|

Bu kinayelere sahiden de gerek var mıydı sevgili Demirkubuz Usta?

Çağdaş Türk sinemasının iki pırıltılı ismi ve uluslararası markaları Nuri Bilge Ceylan ile Zeki Demirkubuz arasında nicedir sürüp giden, son olarak da Demirkubuz'un yeni filmi 'Yeraltı'nın dokusuna kadar işleyen o tatsız gerilimde sezgilerim ikincisinden yana destekleyici tavır almam gerektiğini söylüyor. Ancak, mantığımın ve edep duygumun söylediği ise bunun tam tersi... İsimleri hem yerel hem de küresel ölçekte bu denli büyümüş 'auteur' sanatçılar birbirlerini, her biri geleceğe kültür mirası olarak devredeceğimiz filmleri üzerinden vurmamalı; çünkü bu onların şânına yakışan bir tavır değil!

Ali Murat Güven
00:00 - 13/04/2012 Cuma
Güncelleme: 00:21 - 15/04/2012 Pazar
Yeni Şafak
Bu kinayelere sahiden de gerek var mıydı sevgili D
Bu kinayelere sahiden de gerek var mıydı sevgili D
alimuratg@yahoo.com

YERALTI

Yapım Yılı ve Ülkesi:
2012, Türkiye yapımı
Türü ve Süresi:
Psikolojik drama, 107 dakika
Gösterim Formatı:
(Dijital video çekim tabanlı)
35 mm standart sinema filmi
Perdedeki Resim Oranı:
1.85:1
Türkiye'de Gösterime Sunulan Kopya Sayısı:
25
Yönetmen:
Zeki Demirkubuz
Yönetmen Yardımcısı:
Rezan Yeşilbaş
Senarist:
Zeki Demirkubuz
Görüntü Yönetmeni:
Türksoy Gölebeyi
Işık Şefi:
Hatip Karabudak
Kurgucu:
Zeki Demirkubuz
Kostüm Tasarımcısı:
Nihan Güneş
Ses Kayıt Teknisyeni:
Furkan Atlı
Ses Miksaj Teknisyeni:
Serdar Öngören
Oyuncuları:
Engin Günaydın, Nergis Öztürk, Serhat Tutumluer, Nihal Yalçın, Murat Cemcir, Feridun Koç, Serkan Keskin, Sarp Apak
Yapımcı Şirket:
Mavi Film
Yapımcı:
Zeki Demirkubuz
Yürütücü Yapımcı:
Başak Emre
Dağıtıcı Şirket:
Tiglon Film
İçerik Uyarıları:
Argo diyaloglar ve yüzeysel cinsellik içermesi, yanısıra bir dizi olumsuz davranış örneğine yer vermesinden dolayı, 15 yaşından küçük sinemaseverler için uygun bir yapım değildir.
Ailece izlenebilir mi?
ŞARTLI EVET /
15+
(Ailenin küçük üyelerinin en az 15 yaşında ve daha büyük olmaları şartıyla)
Filmin Yeni Şafak-Sinema Puanı:
(4 yıldız üzerinden)
* * *
Resmî İnternet Sitesi ve Fragmanı:

::::::::::::::::::::::::::

FİLMİN KONUSU:
Muharrem
, nefret ettiği ve edildiği hâlde eski arkadaşlarının yemeğine kendisini zorla davet ettirir. Masum didişmeler, ufak tefek kişilik gösterileri ile başlayan yemek, dumanlanan kafaların da etkisiyle giderek utanç dolu geçmişe doğru yol almaya başlar. Eski defterler açılır ve kirli hesaplar ortaya dökülür. Gece, adım adım pişmanlık, gözyaşları ve öfkeyle kaplanırken, rezillik karanlık sokaklara, fuhuş kokan otel odalarına taşar. Onlar hep birlikte,
Muharrem
tek başına olsa da kararlıdır. Pislik ya o gece temizlenecek ya da geberip gidecektir. Yoksa, sonsuza kadar kurtulamayacaktır bu utançtan…

