|

Türkiye toyluğundan kurtulurken

Batı modernleşmesinin bir replikası olarak, çokkültürlüğümüzün zarar gördüğü, tek bir yaşam biçiminin bizlere dayatıldığı, donuk ve tektipçi, verimsiz bir cumhuriyet süreci yaşadık. Oysa her türlü zenginleşme için kültürel çeşitliliği yine itibarlı hale getirmek zorundayız. Bu çeşitliliğe, halen gerici güçlerin işgali altındaki totaliter laik kesimler de dâhildir.

Markar Esayan
00:00 - 19/04/2014 Cumartesi
Güncelleme: 22:17 - 18/04/2014 Cuma
Yeni Şafak
Türkiye toyluğundan kurtulurken
Türkiye toyluğundan kurtulurken

3 Kasım 2002''de hükümet olan AK Parti ile başlayan süreçte tarih dışı kalmakta olan ''İrtica tehdidi'' söylemi etkisini yitirmeye başlamıştı. Bu etkisizleşmenin nedeni dünyadaki konjonktür kadar, ülke içindeki ''Algı yaratan motorlar''ın bir kısmının AK Parti''yi arkalarına alarak çalışıyor olmasıydı. Evet, bir kefaletten bahsedilecekse, bu kefalet, ülke içindeki bir grup –o zaman liberal diye anılan– seçkin ismin, buna ek olarak sayıları az da olsa özgürlükçü sol çevreler ve demokratların AK Parti''nin ''irtica'' getirmek gibi bir ''gizli ajandası''nın olmadığına dair söylem geliştirmeleriydi. Bugün o gruptan birkaç liberal ve demokrat ayakta kaldı.

Tarihsel gelişimler sanıldığından daha karmaşıktır. Dünyanın politika yapıcıları ne kadar güçlü olurlarsa olsunlar, birçok değişken tepede üretilen stratejiler ile tepkimeye girer ve başta umulan şey ile sonda karşılaşılan şey arasında ciddi farklar oluşabilir. Nitekim ''Bin yıl sürecek'' denen 28 Şubat Darbesi''nin AK Parti''yi ortaya çıkarması, güncel olarak ise Batı''nın Ukrayna''da girdiği eli feci şekilde kaybetmesi buna örnek gösterilebilir.

Ben bu makalede, reelpolitik, ekonomik oligarşi veya menfaat çatışmalarını ihmal ederek, ''yaşam biçimleri tartışması ve kutuplaşma'' denen kırılmanın nedenini zihniyet dünyaları üzerinden anlamaya çalışacağım.

''TEK YAŞAM BİÇİMİ DİKTATÖRLÜĞÜ!''

Muhtemelen, hem Batı, hem de içerideki Batıcıların AK Parti''den beklentisi, artık zaten sürdürülemez olan kof askeri-bürokratik vesayeti güncellemek, bu arada da dindarlar üzerinde Foucault''nun tarif ettiği türden içselleştirdikleri –ve pek tabii ki daha kalıcı ve güvenli– bir iktidar kurmaktı. Öyle bir olsundu ki, vicdanları çok yaralayan –aslında sürdürülemez hale geldiği aşikâr– başörtüsü yasağı gibi antidemokratik uygulamalar bir noktaya kadar (o nokta hizmet alan-hizmet veren ayrımı olabilir mi?) giderilsin ama ülkedeki genel kaide değişmesin. Kamusal alana dindarlar da girebilsin ama yaşam pratikleri dışarıda kalsın. Başörtülü kadınlar üniversiteye gidebilsin ama bu ''Tek yaşam biçimi diktatörlüğü''nün bir hüsnükabulü olarak belirli sınırlar içinde olsun.

