Sevk-i ilahi beni yazarlığa sevk etti. Dünyaya gelen her insanın bir vazifesi vardır. Hangi konuda başarı sağladıksa, bizim vazifemiz o yöndedir. Sevk-i ilahi'ye kader de denebilir. İslamiyet gibi bir dinin müfessiri, muhaddisi, siyer alimi ve romancısı olmalıdır. Bizim evimizde hiç kitap yoktu evet… Kur'an bile yoktu. Ben bir yazar olacağım dedim amma bu yönde bir eğitimim de olmadı. Amma Allah nasip etti. Önüme kapılar açıldı…
Victor Hugo'nun yazdığı Sefiller isimli roman, Jan Valjan'ın, sefaletiyle, açlığıyla başlar. Jan Valjan da hırsızlığa sarılır. Yakalanır ve kürek mahkumiyetine çarptırılır. Bu, romanın birinci ana kolu. İkinci kolda Kozete'yle karşılaşırız. Zavallı kadın evlenme ümidiyle üniversiteli bir gençle arkadaşlık kurar. Bu arkadaşlığın sonucu, kızı, dünyaya gözlerini babasız açar. Annesi de kızı da sefaletin kucağında yaşarlar. Sefalet, ihtilali doğurur… Victor Hugo'nun en çok beğendiğim romanı, işte bu Sefiller'dir. Emile Zola, ne kadar natüristse, Victor Hugo o kadar maneviyata yönelmiş bir kimsedir. Bu yazarlardan etkilenmek değil de, istifade ettim diyelim. Mesela hâlâ, Faust gibi, Sefiller gibi bir kitap yazmak isterim…
Romanımın asıl ismi Ankaralı Abdullah'tı. Benim ismim de Ömer Okçu'dur. Romana Ankaralı Abdullah deseydim, çıkar çıkmaz toplatılırdı. Ömer Okçu deseydim, 5 seneye mahkum olurdum. Minyeli Abdullah diyerek kitabı kurtardım, Hekimoğlu İsmail diyerek kendimi kurtardım. Adım öğrenildi amma okur da bu isme alıştı. Bu sebepten de değiştirmeyi düşünmedim.
Allah okuyan göz vermiş. Gözümüz okumak ister. Allah anlayan beyin vermiş. Beynimiz ilim ister. Her kitabı ya okurum veya konusu nedir onu öğrenirim. Günümüzün romancılarını da takip ediyorum. Kitap ayırt etmem. Ama en çok okuduğum Risale-i Nur'lardır. Bunun dışında yayınevlerinin kitap kataloglarını takip ederim. İlgimi çeken kitapları aldırırım. Felsefe ve sosyoloji daha çok ilgimi çeker.
Çoban yıldızı sabahın yaklaştığını gösterir. Güneşin doğmasına çok var amma o yıldız müjde verir, sabah oldu diye. Türkçe Olimpiyatları çoban yıldızı gibidir. İttihad-ı İslam'dan haber verdi. Bunun için çok sevindim. Benim için karanlıktan aydınlığa çıkıştır bu olimpiyatlar…
O tehlikelerle Allah beni ikaz etti, “Bak, bu tehlikelerin her birinde ölebilirdin. Ölmedin. Şimdi korkmadan İslami çalışmalarını yürüt.” İnsanı yaşatan da öldüren de Allah'tır.
Bu benim için ayrı bir heyecandı. Hoşuma gidiyordu. İstanbul'da benim namaz kılmadığım az cami kalmıştır. Gençlere tavsiye ederim deneyebilirler..
Bir insan hoşuna giden bir iş yapıyorsa, o onun tatilidir. Ben buna inanırım her şeyden önce… Benim yazmak istediğim konular var. O konuları yazmak benim için tatildir. Zaten çalışmak değil, çalışmamak beni yorar. Bazı kimseler der ki, yürüdüm yoruldum. Ben yürüyemiyorum, perişan oldum… Geçmiş yıllarda saçları karışmış, sakalı uzamış, pantolonu düşmüş birisine fazla bakmıştım ki, "Niçin bakıyorsun?" diye sordu. Ben de dedim ki, "Senin alkole verdiğin parayı İslam yolunda harcayabilsem... Senin alkol uğruna katlandığın çilelere ben de İslam yolunda katlanabilsem..." Helal dünyanın adamı, haram dünyanın adamlarına bakıp hızını artırmalı.
