|

Yüksek yargı muhalefet partisi gibi davranıyor

Başta Anayasa Mahkemesi olmak üzere yüksek yargının verdiği kararlar ve yaptığı açıklamalarla ideolojik bir pozisyon aldığını, adeta muhalefet partisi gibi davrandığını ifade eden Bilkent Üniversitesi Öğretim Üyesi Anayasa Hukukçusu Prof. Dr. Ergun Özbudun, bunu yargının kendini rejimin koruyucularından biri olarak görmesine bağlıyor.

Murat Aksoy
00:00 - 7/12/2009 Pazartesi
Güncelleme: 23:34 - 6/12/2009 Pazar
Yeni Şafak
Yüksek yargı muhalefet  partisi gibi davranıyor
Yüksek yargı muhalefet partisi gibi davranıyor

Yargı, yasama ve yürütme ile birlikte üç erkten biri. Ama giderek siyasallaşıyor. Aldığı karar ve yaptığı açıklamalar ile adeta muhalefetin yerine geçiyor. Bunu sadece laiklik konusunda duyulan hassasiyete mi, yargının kendisine misyon yüklemesine mi bağlayacağız? Yargının siyasallaşmasından demokratik açılımın anayasal boyutlarına kadar birçok konuyu Anayasa Hukukçusu Prof. Dr. Ergun Özbudun ile konuştuk.


Türkiye'de yargının bağımsızlığı ve tarafsızlığı sürekli tartışılıyor. Neden?

Yargının, gerek siyasi iktidar karşısında, gerek diğer toplumsal güçler karşısında bağımsız ve tarafsız olması ve kararlarını sadece hukuk ve adaleti düşünerek serbestçe verebilmesi gerekiyor. Ancak Türkiye'de yargı bağımsızlığı, yargının diğer organlar karşısında tam hâkimiyeti gibi algılanıyor. Oysa hukuk devleti, devletin her üç organının da (yasama, yürütme, yargı) hukuka bağlı olmasını gerektirir. Bizde yasamanın hukuka yani Anayasa'ya bağlılığının müeyyidesi Anayasa yargısıdır; yürütmenin hukuka bağlılığının müeyyidesi de idari yargıdır. Ama yargının da hukuka bağlı olması lazım. Yargı ancak anayasanın ve kanunların kendisine verdiği ölçüde bu denetimi yapmalı. Bu denetim hiçbir zaman “yerindelik denetimi” biçimine dönüşmemeli. Hiçbir zaman ideolojik nitelik almamalı. Yargı bağımsızlığının çağrıştırdığı denetim, hukukilik denetimidir.

Nedir hukukilik denetimi?

Yani eğer bir kanundan bahsediyorsak, bu kanunun Anayasa'ya uygunluğudur. Bir idari işlemden söz ediyorsak kanunlara uygunluğudur. Anayasa yargısı olsun, idari yargı olsun, genel olarak yargı olsun, mevcut pozitif hukuk içinde karar vermek durumundadır. Eğer bunlar kendilerini bir misyon sahibi olarak görür, bir ideolojik çatışmanın aktörü olarak görerek karar verirlerse; o zaman evrensel kavramların anlamını altüst etmiş oluruz. O zaman ne yargı bağımsızlığı gerçek anlamını ifade eder, ne de kuvvetler ayrılığı.

Türkiye'de durum bu mudur?

Bir demokraside yargının hem bağımsızlığı hem de tarafsızlığı asıldır. Yargının bağımsızlığı da tarafsızlığının bir aracı olması itibari ile önemlidir. Yargının, yargı işlevini yerine getirmesi için tarafsız olması gerekir. Bu tarafsızlık, mutlaka siyasi iktidar, hükümet tarafından bozulmaz, ona karşı tarafsız olduğu gibi toplum içindeki diğer grup ve ideolojilere de tarafsız olması ve sadece adaletin hizmetinde olması gerekir. Daha geniş bir çerçeveden baktığımızda, Batı demokrasilerindeki pekçok kavramın Türkiye'de kullanıldığını ama Türkiye'de Batıdakilerden çok farklı anlamlarda kullanıldığını görürsünüz. Mesela laiklik. Bizde Batı'da evrensel anlamından çok farklı, âdeta “Türk tipi laiklik” olarak anlaşılıyor. Kuvvetler ayrılığı, hukuk devleti, siyasi parti hürriyeti, ifade hürriyeti farklı anlaşılıyor.