::::::::::::::::::::::::::

1960
'lı yılların başlarında, o dönemin cuncunalı
Yeşilçam
ortamında
meslekî rekabet
ya da
karakter uyuşmazlığı
nedeniyle birbirleriyle sürtüşme hâlinde olan bazı yapımcılar arasında tuhaf bir moda peydahlanmıştı. Kafası herhangi bir meslektaşına bozulan yapımcımız, çektiği yeni filminin ismini, konuyla ilgili olsun ya da olmasın,
onu rencide edecek bir cümle
şeklinde kurgulayarak, kendi sığ bakış açısına göre muhatabından kamuoyunun huzurunda
“intikam alıyordu”
.
Bir döneme damgasını vurmuş olan bu tür tartışmalar ve karşılıklı acı acı laf sokmalardan hatırımda kalan en ünlüsü ise
“Yerli Film”
isimli yapım şirketinin sahibi
Atıf Yılmaz
ile
“Kemâl Film”
in efsanevî patronu
Osman Fahir Seden
arasında yaşanan itiş kakıştır.
Türk sinemasını bugünlere taşımış ve artık her ikisi de rahmetli olmuş iki ulu çınar arasında baş gösteren gerilim bir dönem öylesine artmıştı ki
Yılmaz
,
1961
yılında kendi yapım şirketi adına yönettiği, başrollerinde
Orhan Günşıray, Çolpan İlhan, Kenan Pars, Peri Han, Nubar Terziyan
ve
Atıf Kaptan
'ın yer aldığı filmine
“Allah Cezanı Versin Osman Bey”
gibi absürd bir isim koyacaktı. O günlerde söz konusu filmi izlemeye gidenler, konusunun böyle bir beddualı cümleyle uzaktan yakından ilişkili olmadığını görerek şaşkına dönmüşler, ancak sonradan
Beyoğlu
'nun arka sokaklarından medyaya yayılan dedikodularla da meselenin aslını kavramışlardı. Bütün olay,
Yılmaz
'ın nicedir kızgın olduğu
Seden
'e sağlam bir darbe vurmayı arzulamasından ibaretti. Nitekim, yerli ve yabancı filmlere
merak uyandırıcı, kışkırtıcı
, dahası
anlamsız
isimler bulma konusunda dünya çapında bir yeteneğe sahip Türk sinema işletmeciliğinde bu tür traji-komik vak'alar pek çoktur.
1970
'lerin en gözde erotik filmlerinden biri olup şimdiki benzerlerinin yanında ise
“Pollyanna”
düzeyinde kalan
“Emmanuelle”
nin de ülkemizde vaktiyle
“Hisli Duygular”
(!) adıyla gösterime sunulduğunu hatırlarım meselâ…
1970
'lerin sonlarına doğru bu akıllara zarar ismi taşıyan posterleri, lobi kartlarını ciddi ciddi bastırıp salonlara dağıtmıştı bizim sevgili işletmecilerimiz…
Zeki Demirkubuz
'un uzun süredir merakla beklediğimiz yeni filmi
“Yeraltı”
nda ister istemez dikkatimi çeken, filmin son birkaç haftadır ulusal medyada -kendi aslî değerinden ziyade- bu yönüyle tartışılmasına yol açan
“Nuri Bilge Ceylan'a yönelik ince ince giydirmeler”
, bana günümüzden ta
50 yıl
öncesinde posterler üzerinden gerçekleştirilmiş o
sinir savaşlarını
hatırlattı ister istemez… Çünkü, her iki durum da ortaya koyduğu
“çiğlik katsayısı”
açısından denk; hattâ ülke olarak eriştiğimiz toplumsal ve sanatsal olgunluk düzeyi dikkate alındığında,
2012
yılında beyazperdeye arz-ı endam eden bu
hesaplaşma gösterisi
yarım asır öncekinden çok daha vahim…