Sanırım, zihniyet dünyalarındaki çatışma tepedeki iktidar savaşları kadar, temeldeki ''Tek yaşam biçimi diktatörlüğünün'' çatlaması nedeniyle ortaya çıktı. Başörtülüler konusunda en özgürlükçü yorumun dahi, başörtüsü üzerinden dindarların modernliğe eklemlendiği ve zaman geçtikçe dindarlıklarını kaybedeceklerine olan inançtı. (AK Parti güçsüzken böyle yorum getiren sosyologlar, bugün AK Parti''nin yobazlığa geri döndüğünü iddia edecek kadar savruldular.) Dünya üzerinde en mükemmel yaşam ve kültür biçimi Batı ve modernizme dair olduğuna göre, insanlar gerekli fırsatı bulduklarında dinin karanlık kıskaçlarından –kendileri bile fark etmeden– kurtulacaklar, ''doğal ve doğru'' olana doğru çekileceklerdi. Bu ise şüphesiz Batılı yaşam-kültür biçimiydi ve bu türden araftaki insanların elinden tutulmalıydı. Ve AK Parti, neden bu sürecin nesnesi olmasındı ki?

Kemalistler doğru bir amaç için yanlış yöntemler denemiş ve antipatik hale gelmişlerdi. İşte düzeltilmesi gereken asıl şey buydu; Kemalizmin iddiası değil, yöntemleri…

Ancak her şey ''kontrol altında'' giderken, başta öngörülen planda bir sapma oldu. Burada Erdoğan faktörü ortaya çıkıyordu. Erdoğan farklı bir yöntem izliyor, ustalaştıkça haddini aşan özgünlükler sergilemeye başlıyordu. Gittikçe ''liberal'' yazarların sözünü, AB sopasını ve yerleşik ezberleri dinlememeye başlamıştı. ''One minute'' ve ''ekonomik tarihsel kapanı kırma'' konusundaki radikal adımları başarılı oluyor ve Erdoğan, yani dindar bir lider, seçkin ''laiklerin'' tüm gönlü bolluğuna rağmen devşirilmek yerine, kendi aklına göre işler yapıyordu.

EL-KAİDECİLİK SÖYLEMİ

Erdoğan''ın başarısı ve özgüveninin dindar kitlelere yansımaması ve bu yansımanın ''yaşam biçiminin'' çeşitlenmesine yol açmaması beklenemezdi. Kürtaj ve alkol, nesillerin nasıl yetiştirilmesi gerektiği, kaç çocuk yapmanın doğru olduğuna dair tartışmaları başlatıyor ve kendi görüşünü serdetmekten de çekinmiyordu. Burada bahis edilen, bu söylemlerin doğruluğu, yanlışlığı veya dildeki sorunlar değildir. Esas konu, ağza bile alınmaması gereken bir şeyi, ''başka türlü yaşam biçimlerinin de olduğu ve bunların tartışılmasında dindarların da en az laikler kadar söyleyecek sözleri olduğuna'' dair savdı.

Ve böylece efsane geri döndü… İrtica tehdidi, onu tedavülden kaldıran seçkin aydınlar tarafından ''Yaşam biçimleri tehlikede'' şeklinde güncellenerek dolaşıma sokuldu. Lider çok güçlü ve meşru olduğundan, bu gücün sıfırlanması için de ''diktatörlük'' ''El Kaidecilik'' söylemleri dezenformasyonun kaburga kemiğinden yaratıldı ve namluya sürüldü.

Tüm siyasi güç hesaplarını bir kenara bırakırsak, zeminde yatan çelişki Osmanlı''ya Batılaşmanın girdiği 250 yıllık tarih kadar eskiydi. Belki de Batılı modern fatihlerin Doğu''ya ayak bastıkları ve sömürgeleri düzenlemeye başladıkları ilk güne kadar kapsamak daha doğru olacaktı. 17-25 Aralık darbesinin pespayeliğine düşünsel itibar kazandırmak pahasına da olsa, Batılı kültür ve yaşam biçiminin mükemmelliğine olan imanın bu çatışmada önemli rol oynadığını iddia edeceğim. Bundan çok da çekinmiyorum çünkü tek bir kültür ve yaşam biçiminin mükemmel olduğunu iddia etmek, zaten başlı başına faşizmi ve ahlaki kaybı ima eder.

