|

Bütün eksik ve gediklerine rağmen ÖNCÜ VE İLGİYE DEĞER BİR ÇIKIŞ

Kendi sosyal sınıfına mensup sermaye sahiplerinin iç bayıcı vizyonsuzluğu ve cimriliği, sahip olduğu izleyici kitlesinin de olanca hoşgörüsüzlüğüne rağmen, Türkiye İslâmî hareketi bugüne kadar sinema arenasında iyi kötü bazı estetik-ideolojik değerler ortaya koymayı başarabilmiş durumda... Öte yandan, 'İslâmcılar'ın hırçın amcaoğulları' olarak nitelenebilecek Ülkücü Hareket'in temsilcilerinin aynı stratejik sanata karşı öteden beri takındıkları soğuk tutum ve aralarına koydukları uzak mesafe ise 'bizim mahalle'nin sanat alanındaki kör topal ilerleyişini bile aratacak düzeydeydi. Ele aldığı 'ağır mesele'yi ancak belli ölçüde taşıyabilen zayıf anlatım tekniğine karşılık, 'Ülkücüler' belgeselini sırf bu atâletin kırılması adına bile ciddiye alınması gereken önemli bir adım olarak görüyorum.

Ali Murat Güven
00:00 - 6/04/2012 Cuma
Güncelleme: 04:45 - 8/04/2012 Pazar
Yeni Şafak
Bütün eksik ve gediklerine rağmen ÖNCÜ VE İLGİYE D
Bütün eksik ve gediklerine rağmen ÖNCÜ VE İLGİYE D
alimuratg@yahoo.com

ÜLKÜCÜLER

Türü:
(Dramatik anlatım ve canlandırmalarla desteklenmiş)
Politik belgesel
Yapım Yılı, Süresi ve Ülkesi:
2012, 117 Dakika, Türkiye yapımı
Ülkemizde Gösterime Sunulan Kopya Sayısı:
80
Yapımcı Şirket:
SiyahTürk Yapım
Yapımcılar:
Bilâl Kalyoncu, Arif İlke
Dağıtıcı Şirket:
Özen Film
Yönetmenler:
Halil Sarı, Bilâl Kalyoncu
Görüntü Yönetmeni:
Serhat Tekin
Sanat Yönetmeni:
Yeliz Eroğlu
Senarist:
Bilâl Kalyoncu
Özgün Müzik Bestecisi:
Murat Aydemir
Işık Hizmetleri:
Diva Işık
Kurgu Hizmetleri:
Sarı Film
Oyuncular:
(Canlandırma bölümlerinde)
Faruk Akçam, Murat Avşar, Bertan Avcı, Ersin Aygün, Oğuzhan Çilenk, Murat Gökmen, Fatih Güler, Yavuz İğret, Engin Kayacık, Kâmil Kurt, Yerhan Pamir ve Ülkü Ocakları'nın gerçek mensupları
İçerik Uyarıları:
Yoğun şiddet içeren canlandırma bölümlerine
(karakol ve cezaevinde işkence, silahlı sokak eylemleri sonucunda hayatlarını kaybedenler v.b.)
yer verdiğinden dolayı,
13
yaşından küçük izleyiciler için uygun bir yapım değildir.
Ailece izlenebilir mi?
/ ŞARTLI EVET /
13+
(Ailenin küçük üyelerinin en az 13 yaşında ve daha büyük olması şartıyla)
Yeni Şafak-Sinema Puanı:
* * 1/2
Resmî İnternet Sitesi ve Fragmanı:

:::::::::::::::::::::::::::

FİLMİN KONUSU:
Türk politika tarihinin en önemli toplumsal figürleri arasında yer alan, özellikle de
1970
'lerin kutuplara ayrılmış
Türkiye
'sinde gündemi belirleyen keskin ideolojik donanımlı üç başat kitleden biri
(diğerleri
Akıncılar
ve
Marksistler
)
konumundaki
Ülkücü Hareket
'in mensupları hakkında gerçekleştirilen ilk geniş kapsamlı belge-film…
13
bölümlük bir televizyon dizisi olarak tasarlanmasına karşılık, içerdiği zengin malzemeden bir kısmı
sinema filmi
olarak kurgulandı ve geniş perdede gösterime sunuldu. Yapımcı şirkette toplanan asıl geniş malzeme de yine bir
televizyon belgesel dizisi
şeklinde değerlendirilecek.

