AYDINLIK TÜRKİYE'NİN HABERCİSİ

D Ü Ş Ü N C E    G Ü N L Ü Ğ Ü
Merkez Bankası bizi nerelere sürüklüyor?

Geçtiğimiz temmuz ayında bu sayfada bireylere ve kurumlara yönelik olarak yayınlanan '1 USD = 2.000.000 TL Olur mu?' başlıklı yazımızda, hangi parametre dikkate alınırsa alınsın döviz kurunda çok önemli düzeltmelerin olabileceğini öngörülmüş ve gerçek ve tüzel kişilerin ona göre tedbir almaları önerilmişti. Pekçok okuyucu yaptığımız analizlere güvenerek tedbir aldıklarını ancak döviz kurunda beklenen bir düzeltmenin olmadığını ve bundan sonra ne olacağı konusunda görüşümüzü öğrenmek istemektedirler.

Dünya'daki tüm merkez bankalarının olduğu gibi TCMB'nin de temel görevi ve amacı 'fiyat istikrarı'nı sağlamak olarak belirlenmiştir. Türkiye'de istatistiksel olarak enflasyonun düşüyor olması bir başarıdan ziyade 'konjonktürel bir dengesizlik'in planlanmamış bir sonucudur. Daha açık bir ifadeyle, TCMB yönetiminin bir başarısı değil, tam tersine çözümleyemedikleri bir konjonktürün yarattığı sonuçtur. 2002, 2003 ve 2004 yıllarında tüm dünyada TL kadar değeri artmış ikinci bir para birimi yoktur. Türk Lirası'nda, Euro'nun Dolar karşısındaki değerlenmesinin bile üzerinde bir değerlenme (revaülasyon) yaşanmıştır. Dünyada bütün ekonomilerin en korktukları şey, bir revaülasyon sonucu rekabet gücünün zayıflamasıdır. Amerikan ekonomisi gibi rakipsiz ürünler üretebilen ekonomiler bile devalüasyonun katkısını devreye sokarken, Türkiye bu dönemde tam tersini yaparak herkesi şaşırtmıştır. Türk ekonomisinin en az ihtiyaç duyduğu şey, TL'nin değerlenmesi sonucu rekabet gücünün zayıflamasıdır. Bu açıdan bakınca Türk ekonomisinin damarlarında şu anda patlamaya hazır kriz bombaları yığınak yapmaktadır.

Son üç yılda, tam tersini yapmak mümkünken, TCMB hazineyi yüksek faize mahkum ederek borç genel seviyesinin yeterince düşmesini engellemiştir. Fiyat istikrarını sağlamak için ekonominin doğal dinamiklerinin yönetilmesi yerine, ne olacağı belli olmayan 'sıcak para'yı en önemli fiyat istikrar enstrümanı olarak kullanmıştır. TCMB'nin iradesi dışında Türkiye'ye giren yüksek meblağlardaki sıcak paranın kurları baskı altına almasına göz yumulmuştur. Böylece ithalat teşvik edilmiş ve ihracatın daha da geliştirilmesi imkanlarına darbe vurulmuştur. Ardışık olarak ithalatın, ithalat kalemlerinin içinde de tüketim malları ithalatının ve cari açığın beklentilerin ötesinde büyümesi gerçekleşmiştir. Bahar aylarından itibaren cari açığın kurları yükselteceği analizleri boşa çıkmış ve yurtiçindeki kişi ve kurumlar döviz taahhütlerini kaale almaya başlamışken, yurtdışından gelen sıcak para döviz kurunu baskı altına almış ve kurlar biraz daha değerlenmiştir. Şu anda 'sıcak para' ya da 'seyyar sermaye' olarak tanımlanabilecek meblağ 20 milyar doları aşmıştır. Bu 20 milyar dolar gelmemiş olsaydı, döviz kurlarının ve enflasyon oranının bugünkü seviyenin çok üzerinde gerçekleşmiş olacağını söyleyebiliriz. Spekülatif amaçlı gelen bu paraların kazancı döviz kuruyla birebir ilintili olduğundan düşük kur 'seyyar sermaye'nin kazançlarını arttırırken yüksek kur düşürmektedir. Son üç yılda TCMB'nin politikaları 'seyyar sermaye'nin gelirinin beklentilerin üzerinde artması sonucunu doğurmuştur. Bu dönemde belki de dünyada en çok para kazandıkları ülke Türkiye olmuştur.

