|
Okunmak için değil, yaşanmak için!

Attar’ın Simurg hikayesi, Sühreverdi’nin Ruhun Batıya yolculuğu, İbn Arabi’nin Füsus ül Hikem’i, Fütuhât’ı, Niyazi Mısri’nin divanı, Şeyh Bedrettin’in Varidat’ı veya çağımızdan Lütfi Filiz’in Noktanın Sonsuzluğu gibi eserler, insanlaşma serüvenimizi anlatır bize. Mümin olmaya giden yolu anlatır.

Bir adı da aşk yolculuğu. Visale bizi götürecek olan. Yollar ne kadar farklı da olsa, yolculuk bir. Kalbimizdeki kandili yakacak bu eserler bize yolda yürümenin ipuçlarını bırakıyor. İlahi ve evrensel bir dilde. Kalbin anadilinde. Bu eserler sadece okunmak için değil, yaşanmak için. Kainatın tekamülüne, insanın güzelleşmesine hizmet. Vahyi gönlümüzün semalarına indirmeye aday her biri canlı söz olan bu evrensel eserler.

Bir süredir radikal teröristle radikal Müslüman arasında ayrım yapamayan küresel vicdana seküler dil üzerinden müminin ne olduğunu ifade etmeyi –ve bizzat kendim de anlamayı- deniyorum acizane. Müminin içinden terörist değil, Resulullah çıkar.

Bunun ne anlama geldiğini farklı açılardan, alanlardan ele alarak tefekkür etmemiz, vücudumuzda tatbik etmeye niyetlenmemiz gerekiyor; eğer kendimize Müslüman diyorsak.

Zira dindarım diyenlerin pek çoğunun mustarip olduğu bir zaafımız var: Dinimizi tamamladık sanıyoruz ve sesini nefsinin en keskin tonlarıyla çıkarmaya kendinde hak görüyor bazılarımız. Teslim olmanın, güvenmenin, güvenilmenin, emaneti ehlinden teslim almanın, emaneti şuurla taşımanın neresindeyiz, hiç düşünmeden... Allah’ın bizden olduğu kadar, bizim de O’ndan razı oluşumuzun neresindeyiz, hiç tartmadan... Sevemediklerimizi kalbimize diken yaparak, öfkemizi cehenneme yakıt olarak taşıdığımızı anlamayarak... Olduk, bittik, tamamlandık sanıyoruz.

Bu da bizi başkaları önünde vehimlerimize tapmaya yöneltiyor. Dini en iyi biz temsil ederiz diyerek, bizim dışımızdakiler radikal olunca terörist çıkabiliyorlar diyerek vesaire, İslam’ı tekeline almaya, ona sahiplik etmeye çalışıyor kimilerimiz. Kalbin dini aşktır, ne mezhep, ne mizaç ne de ırk, millet farklılığı bunu yıkamaz.

Öte yandan aşk denilince de bunun hastalıklı bir düşkünlük olduğu sanılıyor. Nefs eğitimi, bu eğitimdeki irfan boyutu yok sayılıyor ve nice aşk şahidi “bunlar bizi temsil edemez” denilerek hakir görülüyor, küçümseniyor. Zındıklıkla suçlanıyor. En meşhur görünen Mevlana veya Yunus, İbn Arabi gibi seven ve sevileni vücudunda birlemiş, kainatla tabiri caizse resmi nikah kıymış aşk şahitleri bile İslam’ı bölmekle, ayırmakla itham edilebiliyorlar mesela.

Geriye ne kalıyor; en iyi bildiğimiz şekil Müslümanlığı. Elbet bu da çok önemli, fakat buna indirgenmiş bir şahitlikle gönlün semalarına kanat çırpamıyoruz. Hakikatin ispatı gerektiğinde durmadan çuvallıyoruz. Bu arada bombalar patlıyor, birtakım militanlar din adına katliamlar yapıyor. Evet diyor içimizden kimileri de. Kendine Müslüman diyenler dahi bunu diyor: Demek aşırı Müslümanlık insanı radikalleştiriyormuş. Baksanıza, her yerde bombaları onlar patlatıyor!

