AYDINLIK TÜRKİYE'NİN HABERCİSİ

D Ü Ş Ü N C E    G Ü N L Ü Ğ Ü
Yaşar Nuri ve 'rejim tehlikesi'

Yaşar Bey'e sormak gerekir: Hangi platformda mustazafların, fakirlerin, ezilenlerin düşüncelerinden ve dini yaşantılarından dolayı horlananların, başörtüsü taktıkları için hapse atılanların, üniversitelerden uzaklaştırılanların yanında oldunuz?

Geçenlerde bir televizyon programında Yaşar Bey'i tesadüfen izlerken kendisi adına üzüldüm diyebilirim. Çünkü master çalışmamı Marmara İlahiyat'ta yaptığımdan dolayı kendisini hem şahsen hem de herkes gibi yazılarından tanıyorum. Şüphe yok ki yazdıklarının çoğu tartışılacak şeyler, genelde de özgün kitaplar değil. Daha çok Muhammed İkbal gibi alimlerin yazdıklarının Türkiye versiyonu, felsefi anlamda bir derinliği yok, belli bir epistomolojik ve entellektüel bir temele de dayanmıyor. Daha çok söyledikleri müesser düzenin ayrıcalıklı, halkı ve onların tarihsel ve toplumsal değerlerini hor gören jakoben kesime şirin gözükecek türten dinsel yorumlara dayanıyor. Kendisi aslında felsefeci değil, doktora tezi tasavvuf üzerine, ancak etiğe sığmayacak bir şekilde felsefeci olarak kendisini lanse edip tasavvufçuları ayrı bir dinden göstermesi de çok manidar gözükmekte.

Şimdi bu kısa girişi yaptıktan sonra gelelim işin özüne, Can Ataklı'nın "28 Şubat süreci devam ediyor mu? Düzen tehdit altında mı?" sorusunu değerlendirirken iktidarı kast ederek tehlikenin daha organize olarak devam ettiğini ifade etti.

Şüphe yok ki halkın özgür iradesi ile iktidara gelmiş bir yönetimi cumhuriyet için yakın bir tehdit olarak gösterip, zinde kuvvetlere, silahlı büroksiye mesaj gönderen birey, sıfatı ne olursa olsun asla ve kat'a 'aydın' olarak değerlendirilemez. Çünkü aydın bulunduğu toplumda kendi tarihsel konumunu bilen, yerleşik düzene eleştirel tavır takınan, insan haklarını savunan, halkın dilinden konuşan, ama asla halk dalkavukluğu yapmayan şahsiyettir.

Genel olarak kabul gören bu tariften yola çıkarak, seçimle iş başına gelmiş bir iktidarı, cumhuriyet düşmanı gösterip geleneksel olarak örflerine ve dinlerine bağlı mütedeyyin insanlarımızı horlayan bir din alimi aydın sayılabilir mi? Hakkın temsilcisi çıplak uyarıcı, "En-nezir el-Uryan" olarak görülebilir mi?

İnsanlık tarihine baktığımızda "çıplak uyarıcılar" -ki bu sıfat Peygamberimiz'in ve genelde rasullerin sıfatıdır. Yaşar Bey bunu kendisi için kullanıyor- her dönemde yerleşik düzenin baskısı ve zulmü ile karşılaşmışlardır. Örneğin, Hz. Musa yaşadığı toplumda düzenin siyasi temsilcisi Firavun, iktisadi temsilcisi Karun, dini temsilcisi Belam-ı Baur'la uğraşmıştır. Hz. İsa, Roma'nın işbirlikçi Farisiler'le, Sadukiler'le atanmış kral Herod Antipas'la karşı karşıya gelmiş, şirk temsilcilerinin yüzüne hakkı haykırmıştır.

Hz. Muhammed (s.a.v.) de, aynı şekilde halkın yanında haktan yana olmuş, Mekke'nin şirk ve zulüm otoritesi ile mücadele etmiştir, Mekke'nin ezilmiş, horlanmış halkıyla değil. Sırça köşklerde, sosyete balolarında, saltanat sofralarında dini nutuklar atmamıştır. Zira tüm peygamberler, tüm çıplak uyarıcılar böyledir.