17 Aralık ve çift yönlü bir senaryo

Senaryo (1): AB Türkiye'ye bir müzakere tarihi verir. Üç ay içinde 'seyyar sermaye' Türkiye'ye 20 milyar dolar daha sıcak para sokar, kurlar 1.200.000 TL'ye geriler, enflasyon düşmeye devam eder, ithalat artar, cari açık büyür, ihracat duraklar, seyyar sermaye'nin reel kârı biraz daha artar. Bu dengesizliği kaldıramayan ekonomi yavaşlar ve sonbaharda krize girer, vs.

Senaryo (2): AB Türkiye'ye bir müzakere tarihi vermez. Tedirgin olan 'seyyar sermaye' kârlarını realize ederek Türkiye'den çıkmaya çalışır. Döviz elde etmek için, satışa sunacakları bono, tahvil ve hisse senetlerinden dolayı; ardışık olarak bono faiz oranları %20'lerden %30'lara yükselir, İMKB %30 oranında değer kaybeder; kurlar önce yavaş bir hızla (çünkü TCMB elindeki rezervlerle kurların artışını önleyebileceğine inanır ve döviz satar, sonuçta döviz rezerlerimiz de ucuz bir fiyatla 'seyyar sermaye'ye geçmiş olur) ardından hızla yükselerek reel değerinin de üzerinde bir fiyata yükselir. Ekonomide alt-üst oluşlar yaşanır. Tabii ki TCMB suçu hükümete atar. Yukarıda anlattığımız iki vaka da elbette sadece birer 'senaryo'durlar. Açıkçası hükümetin zaman zaman 'gerekirse tedbir alırız' mealindeki mesajlarını samimi bulmakla beraber gerçekçi bulmuyoruz. Şu anda hükümetin geçerli döviz kurlarını düşük bulduğunu biliyoruz. (Bkz. Kürşat Tüzmen'in ve Başbakan'ın muhtelif demeçleri).

Türkiye inişli-çıkışlı, yorucu ve yıpratıcı ekonomik dalgalanmalara değil, sürdürülebilir büyümeyi de içeren bir ekonomik istikrara ihtiyaç duymaktadır. Alınabilecek tedbirlerin derhal uygulamaya konulmasıyla ihtiyacımız olan tutarlı ekonomik denge ve sürdürülebilir büyüme mümkündür alınbilecek bazı tedbirlerle ilgili görüşlerimiz aşağıda sunulmuştur.

1) Gecelik borçlanma faizi derhal %16'ya indirilmeli ve %12'ye ininceye kadar her ay %1 oranında indirileceği deklare edilmelidir. Aynı anda faiz indiriminin iç talebi arttırmaması için: a) Tüm tüketici kredileri için bankaların karşılık ayırması, b) Tüketici kredileri için munzam karşılık niteliğinde TCMB'ya kredinin %20'si kadar bir tutarın faizsiz olarak bloke edilmesi. c) Taksitli alışveriş kartlarının da mesela aylık %1'le vergilendirilmesi sağlanarak kredilerin maliyetinin artması sağlanabilir.

2) İthalat pahalılaştırılmalıdır. Teşvikli ve ihraç kaydıyla yapılan ithalatlar hariç tüm ithal ürünler dolaylı olarak vergilendirilmelidir.

3) İthalattan elde edilecek gelirler ihracatın finansmanının ucuzlatılmasında kullanılmalı.

4) Bankaların ve özel finans kurumlarının açık pozisyonlarını kapatmaları sağlanmalıdır.

5) Vadesi 1 yıldan kısa olan 'seyyar sermaye'den % 5'e varan vergiler alınmalıdır.