İşte bu yanılgıyı suiistimal etmek için hazırda bekleyen pek çok cemaat de gençlerin bir gün beyinleri yıkanabilir ve terörist olabilirler, o yüzden bize gelin katılın diye yarışıyor sabah akşam. Sanki davet bu tarz bir rekabetçilikle, kıyaslama metotlarıyla, çıkarsamalarla, akıl yürütmelerle, korku ve umut taktikleri geliştirmekle, niyetleri sömürmekle olabilirmiş gibi. Ve yine sanki davet, insanları topluluk halinde irşad etmeyi mümkün kılabilirmiş gibi.

Hal böyle olunca bir türlü kalbin hakikatini konuşamıyor, anadilde muhabbet imkanı geliştiremiyoruz. Dinin tamamlanması nasıl olmaktadır, insanın kendi gerçeğini kendi vücudunda tatbik etmesi ne demektir, tecrübe edemiyoruz. Ve en önemlisi ‘alıntı Müslümanlığı’ndan ‘yaşantı Müslümanlığı’na geçmeden bir güzellik medeniyeti kurulamadığını unutuyoruz.

(Tam burada bir not düşeyim: Elbette İslam’ı hakkıyla yaşayan pek çok mümin var dünyanın her yerinde. Bizimkisi, acizane, gündemdeki İslam’ın algılanışıyla ve üzerine yapılan yorumlarla ilgili kaygılar sebebiyle genel bir söylem şeklinde dile getiriliyor burada ister istemez.)

Müminden konuşan, işiten, eyleyen Haktır. Artık onun hilesi, tehdit ve şantajı, darbesi, münafıklığı, ikiyüzlülüğü, yalancılığı, hasedi, kıskançlığı, zalimliği söz konusu değildir. Celali yok mudur, elbet vardır. Zira hem cemalin hem celalin kemali gerekir, insanın güzel ahlakını tamamlaması için. Eline kılıcını alıp adalet için savaşmak, zulme karşı direnmek olmadan celal ile cemali birlemek mümkün değil. Ama bunun ölçüleri var, önceki yazılarımda bahsettiğim...

Ben dediğinde, nefsini kast etmiyordur artık bu makamdaki kişi. Emaneti taşımaya ehildir. Tüm varlığı kendinde cem etmiştir. Tevhid hakikatini bilmek bu anlamda dil Müslümanlığıyla değil, tasdikle mümkün oluyor ancak... Kanıtını elinde, dilinde, ayağında, her hücrende taşıyarak... Enfüste ve afakta...

Güzel ahlakın tamamlanmasına, imanın kemale ermesine yeryüzünde O’nun en güzel sureti olmuş velilerin, ariflerin, erenlerin, kamil insanların, müminlerin nefesini içine çekmekle yaklaşabiliyoruz. İnsanın kendindeki cevherle, hakikat nuruyla buluşmasına vesile olanlara yapışarak... Yaklaşabiliyoruz. Çünkü biz de bu yoldan geçeceğiz.

Kur’an okumak kadar canlı Kur’an olan kişileri de ‘oku’mamız gerekiyor. Yukarıda sözünü ettiğim isimlere sayısız başka isim de eklenebilir. Radikal teröristler yüzünden “İslam bu değil” demek zorunda kalan milyonlarca insan ve İslam’dan korkan diğerleri için mümin olma yolunda güzelleşme imkanı –kötü bir vesileyle de olsa- yeniden doğmuştur. Kur’anla ikiz olanlara yakınlaşabilmenin vakti çoktan geldi.

#Attar
#Sühreverdi
#Müslüman
9 yıl önce
Okunmak için değil, yaşanmak için!
Genç kimdir?
Kara dinlilerle milletin savaşı
Orta yol doğru istikameti gerektirir
Korksak mı?!
Londra izlenimlerim, beklentiler ve riskler