Peygamberlerin izinde olduğunu söyleyen Yaşar Bey'e, şimdi sormak gerekir: Siz hangi platformda mustazafların, fakirlerin, ezilenlerin düşüncelerinden ve dini yaşantılarından dolayı horlananların, başörtüsü taktıkları için hapse atılanların, üniversitelerden uzaklaştırılanların yanında oldunuz? Çıplak uyarıcı olarak yoksa sizin işleviniz tıpkı Bel'am gibi insan haklarını, din ve vicdan hürriyetini yok sayan, zulmeden bir zihniyeti halkın seçtiği hükümetlerin gayrı meşru olduğunu, İslami anlamda temellendirmeye çalışan, İslami kılıf altında kendini İslam alimi olarak takdim eden, darbecilerin, demokrasi düşmanlarının akıl hocası mısınız?

Gerçek alimler ve aydınlar; Sokrates, Henry Theroue, Mahatma Gandi, İmam-ı Azam, Sufyan-ı Sevri, Gaylan ed Dimeşk gibi olur. Neden çünkü yukarıda söylediğimiz bu bireylerin en önemli ortak özellikleri; baskıcı, çürütücü, öldürücü ve aline edici düzenlere halk içinde hakdan yana eleştiriler tavır takınmalarıdır.

Firavun'un din adamı Belam-ı Baur ve Stalin'in baş danışmanı Zinanov gibiler ise zulmü, baskıyı otoriterliği, entelektüel dini ve ilmi anlamda meşrulaştırmaya çalışırlar. Galiba Yaşar Bey de bu misyonu yerine getirmeye çalışıyor. Söylediğinin aksine kendisi felsefeci olmadığı için belli ki Aristo mantığını da okumamış. Zira Kırmızı Koltuk adlı programda müthiş bir tenakuz yaşıyordu. Samuel Huntington'un The Clash of Civillzation (Medeniyetlerin Çatışması) adlı kitabına atıfta bulunarak Müslümanlar'ın lineer olarak yükselişini, artışını olumlu karşılarken, diğer taraftan Türkiye'de muhafazakar demokrat, dolayısıyla İslami duyarlılığı olan, tarihsel ve toplumsal değerlerini önemseyen seçilmiş bir iktidarı cumhuriyet için tehlikeli olarak gösterebiliyordu. Bu kadarına da pes doğrusu. Yaşar Bey şunu bilmelisiniz ki, Türkiye'de mütedeyyin, dindar halkımızın asla ve kat'a cumhuriyet ve demokrasi ile bir sorunu yoktur. Sorun cumhuriyetin henüz demokratikleşememesinden kaynaklanmaktadır.

İşin ilgniç tarafı Yaşar Bey'in akılları durduracak bir tespiti vardı. Sanıyorum bu görüşü artık Doğu Perinçek ve CHP'nin şahinleri bile paylaşamaz. Ona göre Köy Enstitüleri'nin kapatılması Türkiye'nin geri kalmasına yol açmış, Türkiye'nin AB'ye girmesi de Kemalizm'in ortadan kaldırılmasına neden olacakmış. Ne diyelim; ahval perişanımıza Vatikan'ın cümle kardinalleri gelip Papa ile beraber yekavaz ağlasalar yeridir.

  • DR. LÜTFİ ÖZŞAHİN / YAZAR


  • Kürt dili ve edebiyatı geleceğini tartışıyor

    Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi'nin her yıl düzenlediği Kültür Festivali etkinlikleri çerçevesinde bu yıl oldukça önemli bir konferans gerçekleştirildi. Belediyenin Edebiyat Günleri başlığını taşıyan etkinliklerinde yurt içinden ve yurt dışından onlarca şair ve yazar Diyarbakırlı gençlere 'edebiyat ziyafeti' sunarken, Ortadoğu Edebiyatı ve Çok Kültürlülük Konferansı'na katılan büyük çoğunluğu Kürt kökenli yazar, dilbilimci ve şair, Kürt dili ve edebiyatının geleceği üzerinde üç gün boyunca 'beyin fırtınası' gerçekleştirdi.