:::::::::::::::::::::::::::


Yıl 1982
12 Eylül
'ün postallı adaletinin gece yarıları evlerinden palas pandıras toparlayıp önce falakaya yatırdığı,
“Filistin askısı”
na çekip cinsel organlarına elektrik verdiği ve bu gibi iğrenç sorgulama yöntemleri eşliğinde insanlık onurunu ayaklar altına alarak, uyduruk soruşturmaların, müsamereyi andıran mahkeme kararlarının kılavuzluğunda çarçabuk kodese gönderdiği onbinlerce yurttaş gibi benim gariban
babam
da içeride…
O, kesinlikle işlemediği bir suçtan dolayı dönemin
“Dracula şatoları”
ndan biri olan, adı İngiliz yapımı
“Geceyarısı Ekspresi”
filmine kadar uzanmış
Sağmalcılar Cezaevi
'nde kendi cephesinden çile doldururken, bizler de, yani
14
yaşındaki ben,
8
yaşındaki kız kardeşim ve
32
yaşında olup kocası henüz yaşarken dulluğu tatmış, bizlere bakabilmek için de o yaştan sonra güç belâ bir iş bulup çalışmaya başlamış annem, dışarıda bambaşka zulümlerin pençesinde kıvranmaktayız.
Her ziyaret günü apayrı bir rezillikler zincirinin sahnesine dönüşen
Sağmalcılar
'da yine bir bayram günü, ziyaret edilen ile ziyaret eden arasında iki kat kalın cam, iki kat da sık dokulu tel bulunan o -hayatım boyunca hiç unutamadığım- telefon kulübesi benzeri kabinlerin içindeyiz. Bizim bayramımız ve bayramın bizlere ifade ettiği yegâne şey, sözünü ettiğim kasvetli günlerde tam olarak buydu. Yani, bayramın ilk günü daha gün doğmadan önce cezaevinin önünde kuyruğa girmek, saatler sonra sıra gelmesiyle birlikte de
(bu arada kollarımız gardiyanlar tarafından
mezbahaya gönderilen sığırlar
gibi damgalanarak)
babamızı, iki tarafın arasına koyduğu mesafe bir buçuk metreyi bulan o pislik içindeki camların ardından yarım saatliğine olsun görebilmek…

Derken, yapılan haşin anonslardan sonra babam kabine geldi. Koşulların olanca iç buruculuğuna rağmen, insanın bayram günü babasını, hayat arkadaşını görebilmesi yine de güzel şey elbette… Doğal olarak sevindik biz de; yan yana kabinlerde sıralanmış onlarca kişinin seslerini bastırmaya çalışarak, bağıra çağıra konuşmaya başladık.

O ziyarette sıra dışı olan tek şey, konuşmalarımız sırasında babamın yanında sessizce duran genç bir adamdı. Aramıza engel olarak konulmuş camlar ve teller her ne kadar karşılıklı görüşü epeyce zorlaştırsa da babamın arada bir kendisine şefkatle sarılarak,
“Bakın bu da benim cezaevindeki oğlum, koğuş arkadaşım Hasan! Sizinle tanıştırmak için yanımda getirdim, ona bir merhaba deyin bakalım!”
tarzı cümlelerle konuşmaya teşvik ettiği muhatabının yüzündeki anormal rengi, aramızdaki bütün engellerin ardından bile açıkça fark edebiliyordum. Gülümsemeye çalışsa bile çehresini kaplayan donuk ifade tam olarak hiç geçmiyordu
Hasan
'ın… En fazla
25
'lerindeydi ve yüz rengi bugün bile hatırladığım üzere resmen
patlıcan moruna
doğru çalıyordu. Evet, belki inanamayacaksınız ama, hemen hemen böyle alışılmadık bir renkle kaplıydı suratı…
Hasan
, elinden geldiğince samimi olmaya çalışarak, bana, kardeşime ve anneme birer merhaba deyip kısaca hâl hatır sorduktan sonra kibar bir dille izin istedi; babam da çok fazla ısrarcı olmayarak onu koğuşuna geri gönderdi.