Ülkedeki Batıcıların, Batılılardan daha cahil ve bilgisel kofluk içinde olmaları, ana iddiayı Batı''nın kendisinden aldığı gerçeğini değiştirmez. Yani birisi çıkıp ''Opera''da mescit olursa irtica gelir'' derken gülünç duruma düşebilir; ama bu eğilim asıl patron Batı''nın iddiasında da vardır. Tabii daha zarif ve gizli bir şekilde.

TEK TİPLEŞTİRME HASTALIĞI!

Gericilik ve asıl irtica dediğim de budur. Kant, Aydınlanmayı ''insanın kendi başına sardığı bir beladan, toyluğundan kurtulması'' olarak tanımlar. Ona göre toyluğun tanımı, insanın kendi aklını bir başkasının yönlendirmesi olmadan kullanamamasıdır. Aydınlanma, bu anlamda bir özgürleşmedir ve insanın toyluğundan kurtulmasıdır. ''Ancak diyor'' Paul Karl Feyerabend, ''Bugün bu anlamda bir aydınlanmayı zor buluruz. Yurttaşlar dayanaklarını kendi bağımsız düşüncelerinden değil, uzmanlardan alıyor. Şimdi ''akılcı'' olmanın anlamı bu. Birey, aile, kasaba ve kentlerin yaşamlarının giderek artan bölümü uzmanlar tarafından teslim alınıyor. Çok yakında insanlar ''Sen psikolog musun kardeşim?'' itirazını göğüslemeden ''canım sıkılıyor'' bile diyemeyecekler.''

Uzmanları koruyan ve yaratan, arkalarına aldıkları iktidar ve ''sekülerlik'' zırhıdır. Bugün Batı sadece politik anlamda değil, yaşamın tüm alanlarına dair ciddi bir tektipleşme ve donukluk hastalığından mustariptir. Ne yazık ki, modernleşmenin ihracı ile birlikte bu durum dünyanın en ücra köşelerine sirayet etmiştir. Batı bir yandan kendi kültür, bilim, demokrasi ve yaşam iddialarını kutsal hale ile korurken, evet tüm dünyada dominant hale gelmişse de, tam bu teklik nedeniyle gittikçe fakirleşmekte olmanın çaresizliğini yaşamaktadır. Neden mi? Çünkü bilinci farklı kültürlere de açmak, o kültürlere eşit olmayı ve dünyayı eşitçe paylaşmayı beraberinde getirecektir.

Oysa, Batılı yaşam ve kültür biçimi, bilimcilik* ve ona dair olan tüm şeyler, değil dünya, Batının kendisi için bile sonsuz gerçekliklerden sadece bir tanesidir. Kültür, bilim, demokrasi ve yaşam biçimleri, evrensel tek bir standarta, kurala bağlanamaz. Sonsuz kere sonsuzdurlar ve aralarında bir hiyerarşi yoktur. Olsa olsa birbirlerini etkilerler ve birbirleri içinde dönüşürler. Bir standart olduğu iddia edilse bile, bu sadece tarihin bir kesiti, bir anı ve bir mekânı için geçerli olabilir. Bu iddia bile kanıtlanabilir değildir.

Nitekim modernizm, tüm kıymetli girdileri yanında, birçok korkunçlukların da kaynağıdır ve muhtemelen bu korkunçluklar onun iktidar ve tek merkez olma iddiasından neşet etmektedir, penisilin veya Shakespeare''in sonelerinden değil.

MODERN PARADİGMA!

Gelelim diğer yaşam biçimleri ve kültürlere… Karl Feyerabend''in ''Akla Veda''* adlı eserinde Amerikan Parazitoloji Derneği''nin açılış konuşmasından bir alıntı var. Ben de bu alıntıdan bir alıntı yapıyorum:

''Sanayi öncesi mahalli cemaatlerin özü, çeşitlilikleri ve yöreye uyumlarıdır. Her biri varlığını özgül doğal ortamlara borçludur ve kendine has kültürel, davranışsal bir ifade geliştirmiştir. İnsani, toplumsal yaşam biçimlerindeki bu zengin çeşitlilik, hepsi de kendine has belirli çevresel kısıtlar barındıran aynı çeşitlilikteki doğal ortamlara getirilmiş bir cevaptır. (…) [Oysa] Dünyadaki tüm siyasi ve iktisadi sistemlerde sanayi toplumlarını karakterize eden şey yüksek bir çevresel fakirleşme ve geniş alanlara yayılmış bir homojenleşmedir.'' (Donald Heyneman, Journal of Parasitology.)