    Büyükşehir Belediyesi'nin himayesinde Türkiye, Irak, İran, Suriye ile Avrupa ülkelerinden alanlarında tanınmış çok sayıda ismin katılımıyla gerçekleştirilen konferans, birkaç yönüyle önem taşıyordu. Birincisi; her ne kadar Ortadoğu Edebiyatı ve Çok Kültürlülük adını taşıyor idiyse de, konferansın aslında bir Kürt konferansı oluşuydu. Olağanüstü Hal uygulamasına henüz üç yıl önce son verilen ve 'normalleşme'nin henüz başında olan Diyarbakır'da, birkaç yıl öncesinde böyle bir konferansın gerçekleştirilebileceğine kimse ihtimal vermezdi. Konferans sürerken ufak tefek bazı sıkıntılar yaşandıysa da -Kapalı gerçekleştirilen konferansı polis dinlemek istediyse de savcılık izin vermediğinden içeri giremedi- önemli herhangi bir olay yaşanmadan konferans sona erdi ve tartışılan konularla ilgili bildiri yayınlandı. Bu çapta bir konferansın, müdahalesiz ve olaysız bir şekilde sona ermesi, Türkiye'nin bazı paranoyalarını bir kenara bıraktığını göstermesi açısından oldukça önemliydi.

    Komşu ülkelerin yaklaşımı

    Konferansı önemli kılan bir diğer husus ise Irak, İran ve Suriye'den Kürtler'in bu konferansa katılımının sağlanabilmiş olması. Irak'tan bazı katılımcılar konferansa katılamadıysa da -Organizasyonu gerçekleştirenlerin verdiği bilgiye göre- bunun daha çok planlama hatasından kaynaklanmasıydı. Geldikleri ülkelerde, ülke dışına çıkılmasına pek de hoş bakılmayan söz konusu isimlerin engellenmemesi, konferansa katılımlarının sağlanması da o ülkeler açısından önem taşıyordu. Konferansa, Türkiye'den İstanbul Kürt Enstitüsü Başkanı Şefik Beyaz ve birçok ismin yanısıra Irak'tan Kürt Yazarlar Birliği Başkanı İzedin Mistefa Resul, Duhok Yazarlar Birliği Başkanı Hesen Silevani, Selahaddin Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Maruf Xeznedar, şairler Nezire Ehmed, Muhsin Qoçan ile İran'dan Tahran Kürt Enstitüsü Başkanı Behram Weledbegi, Ehmed Qazi, Suriye'den Pir Rustem, Salih Bozan, Khaled Khalefe (Arap romancı) ve Avrupa ülkelerinden Mehmed Uzun, Mehemed Malmisanij, Haşim Ehmedzade, Rohat Alakom, Yunis Behram, Firat Ceweri gibi tanınmış birçok isim katıldı. Katılımcılar, üç gün süren konferans boyunca 28 tebliğ sundu. Bu tebliğlerin İstanbul Kürt Enstitüsü tarafından bir yayın haline getirileceğini de burada hatırlatalım.

    Kürt dilinin sorunları

    Katılımcılar, konferansta daha çok bulundukları yerde sorunları ile Kürt dili ve edebiyatının bulunduğu durumu anlatırken, Kürt dilinin bugün karşı karşıya bulunduğu durumu da masaya yatırdılar. Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi Başkanı Feridun Çelik'in açılış konuşmasında altını çizdiği ve konferansın sonuç bildirgesinde de yansıyan bir husus, Kürtçe'nin karşı karşıya bulunduğu en büyük sorunu ortaya koyuyordu. Bu da, 'Kürt kültürü ve dilinin, baskı ve inkar politikaları sonucunda iradesi dışında aşırı derecede siyasallaşması'ydı. Türkiye, İran, Irak ve Suriye'de, Kürt kültürü ve dili sürekli baskı altında tutulduğundan, dil ve kültür her zaman bir siyasal mücadele aracı olarak görüldü. Bu durum, Kürt dilinin ve kültürünün gerçek işlevinden uzaklaşmasına neden oldu. Bu sebeple konferans katılımcılarının üzerinde durduğu en önemli noktalardan birisi, Kürt dili ve kültürünün siyasal mücadeleden nasıl kurtarılabileceği konusu oldu. Maddeler halinde sıralayacak olursak, Kürt dilinin bugün karşı karşıya olduğu sorunları, şu iki başlık altında toplamak mümkündür:

    1- Kürtler, farklı ülkelerin sınırları içinde yaşadığından (Türkiye, İran, Irak, Suriye ve Kafkasya) o ülkelerin kullandığı alfabeleri (Latin, Arap ve Kiril) kullanmak zorundalar. Bu durum, Kürtler'in dil ve edebiyatlarının yakınlaşmasını engelleyen faktörlerin başında geliyor.

    2- Kürtçe'nin çok lehçeli oluşu (Kurmanci, Sorani, Gorani ve Zazaki) ve bu lehçelerin de kendi aralarında farklı ağızları olması, Kürt dilinin karşı karşıya bulunduğu bir diğer sorunu teşkil ediyor. Farklı lehçeler her ne kadar dilin zenginliğini ortaya koyuyorsa da, söz konusu ülkelerde, özellikle kamusal alanda Kürt dilinin kullanılmasına izin verilmediğinden dil dar bir alana hapsedilmiş ve gerilemiştir.

    Pekiyi, bu durumda ne yapılmalı? Konferans delegasyonun da aralarında tartıştığı gibi, bu sorunların aşılabilmesi için öncelikle, Kürtler'in yaşadığı ülkelerde Kürt dilinin önündeki tüm yasakların demokratik bir çerçevede kaldırılması ve yaşamın her alanında kullanılmasına izin verilmesi gerekiyor. Gerisi, Kürt dilbilimcilerin oluşturacakları bir çatı altında, dilin karşı karşıya bulunduğu ìiçselî sorunlara çözüm aramasından geçiyor. Konferans sonunda yayınlanan bildiride, buna yönelik çalışmaların yapılacağının altı çiziliyor. Bir kurul oluşturma görevini üstlenen İstanbul Kürt Enstitüsü, diğer Kürt enstitüleri ile ortak bir çalışma yürüterek, Kürtçe'nin sorunlarına çözüm arayacak ve çözüm önerilerini, geleneksel hale getirilmesi düşünülen ve daha sonra başka ülkelerde yapılacak olan konferansın önüne taşıyacak.

    DİL SORUNU NASIL AŞILACAK?

    Konferans süresince, Kürt dilinin sorunlarının aşılabilmesi için bazı öneriler de sunuldu. Başlıklar halinde sunacak olursak;

    1-Kürt dili önündeki yasaklar ve engellemeler ortadan kaldırılmalı, dilin eğitim ve öğretim ile yazılı ve görsel medyada kullanılmasına izin verilmeli,

    2-Kürt dili ve kültürünün, siyasal bir mücadele aracı olarak kullanılmasına izin verilmeli,

    3-Kürtçe lehçeleri arasındaki ilişkinin güçlendirilmesine yönelik çalışmalar yapılmalı ve bu lehçelerde yayınlanan eserler yakından takip edilmeli

    4-Kürt dili ve edebiyatı ile ilgili ortak imla kuralları ve ortak bir terminoloji geliştirilmeli,

    5-Kürt dili ve edebiyatı ile ilgili olan kurumlar (enstitü, üniversite...) ortak bir program geliştirmeli,

    6-Yazar ve edebiyatçıların yerel ağızlarla yazmak yerine yazım diline yönelmeleri,

    7-Kürt dilinin gelişmesi için dünya dillerinden Kürtçe'ye, Kürtçe'den dünya dillerine çeviri yapılması ve bu şekilde dilin zenginleşmesinin sağlanması olarak sıralanabilir.

    Sonuç olarak; Türkiye'de ilk kez (aynı zamanda Kürtler'in de kendi aralarında ilk kez) gerçekleştirilen bu konferans, somut birtakım verileri ortaya koymadıysa da, Kürt dili ve edebiyatının önündeki engellerin ortadan kaldırılması yönünde bir ilk adım oldu. Bu adımın sürekli hale getirilmesi durumunda, Kürtler'in dil ve edebiyat alanında karşı karşıya bulunduğu sorunları zamanla aşmalarında bir kilometre taşı olacaktır.