Konuğumuzun kabini terk etmesinin hemen ardından, büyük bir merak ve şaşkınlık içinde sordum babama:

“O adamın nesi var? Niye davranışları öyle tuhaf, bir de yüzünün rengi niye o kadar mor?”
Babam, sorularımdan endişelenmiş bir ifade takınıp, sesini iyice alçaltarak cama doğru yaklaştı ve
“Oğlum, o bir ülkücü”
dedi,
“Cezaevine yeni getirildi. Uzun süredir işkence edilmiş çocuğa... Siyasî Şube'de resmen mahvetmişler bünyesini... Geldiğinde aklı hiç yerinde değildi de burada sevgiyle, ilgiyle, merhametle biraz olsun düzelttik. Hasan'ı bilerek komünist polislerin eline vermişler, o herifler de çocuğa itirafnameler imzalatabilmek için sorguda çok çirkin şeyler yapmışlar. Beş vakit namaz kılıyor, Kur'an okuyor ve ancak bu şekilde sakin kalabiliyor. İçeride aynı durumda olan pek çok ülkücü genç var. İlk gözaltına alındığımda bana da karakolda kan kusturmuşlardı. Fakat, bu zavallı çocuk üzerinde çok daha bir vahşice, âdetâ özel olarak çalışmışlar. Allah düşmanımın başına vermesin!”
Babamla yaptığımız bu konuşmanın üzerinden tamı tamına
30 yıl
geçti.
Artık o dillere destan
Sağmalcılar Cezaevi
yok. Yıkıldı ve yerine sanırım -zamanın modasına uyularak- ultra-kapitalist bir
alışveriş merkezi
yapılacak.
Aynı şekilde, artık
babam
da yok.
12 Eylül
'ün
“beslemeyip asmayı tercih eden”
,
“bir o taraftan, bir bu taraftan asarak hukukî denge kuran”
muhteşem adalet sistemi onu
10 yıl
boyunca dandik bir suçlamayla elimizden alıp içeride iyice çürüttükten sonra,
1991
'de bize posasını geri verdi. O posa da dışarıda ancak
4 yıl
kadar yaşamayı başarıp
1995
'de -ebedî huzuru bulmasını umduğum- öte âleme gitti.
Hasan
'ı soracak olursanız, o hâlâ hayatta mıdır hiç bilemiyorum. Aslına bakarsanız, sanmıyorum da… Çünkü, benim bir görüş günü karşılaştığım o bitik suratın çok da uzun yaşama şansı yoktu zaten…
İşte,
Hasan
ve onun gibi daha binlerce isimsiz kurban nedeniyle,
“Ülkücüler”
belgeselinin gösterime gireceğini haber aldığımda kalbimi müthiş bir huzur duygusu kapladı,
“Oh be, hele şükür!”
dedim kendi kendime,
“Sesleri bugüne kadar fazlasıyla gür çıkan diğer kesimlerin trajedilerine dair sayısız sinema filmi, televizyon dizisi ve belgeselden sonra, nihayet birileri de bu unutulmuş çocukların hikâyesini anlatmayı denemiş. Ne kadar iyi!”