Peki TCMB yönetiminin önerilerimizi dikkate alarak gereğini yapma ihtimali var mı? Yaparsa potansiyel bir krize girmeden ülke ekonomisi yeni bir noktada dengeye gelebilir. Ancak hem 2001 krizinde hem de şu anda maruz kaldığımız dengesizlikleri algılayış ve yaklaşımları bize umut vermiyor. 2001 krizinin de sorumlusu olan bugünkü TCMB yönetimi olayları hep tek boyutlu değerlendirdiği izlenimi bırakmıştır. Bundan sonra da tersi bir davranış beklemek için doğrusu ümitli değiliz. Şu anda ki tek boyutlu yaklaşımları da 'bizim tek görevimiz fiyat istikrarını sağlamaktır diğer parametreler bizi ilgilendirmez' olarak yorumlanabilir. Biz de orta vade de bu politikaları (sıcak para yoluyla kurları baskı altında tutarak enflasyonu kontrol etmek) sürdürmenin çıkar yol olmadığını er ya da geç ekonominin kendi dinamikleriyle kendini inşa edeceğini söylüyoruz.

  • MEHMET ALİ VERÇİN / İKTİSATÇI


  • 'Engelliler'in önündeki engeller
    Herşeyi devletten beklemek elbette ki doğru olmaz. Ancak devletin bu alanda proje üreten kurum ve kuruluşlara, yapılan çalışmalara destek veren öncü bir konumda olması gerekmektedir.

    Sakat, özürlü veya engelli kimdir? Özürlü veya engelli, 'Doğuştan ve doğum sonrası geçirilen bir hastalık veya kaza sonucunda fiziksel, zihinsel, ruhsal yeteneklerin kısmen ya da tamamen yitirtilmesi ve hayatı özür dercesine göre sürdürme güçlüğü çekmek, korunma başta olmak üzere bakım ve rehabilitasyon hizmetlerine ihtiyaç duyma durumunda olan insan' olarak tarif edilmektedir.

    Fertlerin, yaşadıkları toplumun yaşlılarına, hastalarına, düşkünlerine, gerçek ihtiyaç sahiplerine, maddi ve manevi ilgiye muhtaç olanlara karşı ilgi, tavır, tutum ve davranışlarının, bu toplumun insanlık değerleri açısından hangi seviyede olduğunu ortaya koyan somut bir gösterge olduğu ifade edilebilir. Ayrıca hiç kimsenin unutmaması gereken önemli bir hususun da altını çizmek gerekir. Ne kadar sağlıklı olursa olsun, yarın -Allah göstermesin- bir engelli olarak yaşamak zorunda kalmayacağının hiçbir garantisi yoktur. Bu gerçek doğrultusunda devletler için de bir değerlendirme yapacak olursak, gerek eski ve geçmiş tarihlerde, gerek bugün ve gelecekte insanların temel ihtiyaçlarını organizeli, düzenli bir şekilde karşılamak için var olan devletlerin bu konudaki temel politika ve icraatları ne ölçüde devlet olma şartlarını haiz olduklarını göstermektedir.

    Toplumun özürlülere bakışı

    Kas gücünü yüzde % 90 oranında kaybetmiş kas hastası özürlü bir insan olarak, 'özürlüleri engelleyen engellerin neler olduğunu hayalimde canlandırmaya başlayınca, acaba yaşam koşullarımızda engelle karşılaşmadığımız ne kadar alan vardır' diye sormadan edemiyorum. 3 Aralık tarihi, Dünya Özürlüler Günü olarak kabul ediliyor. Özellikle ülkemizin AB'ye giriş için müzakerelere başlama tarihini beklerken, ortalama 8 buçuk milyon özürlünün hayat kalitesinin AB ülkelerinde yaşayan özürlülerin yaşam standartları ile karşılaştırıldığında durumun hiç iç açıcı olmadığı rahatlıkla görülecektir. Dünya Sağlık Örgütü'ne (WHO) göre bütün dünya nüfusunun yüzde 10'u özürlülerden oluşmaktadır. Bu oran ülkelerin gelişmişlik oranlarına göre değişmektedir. Öncelikle yeni hazırlanan ve yasalaşmasını beklediğimiz 'Özürlüler kanun tasarısı, kanun hükmünde kararnamelerde değişiklik yapılması hakkında kanun tasarısı taslağı'nın uygulamalarda başarı oranı yüksek olursa özürlülerin önündeki engellerin büyük ölçüde kalkacağına şüphe duymamak gerekir. İlgili kanun tasarısı taslağının hayata geçmesini beklerken yapılması zorunlu pekçok iş, kaldırılması gerekli çok sayıda engel bulunmaktadır. Bu engellerin başında hiç kuşkusuz mimari engeller gelmektedir. Yeri gelmişken belirtmem gerekiyor: Şu kaldırımların yolların kesişme noktasında neden uygun rampaların, maliyeti sıfır olmasına rağmen konmadığını merak etmişimdir.