1960'lı yıllarda her dindarın vazifesine son verilebilirdi. Ben buna inandığım için memuriyetten atılırsam ne yaparım? Bunu düşündüm. Ehliyet alarak ve elektronik cihazları tamir ederek memuriyetten daha iyi para kazanacağıma inanıyordum. Kendimi o yönlerde geliştirdim. Yani ben “Elrızkı Elhükümet” demedim. “Elrızkı Alallah” dedim. Ben atılmaya hazırdım. Çilesini çekmediğimiz şey bizim değildir. Çok şükür askerlikten atılmadım. O zamanlar arkadaşlara dedim ki, “arkadaşlar, askerlikten atılırsanız ne yapacaksınız?” “Hiç!” dediler. “Böyle olmaz” dedim. “Sen ehliyet alacaksın, sen on parmak daktilo öğreneceksin…” Böylece arkadaşlarımın da öğrendikleri işler oldu. Askerlikten atılmaktan korkmamamın sebebi, atılsam da geçimimi temin edecek başka mesleklerimin olmasıydı… 28 Şubat'ta pek çok arkadaşım askerlikten atıldı. Yanıma geldiler. Dertlerini anlattılar. Yaşanan şey gayet normaldi, Cumhuriyet tarihinin akışına uygundu.
Timaş Allah'ın lütfudur. Benim yaptığım bir şey yoktur. Basın yayın milletin beynidir. Gazeteleri karşılaştırdığımızda görürüz ki birbirinden farklıdır. Alanlar da birbirinden farklıdır. Basın yayın, ışıkla karanlığı açıkça gösteriyor. Güneş doğarsa mumun kıymeti kalmaz. İslam güneşi doğuncaya kadar basın yayına büyük vazifeler düşer…
Tabii… İslamiyet de itaatten ibarettir. Allah'ı seviyorsanız Peygamber'e itaat edin. Hâlâ erken kalkarım. Vaktinde yatarım. Saat çalmadan uyanırım. Genelde aynı saatlerde yemek yerim…
Türkiye'de sağ sol mücadelelerinin şiddetle başladığı zamandır. Ülkücüler bu mücadele çok büyük kayıp verdiler. Evet, 68 kuşağı kapitalizme kaydı. Şimdi şöyle bir tasnif yapalım: komünizmde devlet patrondur. Halk işçidir. Kapitalizmde bankalar patrondur. Para putlaştırılmıştır. İslam ekonomisi uygulanmadığı müddetçe Müslümanların başarılı olması imkansızdır. Madem ki kapitalizm ve sosyalizm bizim için yasak bölgedir. Öyleyse İslam ekonomisini ortaya koymak lazım. İslam ekonomisinin canlanabilmesi için kâr dağıtan şirketler kurulmalıdır. Başka türlü İslam ekonomisi ayağa kalkamaz. Müslümanlar büyük bir hataya düştüler. Kapitalizmi benimseyip, kapitalist göründüler. Ben bu arada ortaya bir mesele attım: Sağcı da değiliz, solcu da değiliz, Müslümanız” dedim. Sosyalizm, devleti, kapitalizm bazı fertleri, İslamiyet ise bütün toplumu kalkındırır.
Beklentimiz İslami bir hayat… Müslümanlar geçmişe göre daha iyi durumdalar. İslam medeniyetini anladılar. Sıra geldi uygulamaya… İslam medeniyetinin üç esası vardır. İlim, teknik, İslam ahlakı... İslam ahlakının olmadığı yerde medeniyet yoktur. Tedric-i tekamül kanunu vardır. Yani çekirdeğin ağaç olmasındaki seyir… İman da tuba ağacı hükmündedir. O ağaç büyüdükçe dallarını dünyanın dört bucağına gönderecek; dökülen meyvelerin ağacını arayacaklar ve İslamiyet'i bulacaklar…
Radikal, köke inmek demektir. Hıristiyanlarda geçen bir kavramdır. Radikal Hıristiyanlar, İsa as.'ya gelen İncil'in aslını arıyorlar. Müslümanların radikal olmasına gerek yoktur. Çünkü elimizdeki Kur'an, Resulullah'a (sav) gelen Kur'an'ın aynıdır.
