|

Yaptırım politikası

Dışişleri Bakanlığı Stratejik Araştırmalar Merkezi Başkanı Prof. Dr. Bülent Aras Türkiye için yaptırım politikasının son seçenek olduğunu söyledi. Aras; “Türkiye şu anda angajman politikası izliyor ama bu sonuç vermezse önce izolasyon son seçenek olarak da yaptırım politikasına yönelebilir” dedi.

Murat Aksoy
00:00 - 15/08/2011 Pazartesi
Güncelleme: 22:24 - 14/08/2011 Pazar
Yeni Şafak
Yaptırım politikası
Yaptırım politikası
Tunus'ta bir işportacının kendisini yakması ile başlayan olaylar Tunus ve Mısır'da Bin Ali ve Mübarek rejimlerini devirdi. Libya defacto olarak ikiye bölünmüş durumda. Güney komşumuz Suriye'de ise işler daha karışık. Halk sokaklarda, Esat yönetimi sert şiddet yöntemleri ile halkı sokaklardan temizlemeye çalışıyor. Gelişmeleri tüm dünya kaygı ile izliyor. Hafta içi Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, Suriye Devlet Başkanı Beşar Esat ile görüştü. Hem hükümetin hem de Cumhurbaşkanı Gül'ün mesajlarını iletti. Esat'a sokaklara kulak vermesi ve şiddeti durdurması yönünde tavsiyelerde bulunuldu. Peki bundan sonra ne olacakı Suriye'yi nasıl bir gelecek bekliyorı Söyleşi-Yorum'da bu soruları Dışişleri Bakanlığı Stratejik Araştırmalar Merkezi Başkanı Prof. Dr. Bülent Aras'a sorduk. Aras, Türkiye'nin hedefinin angajman politikası ile Esat yönetiminde Suriye'nin değişmesi olduğunu ama her geçen gün bu şansın azaldığını söyledi. Türkiye'nin 'komşularla sıfır sorun' politikasının iflas etmediğini söyleyen Aras, İsrail'den 'özür ve tazminat'ın geleceğini söyledi.

Son günlerin en sıcak konusu Suriye. Dişişleri Bakanı ziyaret etti, Cumhurbaşkanı'nın mektubunu iletti. Ne olacak bundan sonra Suriye'de?

İsterseniz Suriye'ye gelmeden önce bölge ile ilgili genel bir perspektif ortaya koyalım. Bu coğrafya Dişişleri Bakanımız Ahmet Davutoğlu'nun ifadesi ile 'geleceği ertelenmiş' bir coğrafya. Yani tarihi bir perspektife oturtursak 1. Dünya Savaşı sonrası Milletler Cemiyeti kurulup, ulus devletler kurulurken; bu coğrafya manda rejimi altında kaldı. Sonra 2. Dünya Savaşı sonrasında demokrasiler güçlendi demokrasinin ikinci dalgası ortaya çıktı. Bütün dünya demokrasi ile tanışırken, çok partili hayata geçerken, bu coğrafyadaki ülkeler koloni rejimlerine karşı mücadele ediyorlardı. Soğuk savaşın bitiminden sonra Doğu Avrupa ve Orta Avrupa'nın demokratikleşmesini, Asya'da ciddi demokratikleşme hareketleri yaşanırken bu coğrafyanın yine demokratikleşmesi ertelendi. Yani zamanın ruhunu yakalayamadı.

Neden?

Petrolün güvenliği, İsrail'in güvenliği, büyük güçlerin istikrar düşüncesi bu bölgeye demokrasi dalgasının gelmesini erteledi. Geleceği tehir edilen bir coğrafyada şu anda yaşanan Arap bireyinin tarih sahnesine çıkması. Arap birey tarih sahnesine çıkarak demokratik rejimin tehir edilmesine izin vermeyeceğim, geleceğimin kavgasını meydanda vereceğim diyor. Sokaktaki insanın mücadelesine Arap Baharı diyorlar ama ben Arapların onur mücadelesi diyorum. Desteklenmesi gereken bir mücedele. Artık dünya zamanı ve Arap zamanı diye iki ayrı zaman yok. Araplar da saatlerini dünyanınkine göre ayarlamak, birlikte yaşamak ve iyi yönetilmek, dünya realiteleri ile yaşamak istiyor. Bu Mao'nun deyimi ile söylersek Arapların büyük ileri adımıdır. Bu hareket henüz bütün Arap dünyasına yansımış değil ama yayılma potansiyeli yüksek.