KENDİSİNİ ÇOK SEVİP SİNEMASINA İSE HİÇ ISINAMADIĞIM BİR SANATÇI: ZEKİ DEMİRKUBUZ

Bu konudaki görüşlerimi sizlerle paylaşmaya başlamadan önce, bazı taşları yerli yerine oturtmakta yarar görüyorum.
Ben, psikoloji biliminin deyimiyle
“karakter”
; İslâmî terminolojideki karşılığıyla ise
“fıtrat”
olarak
Zeki Demirkubuz
'a, onun dobralığı ve fevrîliğine yakın bir adamım. O yüzden de kendisini ta ilk filmi
“C-Blok”
ve bu öncü yapıta paralel olarak medyaya verdiği mülâkatlardan beri daima büyük bir saygı ve dikkatle takip ettim. Bu sanatçımızın -sineması üzerinden her söylediğine değilse bile- hayata dair söylediği pek çok sözde kendimi buldum. Muhatabıma böyle bir cepheden baktığımda, şimdiye kadar hiç tanışma fırsatı bulamasam bile, velev ki kendisiyle yakın bir temasım, arkadaşım hukukum olsa ömrüm boyunca güzel güzel geçinip gidebileceğim biridir
Demirkubuz
… Ya da en azından bu benim -ondan aldığım elektriğe dayalı olarak- kişisel tasavvurum…
Öte yandan, aynı sanatçının
Dostoyevski karamsarlığının peliküle aktarılmış hâli
olan sinemasından ise çoğunlukla
haz etmem
. Onun filmlerini anlayamamaktan kaynaklanan bir
hoşnutsuzluk
ya da
bunaltı
duygusu değildir bu; tam aksine her filmini, onlara yüklediği üst ya da alt mesajları
çok iyi anladığımı
düşünüyorum ve işte tam olarak bundan dolayı sevemiyorum
Demirkubuz Sineması
'nı...
Sanat tarihinde, içine sürüklendiği kronik depresiflikten beslenip bizzat bu enstrümanı kullanarak yüksek birer sanatsal yapı kurabilmiş pek çok
şair, yazar, ressam, tiyatrocu, besteci, heykeltıraş
ya da
sinemacı
varolagelmiştir.
"İnsan öylesine alçaktır ki, zamanla herşeye alışır"
diyen
Dostoyevski
de bunların en önemlilerinden biri ve onun
Türkiye
'deki sarsılmaz takipçilerinden
Demirkubuz
da benzer bir hüznün, iflah olmaz bir umutsuzluğun, kesif bir karamsarlığın sinemamızdaki yetkin temsilcileri arasında yer alıyor.
Ancak, benim,
“kıyametin kopmasına beş dakika kala bile yeni bir fidan daha dikmekle yükümlü kılınmış”
samimi bir
Müslüman
olarak bu yöndeki bir sinemanın perdeden izleyicilerine yaydığı -
Yüce Allah
'ın vaadinin tam karşıtı- o karamsarlıkla ileri düzeyde bir
gönül bağı
kurabilmem mümkün değil. Kaldı ki kendisini bir taraftan
“Müslüman”
diye tanımlayıp, diğer taraftan ise
Demirkubuz
'un sinema algısı ve anlayışına abartılı bir şekilde meftun olanların söz konusu
dört dörtlük özdeşleşmeyi
nasıl başarabildiklerini de kesinlikle anlayabilmiş değilim.
Zeki Demirkubuz
merâmını çok iyi anlatabilen, görüntünün dilini kullanma açısından aşkın bir sinemacı… Buna karşılık, tam olarak neye inandığının farkında olan her
Müslüman
'ın da perdede anlatılan o
“meram”
ile sorunları, ona ilişkin bazı derin sorgulamaları olmak zorundadır. Bu yüzdendir ki bizim
dîni pek bütün mahallemizde
özellikle son
10-15
yıldır âdetâ kitlesel bir histeriye dönüşen
“Demirkubuz Sineması tiryakiliği”
de başka bir yazıda ayrıca uzun uzadıya ele alınması gereken çok ciddi paradokslarımızdan birini oluşturuyor.