Her ne kadar, izlediğim belgeselin teknik ve estetik kalitesi beklentilerimi karşılamaktan büyük ölçüde uzak kalsa da -tıpkı geçen yılın bolca gürültü kopartan
“Hür Adam”
ı gibi- sırf bu hassas konuda bir adım atılması ve ele aldığı sosyal kesime ilişkin ilk ciddi sinemasal anlatı olması nedeniyle bile,
“Ülkücüler”
üzerinde durulmayı hak eden bir çalışma olmuş. Filmin, kimi anlarda düpedüz
“çiğ”
bir görünüm kazanan dramatizasyon bölümlerindeki yetersiz işçiliğin nedenini anlayabilmek için de ota boka
“Faşiz bunlar, faşizzzz! Bunlarda sanatsal yetenek ne arar? Sanat demek sol demektir!”
diye çığırıp duran
(gerçekte kendileri dibine kadar ayrımcı ve faşist)
jakobenlerden birazcık ayrışıp Türk milliyetçi hareketinin sinema sektörüyle ilişkilerinin öteden beri ne denli soğuk ve mesafeli olduğunu hatırlamak yeterli gelecektir.
Evet;
“Türkçü-Ülkücü”
kanadın film çekmek, dizi yapmak gibi bir geleneği ne yazık ki yok. Nedendir bilinmez, hiçbir zaman da olmadı. Gerçi, söz konusu politik hareketten
1970
'lerin başlarından itibaren
Natuk Baytan, Kunt Tulgar, Berker İnanoğlu, Lokman Kondakçı
ve
Nazif Tunç
gibi
(aslında rahmetli
Yücel ağabey
de bu kapsama rahatlıkla dahil edilebilir)
son derece yetenekli yapımcı-yönetmenler ve
Serdar Gökhan, Mahmut Hekimoğlu, Salih Kırmızı
gibi aktörler çıktı çıkmasına, fakat bu gibi tekil çıkışlar
Yeşilçam
'ın ucuz şarap kokuları ve derme çatma bir solculukla bezenmiş alaturka ideolojik yapısı içinde asla organize bir
“karşı hareket”
e dönüşemeyecekti.
Bu noktada, toplumsal dokunun inşâsında
“ırk”
olgusunu tümden reddeden ya da en azından
Ülkücüler
kadar önemsemeyen bir diğer politik hareket konumundaki
“İslâmcılar”
ın katettiği yol ve sanat alanında kazandığı başarılar kıyas kabul edilemeyecek kadar fazla… Her ne kadar, geride bıraktığı
40
küsur yılda kendisini
SİYAD
cuntasına ve
Tarkovski
ile
Mecidî
'nin çektiği bir düzine filmden başka hiç bir şeye
"sinema"
demeyen
ultra-entel yeniçağ İslâmcılarına
beğendiremese de günümüzde artık
(sevgili
Abdurrrahman Şen
'in koyduğu yakışıklı adıyla)
öyle ya da böyle bir
“beyaz sinema”
hareketi var. Ve bu hareket, hâmisi olması gerekenlerin onca hoyratlığına rağmen uzun metrajıyla, kısa metrajıyla, belgeseliyle ağır aksak bir şekilde yoluna devam ediyor.
Diğer taraftan, rahmetli
Yücel Çakmaklı
'nın sinemada ve televizyonda ortaya koyduklarıyla, bir dönem gerek
Ülkücüler
gerekse
Akıncılar
, her iki kesimin de ortak sözcüsüne dönüştüğü saygıdeğer işler bir yana bırakılırsa, sinema tarihimiz boyunca bu sektörde hiçbir zaman kalıcı nitelikte milliyetçi yönelimler gözlenmedi. Milliyetçi duygular, özünde bu ideolojiyi benimsemeyen, ancak böylesi temaların gişede iyi para getireceğini hisseden bazı işbilir yönetmenler eliyle sömürülegeldi, hepsi o kadar…
Hoş,
(aynen
moda, medya
ve
finans
sektörleri gibi)
20
'nci yüzyılın başlarında bütünüyle
Sabetaycılar
eliyle kurulmuş bir sektörde hangi milliyetçi yönelimden söz edilebilir ki? Ona bakarsanız, Türk sineması kuruluşunun yüzüncü yılına doğru yaklaşırken, bugün bile henüz
“Türkleştirilebilmiş”
değil…
O yüzden, şimdiye kadar hiç tanıma fırsatı bulamadığım iki sanatçı,
Halil Sarı
ve
Bilâl Kalyoncu
'nun ortaklaşa çektikleri
“Ülkücüler”