REJİMİN AYGITLARI TOPLUMUN KILCAL DAMARLARINA SIZMIŞ
Suriye'ye gelelim…

Mısır ve Tunus'ta yönetici elitlerin çekilmesi ile bu rejim değişimleri gerçekleşti. Çünkü bu iki ülkede sorun Mübarek ve Bin Ali yönetimi idi. Onlar çekilince başarılı oldu isyanlar. Ama Libya ve Suriye'de yapı biraz daha farklı. Suriye'ye gelirsek. Suriye'de sorun sadece Beşar Esat yönetimi değil. Azınlık yönetiminin ordu, emniyet, istihbarat gibi topluma sızan kılcal damarlara hakim olması. Bu açıdan bugün Beşar Esat'ın yönetimden çekilmesi Suriye'deki sistemi dönüştürmez. Esat yönetimi toplumun her alanına hakim olduğu için halkın isyanı sonuç vermiyor. Bu yüzden Suriye'de sert bir devrim beklemek doğru olmaz. Zamana yayılan bir değişim en doğrusu.

En iyi senaryo nedir?

En iyi senaryo Beşar Esat yönetimi altında ülkedeki dönüşümün sağlanması. Bu en iyi senaryo. Ancak bu senaryonun gerçekleşmesinin ne ölçüde mümkün olabileceği sorusu ortada duruyor.

Sizce mümkün mü?

Gün geçtikçe bu senaryonun gerçekleşme ihtimali şüpheli hale geliyor.

Türkiye Suriye konusunda neler yapabilir?

Türkiye'nin üç tane opsiyonu var. Bunlardan birincisi 'angajman politikası'. Angajman politikası rejimle ilişkilerinize devam eder. Özel temsilcilerle Başbakan'ın, Cumhurbaşkanı'nın mesajlarını, tavsiye, uyarılarını iletirsiniz. Rejimi insaflı olmaya, şiddet kullanmamaya ve toplumsal talepleri dikkate almaya ve dönüşümü barışçı yollarla gerçekleşmesini sağlamaya çalışırsınız.

YAPTIRIM POLİTİKASI SON SEÇENEK
İkincisi...

'İzolasyon politikası'. Bu Türkiye'nin kendisini Suriye'den izole etmesidir. Ki 1990'lardaki politika buydu. O dönem ilişkiler bitmeyen bir boks maçı gibiydi, galibinin olmadığı sürekli ring de olduğunuz bir maç. Aynı siyasete dönüş olabilir. Türkiye, büyükelçisini çekebilir. Veya bütün temsilcilikleri kapatabilir. Hatta biraz daha ileri gidip, Suriye'nin izole edilmesi için bölge ülkeleri nezdinde girişimlerde bulunabilir. Bir de üçüncü seçenek var.

Nedir üçüncü seçenek?

'Yaptırım politikası'. Uluslararası toplumu yaptırım yönünde harekete geçirebilir. En üstte BM olmak üzere çeşitli platformlarda yaptırım kararı alınması için girişimde bulunabilir. Türkiye tek taraflı yaptırım uygulayabilir. Suriye mallarının boykot edilmesi, ülkenin buradaki varlıklarının dondurulması, Türkiye üzerinde Suriye'ye giden ticari girişimlerin dondurulması gibi ekonomik yaptırımlar uygulanabilir.

Türkiye şu andan hangi noktada?

Türkiye şu anda ilk seçenekte yani angajman politikasını izliyor. Ama sonuç alınmazsa bu üçüncü seçeneğe yani angajman politikasından yaptırım politikasını gidebilir. Ya da üç politikanın unsurların olabileceği bir politika izleyebilir. Ama hangisinin ağır basacağına Suriye'nin önümüzdeki günlerde izleyeceği politika belirleyecek. Şiddet devam eder ve artarsa üçüncü seçenek daha ağır basabilir.

Böyle olursa 'komşularla sıfır sorun politikası' iflas mı etmiş olur?

Komşularla sıfır sorun derken bir matematik probleminden bahsetmiyoruz, bir felsefeden, anlayıştan ve zihniyetten bahsediyoruz demektir. Türkiye'nin sınır komşularının sayısını düşünürseniz hepsi ile sıfır sorun olması da kolay değil. Ama bu bir hedeftir. Ki günümüz dünyasında her ülkenin hedefi bu olmalıdır. Hiçbir ülke komşumla sorun yaşayayım demez. Her ülkenin hedefi komşularla barış içinde yaşamaktır. AB üyesi olmayı hedefleyen Türkiye'nin başka türlü davranması mümkün değildir. Buradan bakıldığında Türkiye'nin Yunanistan'la, Bulgaristan'la, Rusya'yla, Gürcistan'la, İran'la ilişkileri son derece iyi durumda. Eskiden neydi 'üç tarafımız denizlerle, dört tarafımız düşmanlarla çevrili' bir zihniyetimiz vardı. İşte komşularla sıfır sorun bu zihni halin aşılmasıdır. Ki bu söylemin ve politikanın sonuçlarını almıştır. Türkiye komşularının dışında da iyi ilişkiler geliştirmiştir. Türkiye bugün Hazar ve Körfez havzalarında, Balkanlar'da, Afrika'da, Kafkaslar'da, Latin Amerika'da aktif politikalar uyguluyorsa bu, zihinsel duvarın kırılmasının sonucudur. Eskiden Latin Amerika, Asya, Afrika uzak coğrafyalardı. Şimdi tam tersi yakın coğrafyalar.