SİNEMASI GÜZEL ŞEYLER SÖYLEYEN, KENDİSİ İSE SON DERECE KETUM BİR SANATÇI: NURİ BİLGE CEYLAN

Diğer cepheye geçtiğimizde,
Nuri Bilge Ceylan
'ı ise
“sinema”
olarak kişisel beğenime daha bir yakın, ancak o muhteşem anlatıların sahibini -yine, hangi sözcüğü kullanırsanız kullanın-
“karakter”
ya da
“fıtrat”
açısından da kendime oldukça uzak bulmaktayım.
Bu sanatçının haddinden fazla
hesaplı
ve
hesapçı
bir yanı var bana göre; giderek büyüyen uluslararası şöhretinin de etkisiyle
(ki söz konusu hâli bana artık kendilerinin bile tam anlamıyla hâkim olamayacakları kadar büyümüş durumdaki
Fethullah Gülen
cemaatinin
“Sahip olduğumuz medya organlarında falanca politik lidere laf söylersek gücenir, kızar, önümüzü keser. Filanca ülkeye laf edersek oradaki okullarımız kapatılır”
şeklindeki bitmez tükenmez küresel denge kurma çabalarını hatırlatır hep)
ağzından çıkacak her sözü bin kez tartıyor, hattâ çoğu kez başına bir iş açılmasın,
şu ya da bu tarafın adamı
olarak algılanmasın diye
hiç konuşmuyor
bile!
Eh, bu da
karnı ağzında yaşayan bir herif
olarak benim kolay kolay uzlaşabileceğim bir kişilik özelliği değil elbette… Ne yani, herkesin herkesle çok uyumlu olduğu böyle bir piyasada
“uyumsuz adam”, “geçimsiz adam”, “takım çalışmasına yatkın olmayan kılçık adam”
gibi unvanları kazanmak kolay mı oldu sanıyorsunuz? Bunun için gerektiğinde
ve
yapayalnız
kalmak pahasına birilerinin canını sıkmanız gerekiyor ki ben de bu işi öteden beri gayet iyi yaparım.
Pekiyi, siz şimdiye kadar
Ceylan
'ın ülkemizdeki
güncel politik, ekonomik, kültürel gelişmeler
üzerine medyaya çıkıp da bir çift söz sarfettiğini gördünüz mü? Göremezsiniz, çünkü o da -tıpkı Amerikan sinemasının gizemli dâhisi
Stanley Kubrick
gibi- ta en baştan titizlikle tasarımlanmış bir
“varoluş yöntemi”
olarak kariyeri boyunca mutlak bir sessizlik eşliğinde ilerlemeyi seçmiş durumda… Durum böyleyken, benim de kendi adıma, önemli ya da önemsiz, ağzından çıkacak her sözü
“Dengeleri gözetmeliyim”
diye diye bu kadar ölçüp tartan biriyle özel hayatta samimi olabilmem pek zordur.

Ha, sanatçının söz konusu tercihine kızmalı mıyız? Ya da kıyasıya eleştirilecek bir kişilik özelliği midir bu? Asla! Benimkisi yalnızca bir durum tespiti; her iki yönetmeni de uzun yıllar boyunca dikkatle gözlemledikten sonra varılmış kanaatler, hepsi o kadar…