  • ALİ AKEL / GAZETECİ-YAZAR


  • Ramazan'ın folklora dönüşme tehlikesi

    Nostalji sevdalıları için eski Ramazan'lar paha biçilmez kıymetler taşırdı. Tam anlamıyla haksız sayılmazlar; zira, dünün dünyasında, Ramazan ayı daha bir manevi ve ruhani addediliyordu.

    İslami literatürde, yaygın anlamıyla bilinen '11 ayın Sultanı Ramazan' ayının idraki içerisindeyiz. Her Ramazan'da sıkça tekrarlanan temennilerden birisi bu 'rahmet' ayının insanlığa huzur ve barış getirmesidir. Özellikle 'komşu'daki yangın göz önünde bulundurulursa, bu ayın önemi daha ziyade ön plana çıkacaktır.

    Nostalji sevdalıları için eski Ramazan'lar paha biçilmez kıymetler taşırdı. Tam anlamıyla haksız sayılmazlar; zira, dünün dünyasında, Ramazan ayı daha bir manevi ve ruhani addediliyordu. Özellikle toplumun kanaatkarlığı ve mahviyetkarlığı erdem olarak gördüğü zamanlarda, tabii ki, Ramazan'nın asli kimliği olan dini heyecan (e-motive) daha güçlü yaşanıyordu.

    Son yıllarda, tüm arkaik gelenekler gibi Ramazan ayının da 'sıradan ve rutin' bir işlevi gördüğü kanısı yer edinmeye başladı. Oysa, amacı kendinde (auto telos) saklı olan dini vecibelerin hızla folklorlaşma trendine girmesi gibi bir tehlikeye işaret ettiğinin farkında mıyız?

    Bu ay'da nefisle tam bir mücadeleye giren mü'min Allah'a son derece yakınlaşır. Nefis mücadelesi, Hz. Peygamber'in deyişiyle, tam bir cihad-ı kebir (büyük savaş) anlamını içerir. Ramazan ayında tutulan orucun sadece manevi pratikler bakımından değil; aynı zamanda sosyal yakınlaşmanın vesilesi olduğunun altını çizmek gerekir. Teravihler, iftar ziyaretleri, akabinde gelen bayramlaşmanın 'toplumsallığın' pekişmesinde faydaları saymakla bitmez. Sıkça 'eski zaman' retoriğine başvurmak istemiyoruz, üstelik, güneşin doğudan doğup batıdan battığı sürece, ruhaniyetin de bitmeyeceğini bildiğimiz halde, geçmiş modellerden bahsetmek gerekir. Kaynaklar anlatırlar (Seyyid Hüseyin Nasr, İslam'ın Kalbi) ilk dönem sufileri içerisinde, Ramazan ayında, annesinden gündüz iftar vaktine kadar süt emmeyen bebekler varmış. Şimdiki mantıkla bize imkânsız geliyor gibi, ama, gayri-sahih bir bilgi olsa bile, içerdiği mana nüvesi bakımından son derece önemli bir hadise.

    Bu folklor tehlikesi nasıl bertaraf edilir, bilmiyoruz, ama hastalığın teşhisi, bizce doğrudur. Yoksa, İslam'ın genel kaideleriyle uyuşmayan eğilimler çoğunluk arzediyor. Müsrif olmaması gereken bir müslümanın 'yakınlık' kurmak için çağırdığı dostlarına hazırladığı mükellef sofraları dinin neresine koyabiliriz?

    Şu Ramazan ayını da kendimize benzetmeyelim. Çünkü dünyevi olmayan bir ibadet biçimini dünyevileştirmek kadar sakıncalı bir şey olamaz.

  • VECDİ DEMİR / ÖĞRETMEN




  • 17 Kasım 2003
    Pazartesi
     


    Künye
    Temsilcilikler
    Abone Formu
    Mesaj Formu

    Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya
    Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Ramazan | Arşiv
    Bilişim
    | Dizi | Karikatür | Çocuk
    Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
    © ALL RIGHTS RESERVED