SIFIR POLİTİKA FELSEFESİ DIŞ POLİTKA NORMU OLDU
Nedir?

Bu söylem ve hedef, uluslararası ilişkilerde bir dış politika normu oldu. Bu başka ülkeler tarafından uygulanmak istiyor mesela. Bugüne kadar normların merkez ülkelerden (ABD, Fransa, İngiltere vs) geldiğini düşünürseniz, Türkiye gibi preferi olarak algılanan bir ülkeden uluslararası ilişkilere bir norm koyması önemli. Türkiye'nin Suriye ile olan ilişkileri, Dişişleri Bakanı'nın Devlet Başkanı düzeyinden karşılanması bu sıfır sorunun ilkesinin yarattığı imkanların sonucudur.

Peki Suriye'nin geleceği konusunda sizin beklentiniz nedir?

Bu konuda gerçekten ciddi bir tahmin edilemezlik var. Halk hareketleri karşısında iktidarın kendini varoluş sorunsalına angaje ettiği bir tablonun sonucunu tahmin emek gerçekten zordur. Türkiye olarak tercih bölge ve ulusal güvenlik açısından minimum zararla atlatılmasıdır. Diplomasi de budur zaten.

ŞİDDAT ARTIK KABUL EDİLEMEZ
Davutoğlu'nun son ziyaretinin hedefi neydi, sonuçları istediğimiz gibi mi?

Son ziyaretin amacı Türkiye'nin Cumhurbaşkanı ve Başbakan düzeyinde kaygılarını aktarmak, Suriye yönetimini daha dikkatli ve temkinli bir politika izlemeye davet etmek, sivil halka karşı şiddetin kabul edilemez olduğu mesajını vermektir. Bir başka ülkeden ve isyan durumundan bahsediyoruz. Biraz siyasi tarih bilenler böylesi durumların çözümünün ne kadar zor olduğunu bilirler. Hem iktidar, hem de muhalifler dışarıdan müdahaleye karşı çok hassastırlar. Böylesi bir ortamda tansiyonu yükseltmeden Davutoğlu'nun mesajı iletmesi, arkasından şiddetin hız kesmesi, büyükelçimizin Hama'ya giderek serbestçe gözlem yapması ziyaretin olumlu sonuçları olduğunu ortaya koyuyor. Türkiye'nin bundan sonraki adımları süreç içerisinde Suriye yönetiminin politikası ve Suriye'deki durumun alacağı şekile bağlı olarak belirlenecektir.

Türkiye Batı'nın mesajlarını mı kendi mesajlarını mı verdi?

İç politik kaygılarla başlatılan anlamsız bir tartışma bu. Türkiye 2004-2005 yılından beri Suriye konusunda önalıyor. Batı'ya Suriye konusunda liderlik ederken, bu durumu görmeyip Soğuk Savaş alışkanlıklarına uygun tepkiler vermek ideolojik körlük ve yeni dış politikayı anlamamaktan kaynaklanıyor. Türkiye ilgili tüm taraflar sürekli görüşmekte, büyük resmi dikkate alarak kendi özgün politikasını oluşturmaktadır.


Barışı sınır ötesinde sağlamamız lazım

Türkiye'nin dış politikasında nasıl değişim yaşanıyor?

Türk dış politikası Soğuk Savaş sonrası döneme kendini adapte etmekte. Türkiye'nin dış politikasının ana ekseninde transatlantik kimliği var. Türkiye NATO üyesi, AB üyeliğine adayı. Bunların yanında Türkiye'nin bölgesel ve uluslararası çıkarları da söz konusu. Türkiye bir yandan güvenilir bir transatlantik ülke olma niteliğini sürdürürken aynı zamanda bölgesinde ve küresel gelişmelere tepki veren, buralardaki çıkarlarını gözeten bir ülke oluyor. Bunun bir sonucu dış politikanın çeşitlenmesi. Bu eksen kayması değil günümüzün ihtiyaçlarına göre kendini yeniden konumlandırması.