belgeselini, özellikle dramatizasyon boyutunda aksayan kimi yönlerine ve zaman zaman içine düştüğü abartılı tarafgirlik açmazına rağmen, yine de hem ulusal sinemamız, hem de politik tarihimiz açısından son derece dikkate değer bir çaba olarak görüyorum.
Her şeyden önce, ulusal sinema arenasında hemen hiç yer al(a)mamış bir politik çevreyi gerek
yapımcı
, gerekse
izleyici
olarak bu arenaya davet eden
öncü
bir niteliği var söz konusu çalışmanın… Diğer taraftan, aslında bir
“televizyon belgeseli”
olarak çekildiğini öğrendiğim bütün bu malzemenin arşivlere kazandırdığı yüzlerce saatlik müthiş bir zenginlik söz konusu… Filmde yer alan, gerek
TRT
, gerekse özel şahısların arşivlerinden bulunup çıkartılmış onca eski görsel/işitsel/yazılı malzemenin yanı sıra, şimdi hayatta olup kameralara konuşanlar da yarın öbür gün mutlaka ahirete göçecekler. Bu koşullarda, altın çağlarını -Türkiye'de görsel/işitsel kayıt tutma alışkanlığının hayli zayıf olduğu-
1960
ve
70
'lerde yaşamış, basit bir fotoğraf makinesi ya da teybi bile kolayca erişilemez hâle getiren yaygın fukaralık ortamından dolayı haklarında yeterince
fotoğraf, hareketli film
ve
ses kaydı
üretilememiş çok önemli bir politik câmiâ üzerine arşivlere ne kadar çok ses, söz ve görüntü aktarılabilirse o kadar iyi olacaktır.
Bütün kitle hareketlerinde, kendilerine bağlanabilecekleri ideolojik bir
“dâvâ”
sunan politik lidere samimiyetle bağlanmış insanlar açısından, bir süre sonra bağlandıkları o dâvâ liderin kimliğinden (de) ayrışıp çok daha müstakil bir anlam kazanmaya başlar. Lider sevgisi başka bir yerde durur, dâvâ sevgisi ise bambaşka bir yerde… İnsanlar, böyle kararlı bir bağlılık içindeyseler, velev ki liderleri sonradan
“çürük”
bile çıksa, ona duydukları kızgınlıkla dâvâlarını öyle bir çırpıda çöpe atmazlar. Nitekim,
1960
'ların ortalarında
ABD
'deki
“İslâm Ulusu”
hareketinin siyahî lideri
Elijah Muhammed
'in dinin gerçeğinden kopuk söylemlerine ve dahası ahlâksızca davranışlarına kızan
Malcolm X
buna tepki olarak inandığı dâvâyı değil liderini değiştirmiş ve tam olarak hangi güçlere hizmet ettiği belli olmayan Amerikalı ırkçı bir replika yerine
“sahici Muhammed”
e bağlanmıştı.
Aynı şekilde,
Mao, Pol Pot
ya da
Stalin
'in -her biri ırkçılığın daniskası niteliğindeki- vahşi uygulamalarının ardından, sosyalist ideallerden kitleler hâlinde kopuşlar falan yaşanmadı.
Günümüzde de halk topluluklarını
40
küsur yıl boyunca ardından sürüklemiş bir
“efsane”
nin, rahmetli
Necmettin Erbakan
'ın çocuklarının, üzerinde oturdukları kültürel ve politik mirasa kesinlikle yakışmayan bir şekilde babalarından arta kalan servet için birbirlerini yiyip durmaları, aralarındaki o çirkin itiş kakışın bulvar gazetelerinin üçüncü sayfalarına kadar düşmesi,
“Millî Görüş”
olarak tanımlanan kitle hareketinin ne tarihsel değerini düşürür, ne de bu harekete gönül vermiş, ona hayatlarını adamış milyonlarca sıradan insanın kalbindeki samimiyeti, mücadele coşkusunu kökten sorgulamamızı gerektirir. Söz konusu hareketin bünyesinde bir
“defo”
var ise bunun adresi üç aşağı beş yukarı bellidir; yoksa hareketin kendisi baştan sona kadar
“defolu”
sayılamaz.
Velhasıl, liderlik makamı ya da yönetsel piramidin ona yakın katmanlarında kopan fırtınalar, avuç içinde tutulan kitleye yönelik irili ufaklı suistimaller ve bunun sonucunda ortaya çıkan güven bunalımlarının ardından bile