TÜRK İŞİ HUKUK OLMAZ

Batı ile Türkiye arasında geniş anlamda bir farktan söz ediyoruz demektir…

Evet. Temel anayasa konularının hepsinde “biz bize benzeriz” felsefesine uygun, kendimize göre anlam dünyaları yaratılmış. Bu durumun evrensel standartlardan ne kadar farklı olduğunu belgeleri ile ortaya koyduğumuzda, karşımıza “Türkiye'nin kendine özgü” olduğu iddia edilen şartlar ortaya konuyor.

Hukuk gibi evrensel bir alanda da mı “Türkiye'nin kendine özgü” şartları söz konusu...

Olmaması gerekir. Hukukun ve demokrasinin temel prensipleri evrenseldir. “Biz bize benzeriz” ya da “Türkiye'nin özel şartları” ifadelerini ben çocukluğumdan beri duyuyorum. Bu yaşıma geldim hâlâ duyuyorum. En son Yargıtay'ın adlî yıl açılışında Yargıtay Başkanı Hasan Gerçeker, gene “Türkiye'nin özel şartları” deyimini kullandı. Demek ki, Türkiye'nin özel şartları daha özel.

YARGI İDEOLOJİK KARARLAR ALIYOR

Ne olabilir bu özel şartlar?

Bu şartları hukukla izah etmek mümkün değil. Hukuken kabul edilebilir bir iddia da değil. Belki bazı toplumsal kesimlerin psikolojisi ve elitlerin psikoloji ile ilgili bir durum. Osmanlı'dan gelen yenilgi ve küçülmeler ile açıklamak mümkün olabilir. Ancak bu durumun yarattığı zihniyet, elitler tarafından sürekli ve güçlü biçimde kullanılarak pekiştirilmiştir. Bunun nedeni de, kendi imtiyazlı konumlarını korumak istekleridir.

Yargının ideolojik davranmasına yol açan tehlike nedir?

Yargı, Cumhuriyet'in kurucu ideolojisini kendi algıladığı biçimde korumayı kendisine misyon olarak tanımlıyor. Bunun başında laiklik geliyor. Kurucu ideoloji, eğer lâik ve üniter bir cumhuriyetse buna marjinal gruplar dışında kimsenin itirazı yok. Önemli olan buna nasıl bir anlam vereceğiniz. Gerek 1961, gerekse 1982 Anayasa'sı döneminde AYM hak eksenli, birey eksenli değil, devlet eksenli ve ideolojik saikli kararlar vermiştir. Ama son dönemde verdiği üç karar bu yaklaşımın en tipik yansımalarıdır.

Nedir onlar?

367 kararı, Anayasa'nın 10. ve 42. maddelerinin değiştirilmesi ile ilgili iptal kararı ve AK Parti'nin kapatılması davasında verdiği karar. Bu üç kararda AYM, kendi anayasal yetkilerini aşmış ve yetki gaspında bulunmuştur. Batılı standartlarla uyumlu davranmamıştır. Danıştay ve Yargıtay'ın da ideolojik nitelikli kararlar verdiğini biliyoruz. Bütün bunlarda gördüğümüz şu; yargı devletin koruyucusu olmak misyonunu kendine şiar edinmektedir. Devleti her şeyden evvel halk korur. Yargının yapması gereken, hukuku, hukukun üstünlüğünü korumaktır. Dolayısıyla kendisinde bir misyon vehmederek, ideolojik bir çatışmanın bir aktörü haline gelirse en çok zararı yargının kendisi görür. Çünkü toplumun adalete olan güveni sarsılır.

Hükümet yargıda reform taslağı sorunları çözebilir mi?

Meselenin bir kısmı idari ve yasal değişikliklerle ilgilidir. Ve yargı reformu bunların büyük kısmını karşılıyor.

Bu düzenleme hükümetin kendine yargısını yaratma girişimi olarak yorumlanıyor. Katılıyor musunuz?

Ben sanmıyorum. Tasarlanan değişiklikler yargıyı daha bağımsız ve tarafsız hale getirme amacını taşıyor ve daha katılımcı bir model öngörülüyor. Bu algının nedeni de yine korku ve endişe.

Dünyaya bu kadar entegre olmaya çalışan AB üyesi bir ülkede şeriat nasıl korku objesi olabilir?

