga geçmek istedim. İnsan durduk yere kendinden “güzellik” diye bahseder mi ya!
Sürpriz olmadı. Nerden buldunuz “kayıp yazar” ifadesini; cuk oturdu. Çünkü yazılar dolaşımdaydı ama yazarı kayıptı. Sorun şuydu: Adım, yazılarım kadar hızlı koşamıyordu. Yazdıklarımın etkisi altında ezilecek, hatta yok sayılacak kadar bilinmeyen bir adım vardı. 2006'da yayımladığım “Filistin'de şehid bir annenin çocuğu nereye bakar?” başlıklı yazım misaldir buna. Yazarı belirsiz, adeta anonim bir yazı gibi dolaştı uzun süre internet mecrasında.
Şayet “Kendini mi keşfettin?” şıkkı sorular arasında varsa verilecek en güzel cevap hiç düşünmeden “evet” olmalı. Ama risk büyük: Kendimle dalga geçtiğim hemen anlaşılmayabilir. Dolayısıyla doğru cevap diğeri; yani yönetim ve okur.
Meslektaş diyelim. Tiyatrodaki oyuncu, seyirci ilişkisi gibi.
Genellikle alkışlıyorlar. Bazen görüşlerini dile getiriyorlar, bazen de şuna da haddini bildir gibilerinden isteklerini.
Elbette. Sartre'ın dediği gibi yazmak nihayetinde sipariş işidir. Onlar beni, ben onları okuyorum. Yuvarlanıp gidiyoruz işte.
Evet. Hatta her zaman bir fazlasını…
İtiraf edeyim: kimi zaman polemik peşinde olduğum hissine kapılıyorum ben de. Ama Ertuğrul Bey'ciğimi okuyunca anında fikrim değişiyor; polemik benim peşimde duygusuna kapılıyorum.
Ne dersin... Bu etkiye hep açık bıraktım kendimi. Etkilenmediğim zamanlar da, Allah kahretsin niçin etkilenmiyorum, diye dizlerimi dövüyorum.
Değilim. Haksızlığa uğratılmaktan herkes kadar ben de hazzetmem tabii. Kavgasını veririm bunun. Ama haksızlığa uğratan olmaktansa, haksızlığa uğrayan olmayı da tercih ederim.
“Çakmak” değil de, “sevmek” desek. Çakmakta öfke var çünkü. Öfke de ne yazana zevk verir, ne okuyana. Bulaşıcıdır öfke; gerer insanı. Severek takip ettiğim köşe yazarları hakkında yazmakla hem ben rahatlıyorum, hem okuyan. Demek ki, ortada çakmaktan ziyade sevmek var.
Yok… Polemiğe giren olmadı henüz benimle. Olmuşsa da haberim yok. Zannedersem “Gereksiz polemiğe girmek istemiyorum seninle...” modundalar. Ki, çok haklılar. Zira gerekli olanına ben giriyorum zaten; haliyle onlara gereksizi kalıyor.
Hayır…
Çünkü sesin vurgusu var, ama yazının yok. Mesela, günlük hayatta kullandığım “muhterem” kelimesi, yazıda kullanacağım “muhteremin” tam zıddı anlam taşıyor.
Çekiyor besbelli. İşine yarıyor mu; hiç sanmam; nihayetinde polemik karın doyurmaz.
Fehmi Koru'nun parfümüne saygı duyuyorum. Ama parfüm muhabbetine değil. Onun için bu bahsi geçelim.
Hayır. Böyle olmadığını yazılarımı takip edenler bilir. Herkes gündemle boğuşurken, dün, “Gizli el ve yürümek”i veya “Matematik ve ezik kafalı aşk”ı yazdım; bugün “Alıp başımı gitsem”i…
Tedirginim sadece. Bir kafe ya da lokantada bile her zaman sırtını duvara verecek bir masayı tercih eden biri için de bu duygu doğal olsa gerek. Çok okunur olmak güzel ama sırtınızı verdiğiniz duvarın gitgide yok olacağı hissini veriyor insana. İşte bu çok fena.
Liste uzun, kimi unutsam hatırı kalır. Ayrıca, polemik yaptıklarımı beğenerek okuduğum da doğru değil. “Sevmek” başka, beğenmek başka!