“aslî dâvâ”
ya, birilerinin kanı ve canı pahasına oluşturulmuş
temel doktrine
yönelik hürmetin büyük ölçüde devamlılığı,
Türkiye
'nin kendine özgü politik tarihinde de dünyanın diğer ülkelerinde de örneklerine sıklıkla rastlanılan bir refleks… Ki bence tutarlı bir ideolojik duruşa sahip olabilmek için yapılması gereken de yine budur.
İşte,
Ülkücüler
de vaktiyle yaşantılarına anlam kazandıran, kendilerini hayatın her cephesinde disipline etmelerine vesile olan bir değerler silsilesine samimiyetle bağlanmışlardı. Sonrasında bazen liderlik makamı, bazen devlet, bazen de dış güçler tarafından kullanıldıkları oldu. Bu hareketin zinde gücünü oluşturan
Ülkücü
gençliğin hiçbir zaman kirli tezgâhların toz bezi olmak istemediğine adım kadar eminim; ancak yakın tarihimizde tarafsız bir gezintiye çıkıldığında, hiç istemeden bile olsa bazı şaibeli eylemlere âlet edildikleri durumlar da vâkidir. Bu ne
Ülkücü
kesimin eleştirel bir gözle ele alınmasının önünde engel teşkil eder, ne de o hareketin pek çok mensubunun
Türkiye
'nin mutluluğu için gerekirse hayatlarını bile gözlerini kırpmadan verebilecek kadar cesur ve inançlı oldukları gerçeğini değiştirir. Öyle ki
Ülkücü
kesimin özellikle
1970
'lerdeki genel sosyo-ekonomik profilini, metropollerin varoşlarındaki izbe gecekondularda kopkoyu bir yoksulluk içinde yaşayıp giden, bu vatan için masaya canından başka koyabilecek bir şeyi olmayan
15-25 arası çocuklar
oluşturmaktaydı. Nitekim, onlar da verebilecekleri tek sermayeleri olan canlarını
“Türkiye'ye gelecekte komünizm ve Kürtçü ayrımcılık egemen olmasın”
diye cömertçe verdiler. Arkalarında bir sürü
günah
ve bir sürü de
sevap
bırakarak…
Edepli insanlar, mal-mülk, kadın-kız, mevkî-makam için değil, bundan çok daha yüksek ve soyut idealler için kendini fedâ etmiş kişilerden söz ederken, o kişilerin bağlandığı ideoloji her ne olursa olsun, en azından sergilenen bu idealizme asgarî bir saygıyla yaklaşmak ve
“ayarında”
konuşmak zorundadır. Domates doğrarken parmağını kestiğinde evinde kıyametleri kopartan canı tatlı birinin,
1970
'lerin o kasvetli gecelerinde büyük kentlerdeki binaların duvarlarına
“Kahrolsun komünizm”
ya da
“Kahrolsun faşizm”
yazarken vurularak öldürülmüş yoksul bir gencin insanî ve ahlâkî kalibresi üzerine bol keseden atıp tutmak gibi bir hakkı yoktur.
O yüzden, tıpkı
1970
'li yılların
“Akıncılar”
ı ve
“Devrimciler”
i gibi
“Ülkücüler”
i de her türlü ucuz önyargıdan titizlikle arındırılmış serinkanlı
bilimsel
ve
sanatsal
irdelemeleri fazlasıyla hak etmekteler…
Nitekim, çağdaş Fransız edebiyatının en popüler polisiye-gerilim romanı yazarlarından biri olan
Jean-Christophe Grangé
, bundan tam on yıl önce -sonradan yönetmen
Chris Nohan
tarafından filme de alınan-
“Kurtlar İmparatorluğu”
(L'Empire des Loups)
adlı romanı üzerine saha çalışmaları yapmak üzere
İstanbul
'a geldiğinde, bir gazetecinin
“Sizi Türkiye'deki Ülkücü hareket üzerine polisiye bir roman yazmaya sevk eden temel gerekçe nedir?”
sorusu üzerine şu cevabı veriyordu:
