|
İsmailağa buluşması: Sahi nedir bu Halidilik meselesi?

Dün söz verdiğim İsmailağa buluşmasının devam yazısını yazayım dedim bugün. Bu, odur.

İsmailağa’daki buluşma boyunca “işte Halidilik budur” dediğim çokça cümle kuruldu cemaatin önde gelenleri tarafından. Bilhassa hem Mahmut Efendi hem de Hasan Efendi hazretlerinin torunu Muhammet Fatih Ustaosmanoğlu’nun kurduğu “biz devlete akredite bir yapıyız. Hem bu yapıyı hem de ailemizi devletin istediğiniz makamına sorabilirsiniz” cümlesiyle İsmailağa Camii imamı Salih Topçu hocanın “biz bu sarığımızla, cübbemizle devlete meydan okumuyoruz; kendimizi meydana koyuyoruz. Kendini meydana böyle koyan bir yapı devlete sızmaya çalışır mı?” sorusu çok kıymetliydi. Tabii, değişmeyen bir Halidi refleks ile “medrese ile tekkeyi birleştirmek için uğraşıyoruz. Sofiyi cahil, âlimi amelsiz bırakmama gayretimiz var” cümlesiyle “cemaatimize yapılan operasyonların bir kısmında Şia ve Vahhabilik de etkili” demeleri de öyle.

Dün de yazdım. İnsan, gerçekten bilmediğinin, cahili olduğu şeyin düşmanı. O bakımdan bugün şu Halidilik meselesini dilim döndüğünce, aklım erdiğince ve olabildiğince basit şekilde anlatmaya çabalayayım istiyorum.

Mevlana Halid, 1779 yılında Osmanlı sınırları içerisindeki Süleymaniye’de doğdu. Doğduğu yere nispetle Deyrizori, hayatının bir kısmını geçirdiği yere nispetle de Bağdadi nispetleriyle anıldı. Nakşibendi tarikatının müceddidi, yenileyicisi olarak tanındı. Nakşibendi yolunun usul, âdâb ve erkânını büyük çaplı değişikliklere uğratmasıyla ve yüzlerce halife yetiştirip Balkanlardan Orta Asya’ya, Irak’tan Dağıstan’a irşad için vazifelendirmesiyle bugün de etkisini ve önemini koruyan bir tarikat haline getirdi Nakşibendiliği.

Mevlana Halid’in üç belirgin özelliği var bana kalırsa. Birincisi, tarikat ortamlarının o dönemde içine düştüğü derin bunalımı çabuk fark ederek Nakşibendi yolunu erişimi ve uygulaması kolay bir yola çevirmiş olmasıdır. “El kârda gönül yarda” anlayışıyla müridanın toplumun içerisinde yer almasını, tekkeye kapanmamasını gerçekleştirdi. Tarikat pratiklerini epeyce kolaylaştırarak geniş kitlelerin tasavvuf yolunu tutmasını sağladı. “Cahil sofi” anlayışını da bu yolla yıktı. İlim ile ibadetin birlikte ilerlemesi gereken hususlar olduğunu savunarak sofilere ilim yolunu da tutturdu. Bu da şeriata yani İslam dininin ilkelerine sıkı sıkıya bağlı bir yapılanma oluşturmasını beraberinde getirdi.

İkincisi ve bence en az birincisi kadar önemli olanı ise İslam dünyasının içinde bulunduğu hali çok iyi tespit etmesidir. Sömürge tecrübesinden yorgun düşen ümmetin “bir sancağın etrafında toplanması” gerektiğini kavrayarak ve bu sancağın Osmanlı sancağı olduğunu söyleyerek anti-emperyalist ve ümmete doğru bir tavır koydu ortaya. Devletle ilişkisini de bu yaklaşımı belirledi: “Devletten bir talebin olmasın, devletin senden istediği meşru hususları emir sayıp yerine getir.”

İkinci Mahmud’un artık habis bir ura dönüşen Yeniçeri Ocağı'nı lağvetmesi ve Asakir-i Mansure-i Muhammediyye ordusunu kurması esnasında da imdada Halidilik, tam da bu anlayışla yetişti. Kazan kaldırmaya doymayan ve devlet için büyük bir tehdit haline gelen Bektaşi Yeniçeri Ocağı yerini ağırlıklı olarak Halidi Nakşilerden oluşan bir orduya bıraktı böylelikle.

Üçüncüsü de şudur: Safevi Şia’sının “öteki” tanımının kâfirler, gâvurlar değil de “Sünni Müslümanlar” olduğunu da tespit eden Mevlana Halid, İslam coğrafyasında “kâfire kılıç çekme cesareti olan” bir Sünni mihverin oluşmasında da çok ama çok önemli bir rol oynadı.

Misalen Mevlana Halid’in halifesi İsmail Şirvani’nin müridi (ve sonrasında halifesi) olan Şeyh Şamil, bu ocağın bir aslanıydı. Anadolu’da Kurtuluş Savaşı’nda kelle koltukta kâfire karşı cihat eden dervişanın ekserisi de öyleydi. Misalen Fransızlara ve Ermenilere ejderhalar gibi direnen Maraş’ta “hatme var” diyerek insanları dergâhına çağırıp direnişi organize eden kişi Ali Sezai Efendi idi ve bu ocağın bir gülüydü.

“Mevlana Halid, yüzlerce halife yetiştirdi ve İslam dünyasının dört bir yanına saldı” dedik. Bugün, bu Halidi tecrübe 200 yaşında aşağı yukarı. Ve geriye doğru baktığımızda, bu tecrübenin İslam’a ve insanlığa son derece faydalı bir eksen oluşturduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.

Arada kantarın topuzunu kaçıran, nefsine uyan, kişisel ikbali için müridanı ve tekkeyi kullanan, hatta ucu dışarıda yapılarla al gülüm ver gülüm yapan, hadi amiyane söyleyeyim “kafayı yiyen” örnekler yok mu? Var elbette. İnsanın olduğu yerde bunların olmaması kaçınılmaz. Ancak o toplamı değerlendirdiğimizde rahatlıkla kurabileceğimiz cümle şudur. “Dürüst ve İslam kalmış”, Allah’a, memlekete, zalim olmayan devlete ta yürekten bağlı bir insan kaynağı tecrübesidir Halidilik. Bugün sert şekilde yürüyen ve etkilerini günden güne gördüğümüz Safevi Şia’sının numaralarını da, Vehhabilik belasını da, toplumdaki aşırılıkları da “kontrol altında” tutan ve Türkiye’ye faydaları saymakla bitmez yapılardır Halidi yapılar.

İsmailağa’nın, Menzil’in, İskenderpaşa’nın, Hüdai’nin ve daha nicesinin “işlevleri” üzerinde düşünmemiz bu yapılara hunharca düşmanlık üretmekten çok daha hayırlı sonuçlar sağlayacaktır bize.

Yapılabilecek en büyük kötülük ise bu yapıların doğrusunu da yanlışını da konuşmadan ya son derece korumacı ya da son derece düşmanca tavırlar geliştirmektir.

Konuşacaksak anlamak zorundayız. Koruyacaksak anlamak zorundayız. Düşmanlık edeceksek anlamak zorundayız. Dolayısıyla anlamaya çalışarak başlasak mı işe?

#İsmailağa
#Halidilik
#İsmail Kılıçarslan
14 gün önce
İsmailağa buluşması: Sahi nedir bu Halidilik meselesi?
Neyin kölesiyiz?
‘Mutlaka döneceğiz’ ya da Nekbe’dir yaramızın adı
O güne geri dönmek
‘İletişim aklı’
Bir sen bir ben bir de aile