Bu değişime yol açan ne?

Üç faktör sayabiliriz. İlki Türkiye'nin en önemli avantajı hem Batı ile hem de çevresindeki ülkelerle ilişki kurabiliyor olmasıdır. Bunu yaparken de bir köprü olarak bunu yapmıyor, daha derin bir perspektiften yapıyor. Kendi tarihi ve kültürel dinamizminden, medeniyet arka planından aldığı güçle, özgüveniyle, kabiliyetiyle bunları yapıyor. Bölgenin ihtiyaç duyduğu bir çözümlere bölge içerisinden çözümler getiriyor. Böyle olduğu için Türkiye'ye hem Batı'da güven duyuluyor hem de bölgede.

İkincisi Türkiye'nin sivil-sosyal gücüyle oluşturduğu yeni devlet ve dış politika aklı. Türkiye 2000'lerde çok önemli bir dönüşüm yaşadı. Türkiye'nin siyaseti transforme oldu, ekonomisi istikrara kavuştu ve Türkiye'nin artık sivil gücü ve aklı devrede. Bu Türkiye'ye bölgede bir yumuşak güç özelliği kazandırdı. Davutoğlu'nun çerçevesini çizdiği yeni dış politika aktif ve çok yönlü niteliği ile devrede. Bu ince güçle bölgenin en hassas kılcal damarlarına nüfuz edebiliyor ve sonuç doğuracak etkiler oluşturabiliyor.

DIŞ POLİTİKADAKİ DEĞİŞİM TÜRKİYE'NİN DEĞİŞİMİNİN SONUCU
Üçüncüsü…

Türkiye'nin ekonomik bir güç olması. Bölgede Avrupa'nın gelişmiş ülkelerini ve Rusya'yı çıkarın Türkiye Avrasya coğrafyasındaki en büyük ekonomi. Türk işadamları her tarafta yatırımlar ve işler yapıyorlar. Bu da çok önemli bir avantaj. İşte bu üç perspektiften baktığımız zaman Türkiye eski kabuğunda kalması imkansız bir ülke oluyor. Bunların doğal sonucu olarak yeni bir dış politika zorunlu hale geldi. Balkanlar, Ortadoğu, Kafkaslar ve Karadeniz bölgesi kısmen de Doğu Akdeniz artık Türkiye'nin ilgi alanına gidi.

Neden?

Türkiye, tarihi olarak da bakıldığı zaman göçlerle kurulmuş bir ülke. Türkiye'nin içerisinde küçük bir Ortadoğu, küçük bir Balkanlar, küçük bir Kafkasya, küçük bir Karadeniz var. Mesela Kosova'daki Arnavut'tan daha fazla Arnavut Türkiye'de var. Bosna'daki Boşnaklardan daha fazla Boşnak Türkiye'de var. Yani Türkiye'nin etrafı bir barış adası olmazsa Türkiye'nin kendisinin güven içerisinde olması mümkün değil. Bu açıdan Türkiye'nin güvenliği sadece kendi içerisinde değil sınırlarının ötesinde başlıyor. Eğer Kafkaslar'da bir huzursuzluk varsa; Türkiye'deki Gürcü, Ahıska, Azeri kökenliler huzursuz oluyor. Yani soğuk savaş döneminde sınırlarının ötesinde başlayan sorunlar şimdi sınırlarının içinde. Bu yüzden Türkiye komşularıyla, ilişkilerini iyileştirmek, oralarla ilgilenmeyi tercih ediyor. NATO üyeliği, BM Güvenlik Konseyi üyeliği, AB süreci bu açıdan önemli.

Türkiye'nin farklı bölgelerle ilgilenmesine Batı nasıl bakıyor?

Batı'daki kimi ülkelerle rekabet alanları var tabiî ki. Ama Türkiye'nin dış politika anlayışı, komşularını, bölgeyi bir fırsat alanı ve aynı zamanda da sorumluluk alanı olarak görmesi. Türkiye'nin bölge politikasında ilkeleri var. Bunlar, üst düzey siyasi diyalog, ekonomik bağımlılık oluşturma, herkes için güvenlik ve aynı zamanda da çok kültürün bir arada yaşamasının yollarının aranması. Bu ilkeler rekabeti dışlayan mümkün olduğu kadar işbirliğini zorunlu kılan böylece barışı, istikrarı, kalıcı refahı sağlamanın politikasının temeli.


Türkiye artık düzen kurucu bir ülke

Yeni bir dünya kuruluyor ama uluslararası kurumlar eski dünyaya ait. Bu kurumlar nasıl yenilenecek?