Ne demek isteniyor burada? Bir coğrafyanın üzerinde üretilmiş zengin kültür ve yaşam biçimleri, o coğrafya şartlarına belki binlerce yıldır orada yaşayanlar tarafından üretilmiş en iyi cevaptır. ''Kültürel etkileşim ve diğerleri'' mi dediniz? Bu da bu formüle dâhildir. İlk Enternasyonalizm denen Bronz Çağı''ndan beridir, kültürler bazen savaşçı bazen barışçı yöntemlerle birbiri ile karşılaşmış, birbirini etkilemiş, ortaya bir hülasa çıkmıştır. Bahsedilen uyum bu çeşitlilikten gelen hülasadan kaynaklanmaktadır. ''Batı''dan farklı yaşam biçimleri birer ''hata'' değil, özgül çevrelerde geliştirilmiş incelikli bir uyum sürecinin ürünleri olan insan kültürleridir ve onların iyi bir hayatın sırlarını ıskalamak bir yana, yakalamış oldukları kesindir'' diyor Feyerabend.

Peki Batı ve modernizmi bu türden bir karşılaşmadan sayabilir, modernitenin Doğu''ya –sömürgecilik veya hastalıklarla mücadele için de olsa- girmesini aynı etkileşime, karşılaşmaya, yani hülasaya katamaz mıyız?

Zor bir soru… Evet, katmalıyız, ama büyükçe bir soru işaretini de beraberinde kullanarak… Sonuçta, olan şey olmamış sayılamaz ve bugün hepimiz modern paradigmanın ürünleriyiz. Burada tartışmayı bırakacak mıyız? Mesela kanlı Moğol istilaları ile Batı''nın yine kanlı sömürgeciliğini mukayese edebiliriz. Moğol istilaları –Tabii Büyük İskender''e kadar geri gidilebilir- dünyanın ilk küreselleşme örnekleridir. Moğol İmparatoru Cengiz Han müthiş meraklı ve yenilikçi bir liderdi. İşgal ettiği yerlerde yeni ne varsa kendi topraklarına getiriyordu veya gittiği yerlere götürüyordu. Haçlı Seferleri de bu anlamda Avrupa''ya Doğu''lu kültürel yapıların gitmesi ile sonuçlanmıştı. Bir önemli diğer örnek olarak Endülüs ve Batı''nın içine giren İslam medeniyetinden bahsedebiliriz. Bunla, dengeyi kökten değiştirmeyecek benzer –inanç merkezli- zihniyet dünyası üzerinde yaşanmış karşılaşmalardı.

Oysa Aydınlanma''dan reformasyona giden süreçte, aklı ve bedeni ruh ve inançtan koparan Batı, kanserli bir hücrenin normal hücrelerden çok daha hızlı çoğalması gibi, dünya homojen bir zihniyet düzeyinde yaşarken, ''aniden'' kendini kalan dünyadan ayırdı. Aniden diyorum çünkü Doğu''nun Batı''daki değişimi anlaması ancak son perdede olacaktı.

TARİHSEL ÇELİŞKİ!