Buna rağmen,
“Uzak”
tan itibaren
Ceylan
'ın filmlerinde hayata ve onu anlamlı kılan edimlere ilişkin söylediklerini,
Demirkubuz
'un anlatılarına göre kendime
çok daha yakın
bulmaktayım. Öyle ki
“Uzak”
benim sinema bilgimi ve beğenimi yenileyen başat filmlerden biri olduğu gibi, yakın bir zamanda aynı sanatçıdan benzer bir şamarı da
“Bir Zamanlar Anadolu'da”
yı izlediğimde yedim.
Demirkubuz Sineması
'nda biraz daha
savruk
ve
denetimsiz
duran emprovize oyunculuklar,
Ceylan
'da ise oyuncuları kamera önünde görece serbest bırakmakla birlikte, aynı sanatçıların ön hazırlık safhasında -üstlendikleri karakterin nüansları üzerine- yönetmen tarafından
esaslı bir şekilde yoğuruldukları
hissini uyandırıyor bende… Nitekim, ilk gösteriminden yıllar sonra
“Uzak”
ın,
“Üç Maymun”
un kamera arkası çekimlerini izlediğimde, bu
“oyuncularını havaya sokma, en son raddesine kadar karakterin kimliğine büründürme”
çabasının
Ceylan
tarafından ne denli ciddiye alındığını bizzat müşahede etmiştim.