Ayrıca İslamiyet, sıfatları içinde barındırmayan bir dindir. Mesela “Radikal Müslüman” olmaz. “Entelektüel Müslüman” olmaz. Müslüman her şeydir. Sıfatlar takmaya gerek yok. İslamiyet böyle sıfatları istemez. Sıfatlar, bizi böler ve parçalar.
Tesettür meselesine gelince… Tesettür farzdır. Farzda taviz olmaz. Tesettüre karşı çıkmam imkansızdır. Konu tesettür değil, tesettürü nasıl koruyacağız? Helalle haramın, ışıkla karanlığın, şeytanla imanın savaşı vardır. Bu savaşın olduğuna inanan rahat eder. Bütün sır, anlamaktır...
Her eserde yazarın beyni ve hayatı vardır. Fakat Minyeli Abdullah benim hayatım değil. Yani ben, Minyeli Abdullah'ın şahsımda temsil edildiğini düşünmüyorum. Minyeli Abdullah eşittir Ömer Okçu diyemeyiz fakat her romanda az çok yazarın kendisi de vardır. Ama yazdığım bir makaleden dolayı 1992 yılında cezaevine düştüğümde zaman zaman aklıma gelmedi de değil…
Kitabı sinemaya uyarlamak isteyen arkadaşlar geldi, “Minyeli Abdullah'ı filme almak istiyoruz” dediler. Ben de “davam sinemada oynatılacakmış! Ne iyi!” dedim ve kabul ettim. Kimse beni ikna etmeye uğraşmadı. Elhamdülillah çok da iyi oldu. İnsanlar dine susamıştı. Bunun için vatandaş, kitaba da filme de büyük ilgi gösterdiler...
Yücel Çakmaklı rejisördü. Bu işi çok iyi bilen bir kimseydi. Allah rahmet etsin. Ona teslim oldum. Hayalimdeki Abdullah, 1.70 boylarında zayıf bir kimseydi. Berhan Bey fiziksel olarak o role pek uymadı. Amma Perihan Savaş hanım rolünü çok güzel oynadı ve kafamdaki Sevde'ye de uydu. …
Film, kitabın tamamı değildi. Senaryoda da hatalar vardı. Bana göre film, kitabı yansıtamadı. Filmi yapanlar benim fikirlerime pek danışmamışlardı… Bununla beraber o filmde çok şeyler söyledik diye, eksiklerine rağmen razı oldum… Yapımcı Mehmet Bey bir sanayici olarak, sinemayı farkedip bu işe para yatırmasını da takdir ederim..
İki genç geldi. Menan Cinleri'ni istediler. Tiyatro yapacaklarmış. Alın ne yaparsanız yapın dedim. Beş kuruş istemedim. Para pul yok… O çocuklar bütün mesaileriyle bu oyuna odaklandılar. Muvaffak oldular… Oynandığı ilk gün gidip seyrettim. Çok memnun oldum.
Diğer kitaplarımı da sahneye veya perdeye aktarsalar razı olurum. Hatta senaryo da yazabilirim yeniden. Bizde henüz tiyatro ve sinema kültürü yerleşmedi. Mesela Minyeli Abdullah, sinemaya uyarlandığında bazı arkadaşlar eleştirdi: Ne oldu yani? Milleti evinden sokağa çıkardın da iyi mi oldu, diye… Cevap vermedim onlara… Fakat inandığım gibi yaşamaya devam ettim. Kitap gazete dergi sinema tiyatro… Bunların hepsi bir alettir. Nasıl ki Avrupa'dan aldığımız uçağın üzerine Türk Hava Yolları diye yazıyorsak, aynı şekilde Avrupa'dan aldığımız romanı sinemayı tiyatroyu da İslam'a hizmette kullanabiliriz.