“Ülkücüler'den ilk haberdar olduğum günden beri son derece ilgimi çekiyorlar. 1980'lerin başına kadar katıksız bir politik bağlılık hareketi olarak ilerlemişler. O tarihten, yani askerî darbeden sonra ise ciddi yalpalama ve dağılma belirtileri gösterip, kısmen de olsa bir suç örgütüne dönüşmüşler. Aralarından pek çoğu Türkiye'nin kapalı bir ekonomiden liberalizme geçiş döneminde çek-senet tahsilatçısı olmuş. Fakat, bu kesimin zaman içinde ideolojik açıdan en sulanmış mensuplarıyla konuştuğumda bile söz konusu hareketin irili ufaklı bütün üyelerinde onları hareketin bünyesine katan ideallere yine de güçlü bir bağlılık gözlemliyorum. Mafyacılık oynayan, ahlâkî açıdan iyice deforme olmuş eski Ülkücü bile kendine göre ideolojik bir söylem içinde hareket ediyor ki bu çok ilgi çekici bir durum… İtalyan mafyası dahil dünyanın hiçbir suç örgütünde cürümlerin böylesine güçlü bir ideolojik aidiyet ve ona bağlı ritüeller eşliğinde işlendiğine tanık olmazsınız. Bozkurtlar, dünyada bu açıdan eşsiz bir topluluk… Birilerinin onları edebiyatta ve sinemada mutlaka ele alması gerekiyor.”
Türk milliyetçiliğiyle uzaktan yakından gönül bağı olmayan popüler kültür üreticisi bir Fransız yazarının görebildiği böylesine basit gerçekleri,
Türkiye
'de
bilime, sanata
ve
medyaya
egemen olan
“jakoben sol kafa”
nın görebilme şansı yok hiç kuşkusuz… O yüzden, en azından şimdilik böyle bir serinkanlılığı karşı mahalleden beklemek yerine,
Ülkücüler
'in tarihleri boyunca aralarına sürekli mesafe koydukları kudretli bir ifade yöntemini,
“görüntünün gücü”
nü fark edip, bu alanda gayrete gelerek
“meselelerini”
kamuoyuna bizzat anlatmaları gerekiyor. Tabiî, bizim de onlardan bu çabalarında hamasetin at gözlüklerine tenezzül etmeyecekleri yüksek bir olgunluğu beklemeye hakkımız var sanırım.
“Ülkücü sinema”
nın üreteceği filmler son dönemin ak ve kara karşıtlığına dayalı
“Kürtçü”
filmlerine benzerse, böylesine aşırı sübjektif bir dilin ülkemizde negatif film şeridi tüketimini artırmaktan başka hiçbir fayda sağlamayacağı da âşikâr…
Sonuç olarak, yukarıda ele aldığım gerekçelerin ışığında, birilerinin çıkıp
Hasan
'ın hikâyesini anlatmaya kalkışması son derece hayırlı bir başlangıcın işaretidir. Anlatım zaman zaman müsamere düzeyine inse bile bu bir
“ilk adım”
dır ve izleyici cephesinde de
yüksek bir hoşgörüye
ihtiyacı bulunmaktadır.
“Ülkücüler”
adlı yapıma ilişkin olarak internet ortamında dönen tartışmaları günlerdir yakından takip ediyorum. Kendilerinin kutsal bildikleri dâvâların dışında başkaca hiçbir şeye değer vermeyen, bir yandan bu ülkenin öz kaynaklarını hovardaca sömürürken diğer yandan da aynı ülkeye habire küfür eden kimi kan emiciler, söz konusu filmin gösterime girmesi karşısında ağızlarından salyalar saçmaya başladılar bile…
Kusura bakmayacaksın arkadaşım, burası özgür bir ülke… Adamlar filmlerini senin yaptığın gibi
Kültür Bakanlığı
'ndan
300-400 bin lira
geri dönüşsüz yapım desteği alarak değil, kendi kıt imkânlarıyla çekmişler, şimdi de kendi imkânlarıyla dağıtıyorlar. Sinemalarımızda iki yıl önce gösterilen ve hikâyesindeki bütün
Türkler
'i bilâ istisnâ kana susamış birer vampir olarak betimleyen
“Min Dît”
gibi filmlere, içi tıklım tıkaş romantik devrimcilerle dolu
“Çemberimde Gül Oya”
ve
“Öyle Bir Geçer Zaman ki…”
gibi buram buram ideolojik tarafgirlik kokan dizilere tahammül edebiliyorsan, buna da edeceksin!

