|
Cümle dillerden hitap kimedir!

Bugünlerde Fransızların ‘yabancı’larını kendi yaşam tarzlarına benzettiği ölçüde kabul etmesini eleştiriyoruz. Bu topraklarda kendi yabancılarımızı (ister kimlik yabancısı, ister din, mezhep, cinsiyet, sınıf vs. olsun) kendimize benzetmek için yaptıklarımızı de düşünerek davranmalıyız biraz da... diye düşünüyorum.

Bu da yetmez, sözgelimi Almanya’da Türklerin uyum sorununu entegrasyonla mı, asimilasyonla mı çözmeye çalışacağız derken, kendi olmak, başkası olmak gibi insanın evrensel ilahi / yönlerine bakması gereken durumlarda sosyoloji ve siyaseti neye alet ettiğimizi ve bizzat kendimizin bunlara nasıl alet olduğumuzu da yeniden gözden geçirmek durumundayız.

Hepimiz kendi benzerlerimizle birlikte olmak istiyoruz. Böyle bir kural yok ama öncelikli tercihimiz, ilk meylediş yönümüz bu oluyor genellikle. Benzerlerimizin yanında rahat, konforlu, belki daha huzurlu ve uyumlu olacağımızı hissediyoruz. Bu yüzden olsa gerek, kamusal alanda anonim davranışlar, birbirine benzeyen vücut dilleri, uyumlu tavırlar zahiren bizi birbirimize benzetmeye yetiyor.

Gelgelelim, iç halkalara doğru ilerledikçe, mahremiyetlere indikçe, ev içlerinde, kulaktan kulağa fısıldayışlarda, senli benli sohbetlerde neredeyse evrensel bir değişmezimiz var: Hemen herkes birbirinden şikayetçidir, tahammülsüzdür, geçimsizdir. Ortak niteliklerimiz çarçabuk gözardı edilir, farklılıklarımız ise bir düşmanlık, kavga, çatışma gerekçesi üretmekten başka bir işe yaramaz.

Kimi zaman idare eder, kimi zaman edemeyiz. Kardeş de olsanız, komşu da olsanız, akran akraba, karı koca da olsanız bu değişmez. İlle herkesi kendimize benzetme arzusu bizi varoluş hikmetimizi idrak etmekten hep uzağa düşürüyor. Konjonktüre göre düşmanlık ettiğimiz Rumlar, Ermeniler, Batılılar, Araplar bir bakmışız karımız kocamız, kardeşimiz olmuş çıkmış bir anda! Yani aynı düşmanlığı onlara da yapmaya başlayıveriyoruz kafamız attığında.

Bu çağın bu yönde en çok çatıştıran gerekçesi ise hiç kuşkusuz kimliklerle ilgili. İnsanlar dikey ilişkiyi, yani Rableriyle olan sağlam bağın idrakini yitirdikleri ölçüde yatay aidiyetlere sığınıyorlar. Bu eğilim bizi ‘doğru’ başkalarını ‘eğri’ yapıyor kendi nezdimizde. Hakk ile olan evrensel / ilahi bağın tek taraflı koparılışı bu bir başka deyişle.

Ait olmak yerine sahip olmaya çalıştığımız için başgösteriyor bu kopukluk, ayrılık. Ama bu da bizi tuzağa düşürüyor. Başkalarına sırf yabancı oldukları için içten içe düşman olduğumuz oranda kendimizi ayırıyoruz, ‘gayrı’ kılıyoruz çünkü birlik /ç tevhid hakikatinden. Bu tam da kendine benlik atfetmek demek. Yani Hakk yok demek. O’nun ‘en güzel sureti’nde yaratılmanın yansımaları’ olmaya çalışacağımıza, müstakil bir varlık olduğumuzu kanıtlamaya çalışıyoruz. Kime? Nefsimize! Başkalarını ezerek, sömürerek, inciterek, yaralayarak, katlederek...