BİR 'BASIN TOPLANTISI' ÇOK DAHA YAKIŞIKLI OLURDU
Kişisel yaklaşımıma göre,
Zeki Demirkubuz
, meslektaşı
Nuri Bilge Ceylan
ile neredeyse
8-9 yıldır
sürüp giden geriliminin gerekçelerini bizlere
(
“bizler”
den kastım
sinema yazarları
ve
habercileri
)
varsa belgeleriyle, tanıklarıyla birlikte uzun uzadıya anlatacağı samimi bir basın toplantısı düzenlemeliydi.
Çevremde
Demirkubuz
'dan
“Filanca gün filanca yerde buluşalım, size Nuri Bilge Ceylan'ın bazı özgün sinemasal fikirlerimi benden izinsiz nasıl kullandığına ilişkin çok önemli bilgiler vereceğim”
şeklinde bir e-posta alsa, böyle bir basın toplantısına icabet etmeyecek tek bir sinema yazarı/habercisi bile tanımıyorum doğrusu… İnsanlar, toplantı sonucunda oluşacak nihai kanaatleri her ne olursa olsun, böylesine saygın bir yönetmenin düzenleyeceği o
“dertleşme”
ye mutlaka katılır, kendisini başından sonuna kadar ilgiyle dinler, akıllarına takılan soruları sorup notlarını alırlardı. Sonrasında da aynı buluşmada
Demirkubuz
tarafından dillendirilen iddiaları köşelerimizde, sayfalarımızda -her iki tarafı da incitmeden- ele alıp,
Ceylan
'ın vereceği karşı cevapları beklerdik. Bence, böyle bir yöntemle sinemamızda benzerine kolay rastlanmayacak türden bir
entelektüel tartışmanın
da temelleri atılmış olurdu. Dahası, zayıf bir ihtimâl bile olsa, en sonunda her iki yönetmenimizi bir araya getirip karşılıklı
“hellâleştirme”
imkânı da doğabilirdi.
Fakat,
Demirkubuz
bunu yapmayıp, sinema tarihimiz içindeki önemi ve değeri son derece sınırlı olabilecek bir meseleyi
“sinema filmi”
gibi zamanlar ötesi bir kültür mirasının üzerine kalıcı bir şekilde
nakşetmeyi
, daha açık bir ifadeyle
“köprüleri büsbütün atmayı”
yeğledi. Ki bana göre, eğer doğruysa bile, en az
Ceylan
'ın fikir hırsızlığı kadar vahim bir hata bu…
Hemen belirtmeyim ki bu
"kirli"
tartışmada sezgilerim bana
Demirkubuz
'un en azından belli bir noktaya kadar haklı olabileceğini söylüyor.
Ceylan
yıllar önce
"Uzak"
ın hikâyesini kendisinden plan plan dinlemiş, sonra da pişkin bir şekilde bunu filmleştirmiş olabilir. Aynı şekilde,
Demirkubuz
'un -
Ceylan
'ın da bulunduğu- bir dost sohbetinde
"Yılmaz Güney'in 'Baba' filmi bugünün sinema diliyle mutlaka yeniden çekilmeli"
demesinden hemen sonra bu parlak fikrin de üzerine yatıp
"Üç Maymun"
u çektiği varsayılabilir.
Demirkubuz
'un her iki olayda da mevcut olduğunu ileri sürdüğü tanıklar ve kanıtlar, kendisini durup en azından can kulağıyla şöyle bir dinlememizi gerektiriyor. Fakat, kendisinin ideolojik taraftarı olsun ya da olmasın, bu ülkede sinemayı seven istisnasız herkesin sanatsal mücadelesine büyük saygı duyduğu
"auteur"
bir sinemacı olarak önümüze sürdüğü
hesaplaşma yöntemini
ise
"meşrû"
kılmıyor.
Dostoyevski
'den yapılmış serbest bir uyarlama olarak,
“Yeraltı”
filminin bir dizi sahnesinde yer alan hayli
"tanıdık"
bazı sözler, simgeler ve özellikle hikâyenin önde gelen karakterlerinden
Cevat
, tartışmaya mahal bırakmayacak bir şekilde
Nuri Bilge Ceylan
'ı hicvetmekte... Aslında durumu tanımlarken
“hiciv”
sözcüğünün çok yumuşak kaldığını da belirtmek gerek.
Demirkubuz
, meslektaşı
Ceylan
'ı kendi ürettiği bu kurmaca karakter üzerinden resmen
aşağılıyor
, onu fikir hırsızlığıyla, yanar döner bir adam olmakla suçluyor. Her iki sanatçıyı ve yapıtlarını yakından tanıyanlar, filmi izlediklerinde bu durumu kanıtlayan
“sokuşturmaları”
da hemen fark edeceklerdir hiç kuşkusuz…
Oysa, sinema filmlerinin de, onları ortaya koyan sanatçıların da
“güncel”
den bu kadar beslenmeye hakları olamaz. En azından geleceğe
“kültürel miras”
olarak aktarılacak türden nitelikli sinema filmleri yapanların… Bu olayda ortaya çıkan manzaranın
1960
'lı yıllardaki
“Allah Cezanı Versin Osman Bey”
den teknik olarak hiç bir farkı yok aslında…
Sorarım size,
Aksoy Yapım
'ın bütünüyle günümüzün popüler kültürünü yansıtan anlık vur-kaç esprilerle bezeli
“Recep İvedik”
leri bundan
30 yıl sonra
raftan indirilip
2040
'lı yılların
Türkiye
'sinde televizyonda gösterildiğinde, o dönemin insanlarına ne ifade edecek? Aynı vur-kaçları merhum
Ertem Eğilmez
'in
1970
'li yıllardaki
Arzu Film
yapımlarında da gözlemleyebilirsiniz sözgelimi... Dönemin tek kanallı siyah-beyaz
TRT
'sinde
“Charlie'nin Melekleri”
ya da
“Dallas”
gibi Amerikan dizileri oynuyor diye senaryoya sette sokuşturulan
“seksî özel dedektif Farrah”, “acımasız petrol kralı Ceyar”
esprilerine şimdiki zamanın -o muhabbetlerden tamamen habersiz- genç izleyicileri aval aval bakıyorlar. Bunlar, film yapımında hep
“anlık düşünme”
nin birer yansıması…
Öte yanda,
Metin Erksan
ise
“Acı Hayat”
ıyla,
“Suçlular Aramızda”
sıyla,
“Sevmek Zamanı”
yla,
“Kuyu”
suyla hâlâ
granitten yapılma bir anıt
gibi sapasağlam yükseliyor ulusal sinemamızda… Çünkü, bunlar günübirlik itiş kakışlara, popüler kültür sığlıklarına zerrece prim vermeden, çağları aşacak türden büyük sözlerle donatılmış büyük filmler… Ve
“eskime”
ihtimalleri de yok!
Okuduğunuz yazının
“Yeraltı”
nı ve onun -başta
Engin Günaydın
'ın performansı olmak üzere- birbirinden klas oyunculuk gösterilerini enine boyuna ele almak yerine sevimsiz bir dedikoduya saplanıp kaldığının ben de farkındayım. Ancak, gelin görün ki bunu, bir yılı aşkın sürede binbir meşakkatle çekip tamamladığı filmini böylesine gereksiz bir
“inceden inceye giydirmeler silsilesi"
nin üzerine kurgulayarak, aynı eksendeki muhabbetlerin giderek sinema medyasının koridorlarına yayılmasına da ses çıkarmayarak
(ki bence bunu özellikle isteyerek)
, sevgili
Zeki Demirkubuz
bizzat talep etmiş görünüyor. O zaman, son bir haftadır köşelerinde filme ilişkin yorumlar yapan bütün meslektaşlarımızın
filmin kendisini
değil, daha ziyade dedikoduculuk huyumuzu azdıran
bu sevimsiz yönünü
ele almasına da hiç kızmaması gerek…
“Yeraltı”
, ortalamanın çok üzerinde bir başarıyla çekilmiş ve oynanmış sağlam bir drama; daha da ötesi sinemamızda az rastlanır türden bir
psikolojik gerilim
… Bana göre, bu filmin, son on yıl içinde çekilenler arasından kendisiyle aynı kulvarda yer alıp da karşısına çıkabilecek yegâne rakibi
Çağan Irmak
'ın
“Karanlıktakiler”
i olabilir. Başroldeki
Engin Günaydın
'ın ve diğer bir dizi sanatçının zaman zaman kendilerini bile aştıkları müthiş oyunculuklarla bezenmiş olmasının yanı sıra, böyle bir hikâyenin ruhuna son derece uyan karanlık, kasvetli bir sanat yönetimine tanık oluyoruz ki söz konusu atmosferi kuran
ışık ve kamera ekibini
de özellikle kutlamak şart…
Gönlüm,
Demirkubuz Sineması
'nın -pek tatminkâr bulmadığım-
2009
yapımı
“Kıskanmak”
tan üç yıl sonra salonlara gelen bu son örneğini daha bir derinlemesine ele almayı dilerdi. Fakat, yönetmenden bize kalan
iyi bir film
ve onun başarısını fena hâlde gölgeleyen çirkin bir
“kan dâvâsı”
oldu.
Pekiyi, böylesi sahiden de
şık
oldu mu?