Bir diğer önemli unsur ise, Doğu''ya zihniyet anlamında fark atan, icat ve ilerlemecilik ile kendini ispatlayan Batı''nın, bu gücünü dünyanın geri kalanını neredeyse aynı anda ve çok hızlı biçimde sömürgeleştirmekte kullanması, bunu da tüm iddialarını oraya götürerek yapmasıydı. Batı, bilimi, yaşam biçimi ve ulus devlet teknolojisi ile o kadar kibirli ve başarılıydı ki, dünyanın geri kalanının da kendisi gibi olmasını, tüm kültürlerin kendi kurallarına tabi olmasını sağlamak istiyordu. Doğu Batı''ya benzemeli, ama patron hep Batı olmalıydı. Bu küresel müdahale ile özgün ve manevi açıdan doyurucu, çevresi ile uyumlu çeşitli hayat biçimleri ya bozuldu, ya da dağıldı. Kendi olmaktan çıkarıldı ve bu coğrafyalara felaketten başka bir şey getirmedi.

''Fakat'' diyor Feyerabend, ''Somut, özgül politikalar olmadıkça sonuç hep kişiliksiz, yarasız ve aldatıcıdır ve de gerçekçi değildir. Yine kuşkusuz tutarlı ve anlamlı dünya görüşünü satmak ya da dayatmak için bayat sloganlara, içi boş ''ilkelere'' başvurmak da mümkündür. Fakat bu özgürlüğü teşvik etmeyecek, yalnızca parlak özgürlük terimleriyle paketlenmiş bir kölelik doğuracaktır.''

Sanki Batıcı ve Kemalist zihniyeti tarif ediyor. Türkiye''de adına kutuplaşma denen şeyin özünde bu tarihsel çelişki yatıyor. Bu tarihsel çelişki Türkiye''nin konusu değildir sadece. Dünyada ve ülkede, yaşam biçimlerine dair bu ikiliğin çelişkisine güç ve iktidar kavgalarının eşlik etmesi durumu perdeliyor veya tarafları kafaları karıştıracak denli melezleştiriyor. 17-25 Aralık ittifakına bir dindar cemaatin üst yapısının dâhil olması gibi. Oysa hikâye aynıdır.

Feyerabend, Batı''nın bu her şeye tepeden bakan, tanımlayan ve kendisine referans vermeyen her şeyi tehdit gören (A)klının yanında, küçük harfle yazılan evrensel bir (a)klın daha olduğunu söyler. Ancak Batı ''Aklı'' yapacağını da yapmıştır. Bugün Türkiye''nin sadece ulusalcı-totaliter laikleri değil, dindarları da modernizmin bir ürünüdür. Ancak geçmişin mağdurları oldukları için küçük ''aklı'' kullanmaya, yani özgürleşmeye, değiştirmeye, yorumlamaya ve dönüştürmeye daha meyillidirler. Burada dinin (İslam''ın) rolünü de mutlaka belirtmeliyiz. İslam ve şüphesiz tüm dinler, modern öncesi ve sonrasını birbirine bağlayan bir hafıza oluşturmuş, bir zamanlar başka türlü bir dünyanın bulunduğunu bizlere hatırlatmış, bugünden başka türlü bir dünyaya da ulaşacağımıza dair umut ve önerileri de takipçilerine sunmaya devam etmiştir. Bu nedenle laikler kendisinden hazzetmemektedir.

TOTALİTER LAİKLER

Evet, bir melezleşme vardır, ama bu asla modenizmin öngördüğü sonucu vermemiştir. Batı modernleşmesinin bir replikası olarak, çokkültürlüğümüzün zarar gördüğü, tek bir yaşam biçiminin bizlere dayatıldığı, donuk ve tektipçi, verimsiz bir cumhuriyet süreci yaşadık. Oysa her türlü zenginleşme için kültürel çeşitliliği yine itibarlı hale getirmek zorundayız. Bu çeşitliliğe, halen gerici güçlerin işgali altındaki totaliter laik kesimler de dâhildir.

Türkiye, son iki yıldır bu yönde adımlar attığı için güçlendi ve büyüdü. Bu bir rastlantı değil, doğal bir sonuçtur. AK Parti ve Erdoğan, bu yönde devam ettikçe değerini koruyacaktır. Kutuplaşmanın giderilmesi ise, ancak bu hikâyenin anlaşılması ve kendi yaşam biçimlerine yer açarken, diğerlerini de aynı derecede saygıdeğer bulmakla mümkün olacaktır.

10 yıl önce