Tabii ki bu kurumların yenilenmesi ya da yapısal dönüşümleri olmazsa olmaz. Bu kurumlar açısından 1990'lar biraz daha yönetilebilirdi ama bugünü yönetmek bu kurumlar açısından artık daha zor. Mesela 2008'deki Gürcistan-Rusya krizinde Karadeniz'de Rusya ile NATO karşı karşıya geldi. Bu yüzden bu uluslar üstü kurumların dönüşümü kaçınılmaz. Bu açıdan Türkiye'nin BM Güvenlik Konseyi üyeliği çok önemlidir. Bakın dünyada üç büyük risk alanı var ve bu üç alanda da Türkiye alternatif çözümlerin ve kurumların içinde rol oynuyor, bu yapıların dönüşmesine katkıda bulunuyor.

Nedir o alanlar?

Türk dış politikası perspektifinde üç büyük küresel risk alanı var. Bunlardan bir tanesi uluslararası güvenlik. Küresel tehdit her yere ulaşabiliyor: Norveç'te, Londra'da, İstanbul'da. Mevcut uluslararası kurumların bunu önleme imkanı yok. Bu yüzden güvenlik eksenli kurumların yenilenmesi şart.

İkinci kriz alanı ekonomik. Şu anda geçmişte olmadığı ölçekte etkileri uzun sürebilecek bir ekonomik kriz ile karşı karşıyayız. Bu alanda da yine tekelci yönetim yapısının olduğunu görüyoruz. Bu açıdan dünyanın en gelişmiş 8 ülkesinin olduğu G8'in G20'ye evrilmesi ve Türkiye'nin buraya üye olması çok önemli bir gelişme. Buna bağlı olarak küresel paylaşımın yeniden gözden geçirilmesi zorunlu. Bugun Afrika'da Somali'de yaşanan insanlık dramını kimse görmezlikten gelemez.

Üçüncüsü…

Kültürel fay hatları. Bu anlamda da Türkiye ile İspanya'nın öncülük ettiği Medeniyetler İttifakı bu alandaki olası gerilimlerin azalmasına çok önemli katkı sağlıyor. Küçük bir yapı olarak kuruldu ama BM çatısı altına alındı. Şu anda alternatif büyük bir örgüt olmaya gidiyor. Çatışmanın kaçınılmaz olduğu düşüncesine karşı mücadele eden dünyada yegane örgüt.


İsrail'den hem özür hem tazminat gelecek

Türkiye-İsrail ilişkileri de hâlâ normalleşmiş değil. Türkiye Mavi Marmara'dan dolayı özür ve tazminat bekliyor. Gerçekleşecek mi?

Şu anda İsrail'deki yönetim felsefesi güvenlik ekseni üzerine inşa edilmiş. İsrail'de politikacılar 2000'li yıllardan itibaren şu politikaya izlemeye başladılar; 'ne kadar güvenlik politikası, o kadar halk desteği'. Fakat günümüzde güvenlik politikasının abartılması artık sonuç vermiyor. Çünkü çevrede güvenliği arttıracak bir düşman yok. İsrail siyasetçilerinin bu güvenlik paranoyası artık yönetilmez hale geldi. Dünyada duvarlar yıkılırken İsrail çevresine duvarlar örerek güvenliğini sağlayacağını düşünüyor.

Gerçekten anakronik...

Öyle. İsrail'in göremediği şu; tarihsel olarak bakıldığında duvarlar, bunlar yapan ülkeleri korumamıştır. Ne Çin Seddi Çin'i ne İsanbul'daki surlar Bizans'ı koruyabilmiştir. Ne de iki Almanya'yı bölen Berlin Duvarı dayanabilmiştir. İsrail güvenlik duvarını kime karşı örüyor zavallı Filistinlilere. İşte Mavi Marmara bu güvenlik paranoyasının baltayı taşa vurduğu noktadır. Uluslararası sularda 9 Türk'ün öldürülmesinin uluslararası platformda savunulacak hiçbir yanı yoktur. Şu anda İsrail yönetemeyeceği uluslararası bir krizle baş etmeye çalışmaktadır.

Özür ve tazminat gelecek mi?

İsrail yönetimi özür dilemeye hazır. Şu anda kamuoyunu buna hazırlıyorlar. Diğer taraftan İsrail uluslararası dünyadan giderek kendini içe kapatıyor ki, nedeni bu Mavi Marmara krizi. Bu yüzden hem özür hem de tazminat gelecek. Bunlar aynı zamanda İsrail için de bir çıkış yolu.



13 yıl önce