    Türkiye'de inşa edilen bütün yapılar özürlüler dikkate alınmadan yapılmıştır. Tekerlekli sandalyemiz olsa dışarı çıkamıyoruz, dışarı çıksak nereye gidebiliriz?! Türkiye'nin neresinde engellilerin durumu dikkate alınarak herhangi bir mimari düzenleme yapılmıştır? Bugün Türkiye'de yaşayan özürlülerin büyük çoğunluğu, ulaşım imkânlarının yetersizliği başta olmak üzere var olan bir çok engel yüzünden eğitimden yoksun bir şekilde hayatını sürdürüyor. Zihinsel yetenekleri yönüyle üstün olan yüz binlerce engelli hiçbir şey yapmadan-yapamadan verimsiz bir hayat geçiriyor. Özürlülerin aktif olarak hayatın içinde yer almalarını sağlayacak çalışmalarda ticari kuruluşlara önemli sorumluluklar ve görevler düşmektedir. Herhangi bir sanatsal, spor veya başka alanlarda yapılan organizasyon ve faaliyetlere sponsorluk yapan veya destek veren firmaların, özürlüler için yapılacak projelere destek vermeleri temel bir insanlık ve vatandaşlık görevidir. Engellilere devletin verdiği üç aylık periyotlarla ödenen sakatlık aylığından daha önemli olan bu insanların üretim faaliyetine katılmalarını sağlamaktır.

    Engellilerin devamlı olarak bağımlı yaşamak zorunda kalmaları çeşitli olumsuz duygular içine girmelerine sebep olmaktadır. Tekdüze bir hayat, değişik bir atmosferde bulunamamak gibi olumsuzluklar, bezgin ve bitkin olmalarına sebep olmakta ve durum ilgisizliği, ilgisizlik ise her şeye karşı isteksiz olmaya ve karamsarlığa sevk etmektir.

    Toplumun özürlülere bakışı ise başlı başına bir sorundur. Herkes bir engelli ile karşılaştığında 'acımak'ta ve acıyarak temel insanlık görevini yaptığını zannetmektedir. Asıl mesele, sorunların tespitle birlikte elle tutulur çözümler üreterek somut anlamda engellilerin ortadan kaldırılması ve özürlülerin hayat kalitesinin eldeki imkânlar ölçüsünde samimi çaba ve gayretlerle yükseltilebilmesidir.

    Engellilerin hayat kalitesini artırmak için birkaç öneri

  • Özürlülerin 'özürlü kimlik kartı' almaları kolaylaştırılmalı, kartla kamu hizmetlerinden faydalanma imkânları genişletilmeli.

  • Özellikle iletişim, internet, telefon, ulaşım, elektrik ve su gibi temel hizmetlerden indirimlerli yararlanmaları.

  • Engellilerin hemen bütün ihtiyaçlarının en ince ayrıntısına kadar tespit edilip, ardından gerekli olan bütün çalışmaların ve hizmetlerin en verimli ve etkili bir şekilde yapılabilmesi için sivil toplum örgütlerinin, dernek ve vakıfların büyük önemi var. Engellilerle ilgili dernek ve vakıf gibi sivil toplum kuruluşları başta, merkezi ve yerel yönetimler ve ticari kuruluşlar tarafından desteklenmelidir.

  • Mimari engeller ortadan kaldırılmalı, yeni yapılacak inşaatlara özürlülere uygun olması şartı getirilmeli.

  • Özürlülerin ihtiyaç duyduğu araçlar konusunda yapılan kampanyalara devlet başta olmak üzere bütün sivil toplum kuruluşları, ticari kuruluşlar imkânları ölçüsünde destek verilmelidir.

  • Sosyal hakları olanlara verilen sağlık hizmetleri ile birlikte özürlülerin de sosyal ihtiyaçlarını karşılayabilmesi için gerekli özen gösterilmelidir.

