AYDINLIK TÜRKİYE'NİN HABERCİSİ
Bugünkü Yeni Şafak
Y A Z A R L A R
Bakın biz yine bilgisiz kaldık!

Bilen'in bilmesi için bilinen'e ihtiyacı var; yani 'bilen' (âlim) ve 'bilinen' (malum) olmasa 'bilgi' (ilim) olmaz. Bilgi, kelâmcılarımıza göre, bilen ile bilinen'in arasındaki nisbetin adı; dolayısıyla 'izafet' (relation) kategorisine ait... Nitekim bugün modern deneyci bilgi anlayışı da hemen hemen aynı tanımdan hareket ediyor.

Filozoflarımıza göreyse, bilgi, bilinen'in bilen'deki suretinden (kavramından) ibaret kabul edilirdi. Bu suret nesnesine uygun (mutabık) ise, bilgimiz 'doğru', değilse 'yanlış' idi. Bilgi'nin bu tanımı, ister istemez onu ya 'keyfiyet' (qualite) veya 'infial' (passion) kategorilerine dahil kılar.

Bu ihtilafın temelinde yatan esaslı neden de nedir o halde?

Sorun, bilinen'in mahiyetinden kaynaklanıyor. Nitekim 'bilinen' (malum) ile kastedilen, dış dünyadaki (zihnin dışındaki) nesneler (cüziyat/mahsüsât) olduğunda, işbu nesnelerin bilen'e nisbet'le 'izafet' kategorisi altına alınması gayet anlaşılır bir husus. Fakat kastedilen, dış dünyadaki nesneler olmayıp bizzat dış dünyadan duyularımız vasıtasıyla algıladıklarımızın kendisi ise, bilinen'e nisbetle bilgi'nin tanımı da değişir. Çünkü bu takdirde tikellerden tümellere doğru yükselinmiş olur. Klasik tabiriyle hariçten kat'-ı nazarla 'bilinen', zihin haricinden zihne intikal etmiş olacağından 'bilgi' de dış dünyadaki herhangibir cüzî nesnenin (bilinen'in) bilgisi olmaktan çıkıp zihindeki küllî bir kavramın bilgisi haline gelir. Meselâ ilkinde Ali'nin, Veli'nin bilgisinden sözedilirken, ikincisinde 'insan'ın bilgisinden sözedilir. "Ali insandır" dediğimizde, Ali'nin insan olduğunu biliyoruz demektir ki burada Ali 'bilinen' (malum) olurken, 'insan' ise 'bilgi' (ilim) olur. Konumuz Ali'yse, yüklemimiz de insan'dır. İnsan duyuların konusu değildir; duyuların konusu, bilâkis Ali'dir, Veli'dir. Tek tek Ali'leri, Veli'leri duyularla, insanı ise akıl'la biliriz. Ali'nin veya Veli'nin hüviyetinden, insan'ın ise mahiyetinden sözedilebilir olması da bundandır. Varolanların hüviyetleri arazları (avarız-ı müşahhasaları) aracılığıyla bilirken, mahiyetleri o mahiyetleri oluşturan mukavvim unsurlar (cins ve faslı=nev'i) ile bilinir.

Ali, Veli cüzî, insan ise küllîdir. Bilmekse, hiç kimsenin kuşkusu olmasın ki küllîleri bilmektir.

Hal böyle olunca, bazıları için Ali'nin 'kim' olduğunu bilmek önemliyken, bazıları için Ali'nin 'ne' olduğunu bilmek önemlidir. Ali'nin 'kim' olduğu bilgisi, bize onun hüviyetini (kimliğini), 'ne' olduğu bilgisi ise mahiyetini verir.

İnsan kavramı, acaba Ali'lerin, Veli'lerin toplamına verilen bir addan mı ibaret?

Hiç kuşkusuz, böyle düşünenler vardı ve hâlen de var. Böyle düşünenler, tümevarımla 'insan' kavramını dış dünyadan (deneyden) elde ettiğimizi söylüyorlar ve bu yargılarından ötürü Ali'yi, Veli'yi bilmeyi insan'ı bilmekle eş tutuyorlar.

"Ali insandır" diyebildiğimiz halde, "İnsan Ali'dir" diyemiyoruz. Burası açık. Yüklem konuyu kapsamak zorundadır. Ali ise insan kavramını içerir, kapsamaz. Dolayısıyla cüzü bildiğimizde küllü bilmiş olmayız. Bütün cüzleri de tek tek bilemeyeceğimize göre, Ali'leri, Veli'leri bilmekle demek ki biz de insan'ı bilmiş olmayacağız. İnsan kavramının tanımını yapmak için zât'a yönelmek, yani insanın 'kendisini' tanımak zorundayız.

Peki o halde biz insanı/insanın kendisini nasıl tanıyacağız?

Bu soruyu ciddiye aldığımızda, "Ali nedir?" sorusu, "İnsan nedir?" sorusuna dönüşür; yani "İnsan şudur, budur" diyebilmek için bir kat daha yükseğe çıkmak ve insan kavramının üzerinde hangi kavramların olduğunu bulmamız gerekir ki ancak böylelikle "İnsan ...dır" diyebilmemiz mümkün olsun!

Dikkat edilecek olursa, 'insan' kavramı bir önceki yargıda 'bilgi' (ilim) suretinde iken, bu defa kavramın kendisi 'bilinen' (malum) haline geldi ve biz yine bilgisiz kaldık.

Bilinen'in bilgisi, bilen'in bilgisi edinilmedikçe nasıl ve ne surette kesinlik kazanabilir? Bu durumda bilinen'i nasıl olup da 'izafet' kategorisine dahil edebiliriz? Öyle ya, ilkinde bilinen, bilen'den ayrı olarak var iken ve varlığını bilen'e borçlu değilken, ikincisinde bilinen bilen'de mevcut olmakla birlikte varlığını bilen'e borçlu olmuş olmuyor mu?

İhtilaf hâlen devam ediyor ve yine bazıları bilgi'yi bilinen'den, bazılarıysa bilen'den hareketle temellendirmeyi tercih ediyorlar ve fakat en nihayet "bu insan"dan (Ali'den, Veli'den) 'insan'a geçmeyi başaranlar, her nedense 'insan'dan 'insanlık'a geçmeyi bir türlü başaramıyorlar; tıpkı varolanlar'dan (mevcudât'tan) var'a (mevcud'a), var'dan (mevcud'dan) ise varlık'a (vücud'a) geçmeyi başaramadıkları gibi.

"Kişinin kendini bilmesi", ey talib, kişinin hüviyetini ve hatta mahiyetini bilmesi demek değildir.

Sorulmasa söylemezdim; ama madem soruluyor, o halde söyleyeyim: Kişinin kendini bilmesi, haddini bilmesi demektir; zira haddini bilmeyen, kendini bilemez; kendini bilmeyen ise zâten haddini bilemez.

Gördünüz mü en sonunda n'oldu? Bakın, biz yine bilgisiz kaldık.


10 Eylül 2005
Cumartesi
 
DÜCANE CÜNDİOĞLU


Künye
Temsilcilikler
Abone Formu
Mesaj Formu
Online İlan

ALPORT Trabzon Liman İşletmeciliği

Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi
Dünya | Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon
Sağlık | Arşiv | Bilişim | Dizi
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
© ALL RIGHTS RESERVED