|

Şair ve patron

Kitapları çok satan romancı, Başbakan'ın partisinin elindeki Üsküdar Belediyesi'nin kitap fuarında imza günü yapacakmış, ismi birinci sırada, fotoğrafı ise diğer tüm yazarların fotoğraflarından büyükçe basılmış. Gülmüştüm, bunu da iyi hatırlıyorum.

Sercan Zorbozan
00:00 - 2/07/2013 Salı
Güncelleme: 21:43 - 1/07/2013 Pazartesi
Yeni Şafak
Şair ve patron
Şair ve patron

Geçtiğimiz yıl Ramazan ayı, iyi hatırlıyorum çok sıcak, yapış yapış bir gün. Selamsız'dan Üsküdar sahiline doğru iniyorum dolmuşla. Elimde Halil İnalcık hocamızın 'Şair ve Patron' kitabı. Aklımda kısa zaman önce dinlediğim bir radyo programının kaydı, romanları çok satan bir yazarımızın Başbakan hakkında sarfettiği hakaretamiz cümleler. Olabilir diye söylendim kendi kendime, beşer şaşar. Beni asıl şaşırtan sahile birkaç yüz metre kala duvarda gördüğüm bir fuar afişi oldu. Kitapları çok satan aynı romancı, Başbakan'ın partisinin elindeki Üsküdar Belediyesi'nin kitap fuarında imza günü yapacakmış, ismi birinci sırada, fotoğrafı ise diğer tüm yazarların fotoğraflarından büyükçe basılmış. Gülmüştüm, bunu da iyi hatırlıyorum.

Aslına bakarsanız romancının bir suçu yoktu, sistem böyle işliyordu yüzyıllardır, İnalcık'ın çok iyi tespit ettiği gibi en iyi mimarın sarayın mimarbaşısı, en iyi kuyumcunun sarayın kuyumcubaşısı, en iyi şairin de hükümdarın seçtiği sultan-uş şuara olduğu bir gelenekte tersine de olsa böyle sıkıntıların patlak vermesi gayet normal. İdeolojisi yahut dünya görüşü hiç önemli değil, dün başka hükümetler döneminde el üzerinde tutulup devletten her türlü desteği alan ve nüfuzuna nüfuz katan sanatçılar, aydınlar, bugün başka bir hükümetin devlet desteğini ellerinden almasına feveran ediyorlar. Devlet aynı devlet, yürütme organını işleten şahıslar değiştiğinde 'şair ve patron' arasındaki sistem değişmiyor ki, sadece 'şair' ve 'patron' değişiyor.

(İLLÜSTRASYON: CEMİLE AĞAÇ YILDIRIM)
KAYGILILAR, KAYGISIZLAR, KAYITSIZLAR

Geçtiğimiz günlerde yayımlanan ve birçok sanatçının, tiyatrocunun imza attığı, 'Kaygılıyız' bildirisini şair-patron tanımı üzerinden değerlendirmek mümkün. Türkiye Cumhuriyeti'nde sürekli gündemde olup, 60'larda Kemalizm, 70'lerde Sosyalizm, 80'lerde Liberalizm, 90'larda ise burjuva solculuğu fikrine kapılmayan aydınların, sanatçıların sayısı bir elin parmaklarını geçmez. Türkiye'nin entelektüel altyapısı, Osman Gazi'nin nökerlerinden başlayıp Kanuni'nin saray şairlerine, oradan Tanzimat döneminin bazı bürokratları tanrılaştıran aydınlarına ve nihayet Mustafa Kemal'i Allah yerine koyan 20'li, 30'lu yılların gazete şiirlerine kadar kendi içinde tutarlı bir biçimde inşa edildi. Avrupa'da sanatçıları koruyan, kollayan, her türlü maddi manevi desteği veren Medici ailesi gibi hamiler biz de pek olmadığı için sanatçıların, aydınların yönelecekleri tek kapı, devlet kapısı olmuştur. Biraz daha somutlaştırmak için üç ayrı devirde yazılan üç ayrı övgü şiirinden örnekler verelim.