  • Engellli vatandaşlarımızın, tüm ticari ve kültürel faaliyetlerini ve resmi işlemlerini evlerinde yapabilmeleri için gerekli altyapının sağlanması gerekir.

  • BEKİR HAŞİMOĞLU / YAZAR


  • ONLAR BİZİM ÇOCUKLARIMIZ

    Eğitimi devletin halkına verdiği bir hizmet olarak algılamaya devam edersek sorunlara çözüm bulamayız. Anne ve babalar çocuklarının kendilerine ait olduğunu bilmelidir.

    Türkiye'de eğitim halkın ya da halk kesimlerinin etkisinden uzak tutulan bir alandır. Bu, eğitimin devletin vermesi gereken bir hizmet olması ile açıklanamaz. Bunu halkına bir biçim vermeye çalışan resmi ideoloji ile açıklayabiliriz. Özellikle eğitim bilimcilerin eğitime halk kültürünü yeni kuşaklara aktarma işlevi yüklemeleri oldukça iddialı ve bana göre asılsızdır. Halkın bu kadar uzak tutulduğu bir alan nasıl oluyor da o halkın kültürünü yeni kuşaklara aktarıyor? Burada aktarılan halk kültürü değil, resmi ideolojinin tayin ettiği türedi bir kültürdür.

    Toplumun bu denli karışamadığı bir eğitim sistemi doğal olarak o toplumun potansiyel enerjisinden yararlanamıyor. 2004 yılında kız çocuklarını okula kampanya ile almaya çalışan bir zihniyet aslında kendini ele veriyor. Bu zihniyet halkını verdiği eğitime inandıramamış, halkına bu eğitimin muhtevasını anlatamamıştır.

    1948 İnsan Halkları Evrensel Bildirgesi'nde çocukların alacakları eğitimin türünü seçme hakkının öncelikle anne ve babalarında olduğu vurgulanıyor. Bundan ne anlamalıyız? Bize göre burada çocukların anne ve babalarına ait olduğu ve onların görüşleri hilafına bir eğitimin çocuklara verilemeyeceği belirtiliyor. Çocukların alacakları eğitimin şeklini, muhtevasını aileleri belirlemelidir. Bu bizi eğitimde totaliter bir anlayıştan, çoğulcu bir yapıya götürür. Farklı eğitim seçenekleri farklı insanlar demektir ve bu farklı insanlar da toplumsal zenginliktir. Farklı yaşam şekillerine sahip insanlar başkalarının yaşam şekline saygı duyarak kendilerini anlatabilirler. Bu ise gerçek çoğulculuktur.

    Eğitimde çocuklara, gençlere verilen eğitim programları nasıl belirleniyor? Değişik toplum kesimleri için farklı eğitim programları var mı? Bir anne - babanın çocuğuna dilediği eğitimi aldırmasına kim, hangi sebeple engel olabilir? Bu sorular şüphesiz çoğaltılabilir. Bir zihniyet devrimine ihtiyacımız var. Eğitimi devletin halkına verdiği bir hizmet olarak algılamaya devam edersek yaşadığımız sorunlara çözüm bulamayız. Kuşak çatışmalarının bu kadar yoğun olması biraz da ailelerinin yüzde yüz tasvip etmediği bir eğitim ile yetişen gençlerin ailelerinin değerlerinden kopmasının sonucudur. Devlet tek tip insan fabrikası gibi çalışan eğitim sistemi ile aslında ne istediği insanı yetiştirebiliyor ne de halkın kendi değerlerini çocuklarına aktarmasına izin veriyor. Çözüm bellidir: Tüm anne ve babalar çocuklarının eğitiminin kendilerine ait olduğunu bilmelidir. Çocuklarına verilecek eğitimin kendi seçimleri olması gerektiğini bilmelidir. Bu onların en tabii hakkıdır.

  • ÖNDER ERKAN / YAZAR



  • 6 Aralık 2004
    Pazartesi
     


    Künye
    Temsilcilikler
    Abone Formu
    Mesaj Formu

    Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya
    Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv
    Bilişim
    | Dizi | Çocuk
    Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
    © ALL RIGHTS RESERVED