Hayır! Hidayet Allah'a ait. Tebliğ bize ait. Ben roman yazarım. Hidayete ererler ermezler. O bizim işimiz değil…
Bu kitabı yazmadan evvel Tolstoy'u, Dostoyevski'yi, Gogol'u, France'i, Hugo'yu gizli gizli okurdum. Hatta kitap çıktıktan sonra bazı arkadaşlar, “roman etiyle kemiğiyle Avrupa'nın malıdır, sen ne kadar bozulmuşsun, Kur'an'da roman var mı?” dediler. O zaman Fikri Yavuz'a gittim. Durumu anlattım. O da dedi ki, “Roman bir alettir, kullanıldığı yere göre değer alır. Kur'an'daki kıssalar, romanın, hikayenin çekirdeğidir, siz de anlatın.”
Minyeli Abdullah sadece bir kitaptır. Başka bir şey değil… Kitap ne yapsın? Kimi hidayete götürsün? Bozulmak kolaydır, düzelmek zordur. Bir teneke bala bir gram zehir atsan hepsi zehir oldu. Amma zehiri bal yapamazsın. İnsanları bozabiliriz. Yani insan insanın kurdudur. Amma bir insanın hidayete ermesi, Allah'a ait bir meseledir.
Müslümanların değilse de, bir roman gerçeği var. Romanda her şey söylenir. Tabiî şu anda Müslümanlara ait romanlar var. Çok faydalı olduğunu düşünüyorum. Yenileri yazılmalı.
Elbette düşünüyorum… Kendimi bir ağaç olarak düşünüyorum. Meyve verdiğimi de umuyorum. Artık meyveleri kim toplarsa toplasın…
Hekimoğlu İsmail adıyla tanıdığımız Ömer Okçu, dinini yaşayabilmek için baskılara zulümlere katlanan ve mücadelesiyle bir kuşağa yol gösteren öncü isimlerden biri. Timaş Yayınları'nda buluştuğumuz Okçu geçirdiği felce rağmen çalışmaya devam ediyor. Okçu "Ben kendi hayatıma bakıyorum. Fakirlik, meslek hayatımda yaşadığım zorluklar, hastalıklar, ailevi problemler... Bunların hepsi hayatımda tattığım kederler... İslamiyet, bu kederleri sefaya çevirdi. Onları keder olarak görmedim. İkaz-ı İlahî olarak gördüm. Hadis-i şerifte buyruluyor ki, "Bir Müslüman'ın ayağına diken batsa, günahlarına kefarettir."
Ben dindarlığımdan dolayı sürgün, tevkif, hapis olaylarının zamanını şimdi arıyorum. Her derdin dermanı kendi içindedir. Çile çektiğimiz zamanlarda dindarlığımdan zevk alıyordum. Şimdi maddi çileler bitti. Manevi çileler devri başladı. Uzlete çekilemiyorum. Kur'an'ı ezberleyemiyorum. Teyemmümle abdest alıyorum. Camilere gidemiyorum. Böylece manevi dertlerim arttı. Allah'tan sabır istiyorum. Ben anladım ki rahat olmak hiç de iyi bir şey değilmiş. Hele çalışmaya alışmış bir ruh için… Baudler'in dediği gibi: "Çalışmak gerek, şevkle olmasa bile… Hatta umutsuzluk içinde bile olsak çalışmalıyız. Zira gördüm ki çalışmak, eğlenmekten daha az can sıkıyor." Ben ya okurum ya düşünürüm veya uyurum. Çalışabildiğim kadar çalışırım. Gorki diyor ki, "Uygun dediğimiz zaman gelmez. Bugün ile o gün arasında hiçbir fark olmaz. Hemen hareket etmek lazım." Aferin Gorki, Aferin Baudler! "Çalışanlar Allah'ın sevgilisidir" buyuran Peygamberim'e yaklaşmışsınız…