Nedim'in, 3. Ahmed'in damadı ve sadrazamı İbrahim Paşa için yazdığı medhiyeden;

'Cihan-sadr-ı mu'allâ-kadr kim bezm-i celâlinde / Döner gûy-ı felek fevvâreves sâd-ı revân üzre'

(Yüce değerli dünya sadrazamının ululuk meclisinde, felek topu fıskiye gibi akıp giden su üzerinde döner)

Şinasi'nin, peygamberlerde bulunan tüm özellikleri Tanzimat Fermanı'nın mimarı Mustafa Reşid Paşa'ya uyarlayan meşhur dizeleri:

'Aceb midir medeniyyet resûlü dense sana

Vücûd-ı mu'cizin eyler taassubu tahzîr'

(Sana medeniyet resulü dense tuhaf olur mu, vücudunun mucizesi tutuculuğu önler)

Üçüncü ve son dizeler, Vasfi Mahir Kocatürk'ün, Mustafa Kemal'e yazdığı şiirden:

'Peygamber Tanrısına duymadı bu hasreti, Vermedi bu kudreti Tanrı Peygamberine'

Konuya bu açıdan baktığımızda meselenin sadece kaygı olmadığı, kısmen, yüzyılların imbiğinden süzülüp bugüne kadar ulaşan çıkar ilişkilerinin sarsılmasından ötürü açığa vurulan bir tepki olduğu söylenebilir. Çok değil bundan sadece on yıl önce devletten, hükümetten her türlü desteği son kuruşuna kadar alan tiyatrocuların, sinema yönetmenlerinin, kitap yazarlarının kafalarındaki devlet algısının bir ayda değiştiğine inanmamızı da beklememeli kimse. Nüfuzundan yararlanıldığı zaman devlet, iyi devlet, kaynakları kesti mi kötü devlet. Üstelik bunu yaparken toplumun en hassas olduğu bir dönemi, Gezi Protestoları günlerini kullanarak birikmiş kini açığa vurmak ayrı bir yazı konusu. Elle tutulacak hiçbir yanı yok.

Evet, devlet hep aynı devletti, balyozunu çıkardığı zaman haklı-haksız ayırt etmeden önüne çıkanı ezen, yıkan, darbeleyen... 90'lı yıllarda devletin televizyonu için çekilen Kurtuluş Savaşı dizisinde Mustafa Kemal'i oynayan Rutkay Aziz de bunu biliyordu, Türkiye'nin yetiştirdiği en iyi piyanistlerden biri olan ve yüzlerce devlet organizasyonunda yer alan İdil Biret de. İsa'nın dediği gibi, ilk taşı en masum olanımız atmalı.

BİR KAYBOLAN KULÜBÜ TRİBİ

Bir de suyun bu tarafında olan yazarlar, sanatçılar ve aydınlar var. Araya koyduğum su birikintisi ayrımcılık amacı taşımıyor, Fatih ile Kadıköy arasında fizik kurallarını değiştiremediğimiz sürece bir boğaz hep olacak. O boğazı geçip herkesle bir olmanın tek yolu da dürüstlük ve vicdandır. Dürüst insanlar vicdanlarının rüzgarıyla su üstünde yürürler de, uçarlar da. Ama tekrar tekrar söylüyorum: Dürüst olmaları kaydıyla. Yani menfaat beklemeden, çıkar ilişkisine girmeden, içinden gelen sesi dinleyip tepki göstererek. Ama görüyoruz ki Gezi Protestoları, en ufak bir aksi ses çıkartanı lanetli, hain, alçak ilan edenleri ortaya çıkardığı gibi, geldiği yer ve gideceği en son nokta aşağı yukarı belli olan birçok yazarın, sanatçının, aydının da aslında entegre oldukları camiadan ayrılmak için bir bahane aradıklarını ortaya çıkardı. Malumun ilanı. Gönül isterdi ki bu değişikliği dürüstçe, mertçe ifade edip, hataları yanlışları ortaya koyarak yapsalardı. Ne yazık ki bunu da yapmadılar. Gözü çıkan, hayatını kaybeden, şiddet gören on binlerce insanın tepkileri serildi Boğazın üzerine ve geçenler geçti karşı yakaya.

Özetle bu durum da, yukarıda sözünü ettiğim şair-patron sisteminin sonuçlarından. Sağcısıyla solcusuyla Türkiye intelijansyası, tıpkı 15. ve 16. yüzyıllarda olduğu gibi, gittikleri her memlekette, her diyarda aynı şâşâ ile karşılanmak için koptuğu yerden bağlanma ihtimali olan ipleri atmakta hiçbir beis görmüyorlar. O zamanlar Arap yahut Acem olmanız gerekirdi, şimdi ise aynı kalbredeki üç yazarın 1 lira aldığı yerde 4 lira alan ve buna rağmen insanların acıları üzerinden prim yapmayı rahatça sindirebilen yazarlar, şairler, romancılar, aydınlar... Olan kime oluyor, onu da eskimeyen dizesiyle Priştineli Mesihi söylesin:

'Mesihi gökden insen sana yer yok

Yüri var gel Arabdan, ya Acemden'

11 yıl önce