“Birlikte asırlardır yaşadık, şimdi aramıza Batılılar nifak tohumu attıkları için birbirimize düştük” yaklaşımı bu anlamda giderek bir efsaneye dönüşüyor. Evet belki kimlikler üzerinden çatıştırılmadığımız dönemlerde bir arada yaşamıştık asırlarca. Fakat o zaman da kimlikler yerine sözgelimi dini yaşama pratikleri ve yaklaşımları üzerinden ayrışmalarımız hep sürüyordu. Hakikate dinin iç yüzünden aşk şahitliği ile ulaşmaya çalışan tarikat ehline yapılan zulümleri ortaya dökmeye kalksak sayfalar yetmez.

Bir örnek daha. Bir dönem İngilizler, Danimarkalılar vs gelip sahillerimizden ev aldığı, toprak aldığı için onları birer düşman olarak göstermeye çalışanların bakışına hapsolmuştuk. Koro halinde “vatan elden gidiyor” nakaratları attırmışlardı bize. Yazlık evlere yerleşen kendi halindeki insanların vatanımızı ele geçirmeye çalışan düşman olarak görmek, niyet okumak ve kendi vehmine inanmak gibi bir tehlikeyi de beraberinde getirmesi halkın üzerindeki vesayetini ilelebet korumak isteyen bürokratik elitlerin ekmeğine yağ sürdü maalesef.

Nitekim o dönem, hükümetin vatanı yabancılara sattığı üzerinden karalama kampanyaları yapan yayınların pek çoğunun kurmaca haber siteleri vs olduğu ortaya çıkmış, gençleri ajite ederek yabancıların kellesini isteyen sözümona yurtsever derneklerin pek çoğunun tetikçilik yaptığı tespit edilmişti. Yabancı dediğinizde, bizden olmayan dediğinizde, onun otomatik olarak alt edilmesi gereken düşman olduğuna varmak, insanı nefsinin en sığ katmanına kilitliyor.

Dahası, yabancı düşmanlığı bu topraklarda ne zaman hortlatılmaya kalksa, üç beş tane kalmış Ermeni mezarları kundaklanır, sinagog bombalanır, Alevi vatandaşların evlerine çarpı işareti konulur, Hıristiyan misyonerlerin gırtlağı kesilir... Ve içerde dışarda ideologlar almış başını gitmiş olur: Memleketi bu dinciler yönetirse, terörist İslamcılarla işbirliği daha da artar. İndirelim, devirelim, meşruiyetini sorgulayalım nakaratları, darbe kalkışmaları ortalığı kaplar. Bugün de hükümeti Işid’ci göstermeye çalışanların yaptığı gibi.

Yabancılar bizi ele geçirecek korkusu ne kadar siyasi bir manipülasyon olursa olsun, bunun doğru olduğu durumlar da elbet mevcut. Bu anlamda at iziyle it izini birbirinden ayırmak: Suriyeli sığınmacılara verdiğimiz düşmanca tepkilerin Almanlar tarafından oradaki Türklere verilmesine benzeyebileceğini hatırlamakla başlıyor.

Çünkü tevhid hakikati, benzeyenlerin birlikteliğini gerçekleştirmekten ibaret değildir, bir o kadar da zıtların birlikteliğini gerektirir bir vücudda. Tıpkı celalin de cemalin de kemalini bulmayı gerektirdiği gibi. Niyazi Mısri hazretlerinin bir dizesiyle şimdilik bitirelim: “Her ne söz kim söylenir âlemde Türkî yâ Arab / Tut kulağın kim sanadır cümle dillerden hitâb...”

#Almanya
#asimilasyon
#Danimarka
#Alevi
9 yıl önce
Cümle dillerden hitap kimedir!
Orta yol doğru istikameti gerektirir
Korksak mı?!
Londra izlenimlerim, beklentiler ve riskler
Türkiye’nin enerjisi
Komprador entelektüel ve siyasi işlevi