Yok, bence hiç olmadı.


* * *

YENİ ŞAFAK SİNEMA SAYFASI / YILDIZ PUANLAMA TABLOSU

* * * *
(4 Yıldız)
Sinemanın sanat kimliğini pekiştiren gerçek bir başyapıt… Kaçırmanız gerçekten de yazık olur.
* * * 1/2
(3,5 Yıldız)
Oldukça başarılı bir film. Şartlarınızı zorlamak pahasına mutlaka görmelisiniz.
* * *
(3 Yıldız)
Çoğu bölümüyle sanatsal bir derinlik ve lezzet yakalayabilen, kayıtsız kalınmayacak bir film. Ömrünüzden bir kaç saati vermeye değer…
* * 1/2
(2,5 Yıldız)
Bazı bölümlerinde iyi bir filmin kalite standartlarına erişmeyi başarabiliyor; fakat bir bütün olarak bakıldığında ise sorunlu ve tam olmamış.
* *
(2 Yıldız)
Hiç bir sanatsal değeri ve akılda kalıcılığı yok. Yalnızca zaman öldürmek için tüketilebilir. Ki zamanınıza önem verdiğimiz için bunu da pek önermiyoruz.
* 1/2
(1,5 Yıldız)
Kötü bir film ve neden çekildiğini anlamak zor… Görmemeniz yararınıza olacaktır.
*
(1 Yıldız)
Sinema sanatı adına utanç verici bir gösteri… Arkanıza bakmadan kaçın, sevdiklerinizi de uzak tutun!



12 yıl önce