Ben de bunu anlamıyorum. Galiba burada sıkıntı laikliğin yorumundan kaynaklanıyor. Evrensel bir laiklik yorumunu uygulayamadığımız için yüksek yargı, Silahlı Kuvvetler, bürokrasi gibi vesayetçi kurumlar kendilerine misyon biçiyorlar. Bunlar kendilerine koruyucu kalkan ve uyanık bekçi rolünü biçiyorlar.

BİZDEKİ 'MİLİTAN/DAYATMACI' LAİKLİK

Nedir Türkiye'nin laiklik algısı?

Türkiye'de laiklik, pozitivist ideoloji biçiminde tanımlanıyor. Oysa laiklik Batı demokrasilerinde, devletin dinler karşısında tarafsızlığı, bütün din, mezhep ve hatta dinsizlere eşit mesafede olması, din ve mezhep temelinde ayrım yapmaması, din ve devlet kurumlarının birbirinden ayrı olmasıdır. Aslında bu laikliğin evrensel tanımıdır. Oysa bizde “militan/dayatmacı laiklik” uygulanıyor. Bizde başörtülü öğrenciler veya imam hatipliler bu laiklik yorumuna göre tehlikeli sayılıyor. Eğer evrensel bir laiklik yorumu benimsersek, o zaman ne yargının uyanık bekçi olmasına gerek kalır ne silahlı kuvvetlerin. Bu durum takdir edersiniz ki, Batılı demokrasilerde görebileceğiniz bir şey değil.

Bu korku ve endişeler nasıl giderilir?

Zamanla ve sabırla. Ama burada hükümet sembolik adımlar atabilir. Mesela zorunlu din dersi kaldırılarak bu sürece olumlu bir katkı yapabilir hükümet.


Demokratik açılım konusuna gelelim. Habur'daki uygulamlarda hukuki ihlal var mı?


Etkin pişmanlık hükümlerine uyulmadığı yolundaki eleştirilere katılmıyorum. TCK'nın etkin pişmanlığı düzenleyen 221. maddesi kendiliğinden teslim olanlar için bir pişmanlık bildirimi ve örgüt hakkında bilgi verme şartı aramıyor. Bu maddenin ikinci fıkrası kendiliğinden teslim olanları değil, yakalananları düzenliyor. Orada pişmanlık bildirimi ve örgüt hakkında bilgi verme şartı var.

Süreç nasıl yönetiliyor?

25 yıldır süren ve 40 bin insanın canına mal olan bir sorundan bahsediyoruz. Bunun yaralarının bir günde sarılması mümkün değil. PKK'da dahil olmak üzere DTP, AK Parti, CHP ve MHP'de sürecin hassasiyetine uygun davranmalı.

Sürecin önünde anayasal engeller nedir?

Şu anda mevcut Anayasa'da görünen tek engel, vatandaşlık tanımını düzenleyen 66. maddedir. Bu madde ile ilgili olarak bir Anayasa değişikliği gerekiyor. Ancak bu, kısa ya da orta vadede değil, uzun vadede yapılabilecek bir düzenleme. Burada yapılacak düzenleme anayasal vatandaşlık tanımını vurgulayacak ve etnisite çağrışımını ortadan kaldıracak şekilde olabilir.

Onun dışında…

Fazla bir problem görünmüyor.

Muhalefet ısrarla bu süreci bölünme olarak tanımlıyor…

Muhalefet sanki Türkiye'de hiçbir şey olmamış, 25 yıl düşük yoğunluklu savaş yaşanmamış, 40 bin insan ölmemiş, Kürt sorunu yokmuş gibi davranıyor. Sanki 25 yıldır her şey güllük gülistanlıktı da, açılımla birlikte mi ayrışma ve bölünme süreci başladı? Açılımı eleştirenler, onun alternatiflerini de ortaya koymak zorundadırlar. Acaba bu alternatif, “son teröristin etkisiz kılınması” mıdır? Bu açılım projesi başarıya ulaşırsa, bunun sonucu ayrışma veya bölünme değil, bütünleşme projesi olduğu görülecektir

Anadilde eğitim ve seçmeli Kürtçe seçmelik ders konusuna gelelim…

Burada sıkıntı olan konu 42. maddenin anlamında ihtilaf yaşanması. Anadilde eğitim nedir? 42. madde'ye göre, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarına Türkçe'den başka dil anadil olarak okutulamaz ve öğretilemez. Bence bu madde Kürtçe ya da başka bir dilin devlet okullarında seçimlik dil olarak okutulmasına engel değil. Anadil olarak olarak okutulamazdan maksat, temel eğitim dili olarak okutulmamasıdır. Yoksa seçimlik bir dersin okutulmasına mevcut 42. maddenin engel olduğunu sanmıyorum.