Tıpkı senin gibi başka birileri de insanları kâğıt mendil gibi kullanıp atan bu karanlık düzenden kendi ölülerinin hesabını soracaktır elbette…


* * *

FOTOĞRAF ALTLARI:


-
Askerliği bıraktıktan sonra politik mücadelesine 1965 yılında Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi'ni kurarak başlayan
, yalnızca 15 yıl içinde yurt çapında -Türk'ünden Çerkes'ine, Kürd'ünden Arab'ına- her etnik topluluktan onbinlerce tutkulu taraftara sahip, dünya siyaset tarihinde daha önce eşi ve benzeri görülmemiş, bütünüyle Anadolu topraklarına özgü “kültürel milliyetçi” bir politik kaynaşmanın mimarına dönüşecekti. Bu ilginç örgütlenme de günahları ve sevaplarıyla birlikte Türkiye'nin yakın tarihine damgasını vurdu.

*

-
1984, Burdur Kapalı Cezaevi… Yıllar yılı gencecik bir adam olarak Anadolu'nun dört bir köşesine yaptığım yolculuklardan birinin sonunda, içeride çile dolduran babama bir bayram günü açık görüşünde ulaşmış ve özlemle sarılmışım… Yaşamayanlara tarif edilmesi mümkün olmayan bir ruh hâlidir bu…
*
- Türk milliyetçi hareketinin 1980 öncesi geçmişinde ağırlığı çok yoğun bir şekilde hissedilen, bugün ise neredeyse ortadan kalkmış durumdaki en önemli motivasyon aracı: Dinsel inanç
*
- Alparslan Türkeş'in hayatından görmeye pek de alışkın olmadığımız nadide bir enstantane: “Başbuğ”, 1970'lerdeki bir film galasında Türk sinemasının “Sultan”ı Türkân Şoray'ı tebrik ediyor.
*
- Ünlü "kurt başı" selamıyla, "Başbuğ" Alparslan Türkeş (1917-Lefkoşa / 1997-Ankara)


12 yıl önce