Son günlerde Emre Kongar'ı ihmal etmeye başladı galiba.
Valla herkesin Özkök'ü kendine.
Açtı da diyemem açmadı da. Hâlâ anlamaya çalışıyorum. Bir gündemin üzerine yüzlerce köşe yazarı birden abanıyor. Aç kurtlar gibi her Allah'ın günü gündem beklemek!.. Acayip bulantı veriyor bu bana. İşin benim çözemediğim bir sırrı var galiba. Zaten bu sırrı çözdüm çözdüm; çözemezsem daha fazla dayanamam; Gökhan Özgün gibi çekip giderim!
Sanırım o gün karakol amirinin üstünlük taslayacağı birine ihtiyacı vardı. Chuck Palahniuk'a soracak olursak, zaten her insanın ihtiyacı var buna.
Asıl acemi davranan karakol amiriydi. Otoritesini ilk kez bir gazeteciye göstermenin heyecanı içinde, bağırıp çağırıyordu.
Elbette hayır.
Doğrusunu istersen; sinirlerime hakim olamayıp, esip gürlemekten daha fazlasını yapmaktan korktum.
Benden öğrendiğiyle beni eleştiren bir-iki kişi sadece… Korkudan kompleksim olsa, korktum der miyim hiç?! Fazlasını söylemeyeceğim…
Hayır. Bu oyundan öte, başka bir şey…
Herkes için hayırlı bir sonuç…
Yok kaşındım, yok Ninja Kaplumbağası oldum… Tek kelimeyle şarlatanlık…
Ara sıra giriyorum zaten.
Tanımlayacak, tamama ermiş bir cümle yok heybemde. Ama bölük pörçük cümlelerim var: Sahicilikten biraz uzak…Dekoratif…Yarım bırakılmış…Ve fakat…
Kısa dönem askerlikten mülhem söyleyecek olursam; Ayşe Arman kısa dönem Ahmet Hakan; Ahmet Hakan uzun dönem Ayşe Arman.
Bekir Coşkun hakkımda yoktan yere tazminat ve ceza davası açtığı halde, babası öldüğünde, “Venedik Taciri”ndeki yaşlı Shylock'un insanî duyguların ortaklığına dair tiratını hatırlatarak başsağlığı dilemiştim ona. O da çok duygulandığını ve bu yüzden Yeni Şafak'ı her gün okuduğunu, saygı duyduğunu falan söylemişti. Kaldı ki Hakan benim çok eski bir arkadaşım. Neden geçmiş olsun demeyeyim ki!
Şahsileştirilmişse elbette kir tutar. Ama kavganın nedeni düşünceyse neden tutsun?!
Benim için değişen bir şey yok. Dün nasılsa bugün de öyle. Şuncağızı da ilave edeyim ama: “Fikrin fahişesi” demedim, demek istemedim ona. Öyle anlaşıldıysa maksadını aşmış demektir.
Necip Fazıl malum yazıda bahsettiğim “oynaklıkların” çok daha azına “fikrin fahişesi” derdi. Nihayetinde muhatabının karakterine yönelikti bu ifade…Necip Fazıl gibi asla demem sana, dedim. Çünkü fiile dikkat çekmekti maksadım. Yani, fiilde ısrar karaktere dönüşebilir endişesiyle yapılan bir uyarıydı bu.
Ahmet Arsan, İsmail Ağa'daki Ayşe Arman; Ahmet Hakan, Nişantaşı'ndaki Ayşe Arman. Budur.
Sorunun doğru cevabı bu değil, ama, sebep kişisel, demek isterdim. Düşünsenize; tarih bir gün asıl meselenin, Fehmi Koru - Ertuğrul Özkök hesaplaşması olduğunu ortaya çıkarıyor. Her şey kamuflajdan ibaretmiş yani... Ne kadar matrak değil mi?... Aramızda kalsın ama tarih de böyle matrak bir şeydir ha!
Sahici gündem değil ki bu! Dün Hülya Avşar konuşulurdu, bugün Arman; dün Mahmut Tuncer konuşulurdu bugün Ahmet Hakan. Gündemin magazinleştirilmesi magazin ihtiyacını karşılıyor. Hepsi bu.