Anadilde eğitime 42. Madde engel yani…

Evet. Bu açık. Ama şu gerçeği de ortaya koymak lazım. Kürtçe anadilde temel eğitim, Kürtler için de yararlı ve rasyonel midir? Bence hayır. Çünkü onlar Türkiye'de ve büyük çoğunlukla Türkçe konuşulan bir ülkede iş arayacaklardır. Türkçe'ye hakim olmamaları, kendileri için büyük güçlükler yaratacaktır.


Hakim ve savcıların örgütlendiği YARSAV hakkında ne düşünüyorsunuz?

Hakim ve savcıların meslekî menfaatlerini savunmak için kurulan YARSAV, şu anda yargı içinde en ideolojik ve en sert muhalefeti yapan örgüt olarak karşımızda duruyor. Bir muhalefet partisi gibi davranıyor. Buna yasal engel var mı yok mu bilmiyorum ama hakim ve savcıların, siyasî taraf gibi açıklamalar yapmaları yargı etiği açısından doğru değil. Siyaseti bu kadar seviyorlarsa, istifa edip siyasete girsinler.


Yüksek yargı AK Parti'ye karşı bir blok mu oluşturuyor, muhalefet mi yapıyor?

Evet, yargının aldığı kararlara, yaptığı açıklamalara bakınca bunun bir tür muhalefet olduğunu düşünmemek elde değil. Özellikle yüksek yargının birey ile devlet karşı karşıya geldiğinde devletten yana bir tutum aldığı ötedenberi bilinen bir gerçek ama, bu tür kararlar AK Parti dönemi ile birlikte daha belirgin hale gelmiştir. Özellikle 2007 yılında Cumhurbaşkanlığı seçimi gündeme geldiğinde bu yaklaşım had safhaya ulaşmıştır. Kabul etmek lazım ki, bu AK Parti'ye karşı ideolojik eksenli bir muhalefetten başka bir şey değildir. Daha önce andığımız üç mahkeme kararı ve yüksek yargıdan çıkan başka kararlardan anlıyoruz ki, yüksek yargı, laiklik algısı nedeniyle kendini bir taraf ve aktör olarak ortaya koyuyor.

Nedir laiklik konusunda duyulan korkunun kaynağı?

Gündelik hayatta İslami görünürlüğün artması, bazı yerel yönetimlerin mesela içki konusundaki uygulama girişimleri bu endişe ve korkuyu beslemiş olabilir. Ama bunlar istisnai ve yerel uygulamalardır. Ben bu endişe ve korkunun kaynağının temelinde önyargıların olduğunu düşünüyorum. Bu önyargılar bu küçük olaylarla beslenince korku büyüyor.

H2007'den hemen sonrada, kapatma davası geldi…

Evet. AK Parti'ye açılan kapatma davasının bir anlamda temelini teşkil eden Anayasa'nın 10. ve 42. maddelerinin değişikliği ile ilgili düzenleme, AYM'den dönmüştür. Yine kapatma davası için ileri sürülen 400'ün üzerindeki iddiadan ancak 20 küsuru mahkeme tarafından ciddiye alınmıştır. Aslında kapatma davası da bu paranoyanın bir delili niteliğindedir. AK Parti kapatılmamıştır ama, 11 üyenin 10'u Parti'nin laiklik karşıtı eylemlerin odağı olduğu konusunda uzlaşmışlardır. Bu endişe vericidir. Ve bu her an yeni bir davayı tetikleyebilir. Bu, ancak bize özgü bir laiklik yorumu ile açıklanabilir. Evrensel bir laiklik yorumu ile değil.

Duyumlardaki gibi yeni bir kapatma davası açılabilir mi?

Teorik olarak bu mümkün. Cumhuriyet Başsavcısı dava açabilir. Bundan önce açılan davada delil olarak sunulanların çoğunu AYM'nin delil kabul etmediğini dikkate alırsak, Cumhuriyet Başsavcısı daha sağlam deliller bulmak zorunda görünüyor. Aslında bunu konuşuyor olmak bile Türk demokrasisinin Batı'dan ne kadar farklı olduğunu gösteri-yor ki, bu acı bir şey.




14 yıl önce