|
|
Herkes gözünü "Medeniyetler Savaşı" kavramına çevirmişken siz, küresel toplumun karşı karşıya bulunduğu sorunu din-ordu çatışmasıyla izah eden kapsamlı bir çalışmayla ortaya çıktınız. Din ile ordu nerede çatışıyor?
Modernite aşınma sürecine girdi ve daha da aşınacak. Bunun için de birtakım da gayretler var. Ben de gerçekten modernitenin zamanını doldurduğuna inanıyorum. 21. yüzyıla böyle geldik ve küreselleşmeyle karşılaştık. Yırtıcı tarafları olabilir ama küreselleşme bir vakı'adır. Bu süreçte de iletişim devrimi gerçekleşti. İletişim demek sadece bilgisayar, cep telefonu, internet, uydu teknolojisi değil. İletişim devriminin en önemli unsuru şudur: Genetik bilimlere ebelik yapmasıdır. İnsanoğlu modernitenin fizik boyutundan postmodernitenin biyolojik açılımına ulaştı. Genom Projesi budur. Bakın Hindistan'da Hindular Müslümanlar'ı kestiler, açıkçası katliam yaptılar. Hindistan Başbakanı çıktı, "Kusura bakmayın, yapacak bir şey yok. Çünkü bu bir fizik olayıdır" dedi. Genom teknolojii insanı yeniden keşfetti ve sonuçta dediler ki "yaratılışın bir mucizesi olarak bütün insanlar birbirinden farklıdır, farklılıklar vardır." Bu neyi getirdi? Çeşitliliği... Biyolojik çeşitlilik, kültürel çeşitliliği getirdi. Şimdi doğru yere geliyoruz. Yani, demokrasi de kılık değiştirdi ve yeni demokrasi çoğulculuğu tanıdı. Dışlanmışlığı takviye eden değil reddeden, farklılığın hakkını teslim eden bir anlayış. Çatışma şimdi moderniteyi zorla, süngüyle muhafaza etmek isteyenlerle postmoderniteye, yeni bir çağa geçmek isteyenler arasındadır. Çünkü ordu, statükoyu muhafaza için devreye giriyor.
Dünya orduları, Türk Silahlı Kuvvetleri'nin tutumuna benzer bir refleks içinde mi görülüyor?
Evet, ben de kitabı yazarken buna çok şaşırdım. Birçok ülkeden örnekler var. Aynı toplumlarda, dinselliğin insan hakları talebiyle paralel ortaya çıktığını görüyoruz. Şimdi Huntington, "Medeniyetler Çatışması" teziyle, soğuk savaş sonrasında Amerika'ya istikamet gösteriyor ve görünürde doğru. "Din şiddeti körükleyecek ve uluslararası boyuta ulaşacak ve bu din de İslam olacaktır. Batı önlemini almalıdır" diyor. Ama onun kariyerinden geçmişe gidersek farklı şeylerle karşılaşırız. Onu sadece Medeniyetler Çatışması kitabıyla anlayamayız. Bir önceki tezi 1957'de yazdığı ordu-toplum ilişkilerine ait kuramıdır. Medeniyetler Çatışması tezi bu kuramı güncelleştirmek için ortaya atılmıştır. Huntington diyor ki, "Amerika için ordu demokrasilerde siyasi iradeye tâbi olmalıdır ama bunu subjektif kontrolle yani sivillerin orduyu kontrol etmesiyle sağlayamayız. Objektif kontrol olmalı, objektif davranmak zorundasınız. Ordu profesyonelleşirse kendi kendini kontrol eder." Evet, ordular profesyonelleşiyor ama siyasete daha fazla girmeye başlıyorlar.
Yani, "ordu küçülsün, profesyonelleşsin" demenin demokrasiye ve siyasetin özgürleşmesine sanıldığı kadar katkısı da olmuyor...
Onu siz söylüyorsunuz! Biliyorsunuz 28 Şubat'tan sonra gereksiz bir gerilim üretildi. Ben de bunun bir tarafı olmamak için kuramsal boyutta kalmaya çalışıyorum.
Sözünü ettiğiniz çatışmanın ve çok kültürlülüğe karşı duruşun arka-planında neler yatıyor?
Amerika, Clinton döneminde sosyal-liberal sentez paralelinde değişim yaşadı ve birtakım açılımlar ortaya koydu. "Çirkin Amerikalı" imajından kurtuldu, çok parçalı, çeşitlilik içeren yapıyı kurdu. Huntington bu arada çıktı ve "bana göre çok kültürlülük vatan hainliğidir" dedi. Clinton, silahlı kuvvetlerin dünyanın jandarması olarak toplumdan uzaklaşmasını eleştiriyordu. Bugünkü Dışişleri Bakanı Powell buna karşı çıktı. Sivil toplumu hedef aldı. Öte yanda da uluslararası planda İslam dini hedef gösterildi. 11 Eylül de her iki süreci kolaylaştırıcı bir sonuç doğurdu.
Burada çatışmayı doğuran, dinin kurumsal olarak varlığı mı yoksa Amerika'nın hedefi olarak İslam ya da bazı İslam ülkeleri mi?
Bakın dinin uyanışı sadece İslam ülkelerine özgü bir durum değil. Dinin şiddetle birlikte görünmesi de sadece Cezayir'e has bir durum değil. Bu, Orta Amerikalı ya da Afrikalı ya da Tibetli rahiplerde de görünüyor. İntifada oralarda da var. Ellerine taş alıp atıyorlar. Merkezin yanlışlarına karşı çevreden gelen insan hakları ve demokrasi talebi kilisenin ya da tapınakların etrafında toplanıyor. Hem kurumsal hem de küresel görünüm böyle. En büyük sorun da din-ordu geriliminin demokrasiyi dışlamasıdır. Çünkü, insanın iki temel ihtiyacı var özgürlük ve güvenlik. Özellikle 11 Eylül sonrası süreçte özgürlük güvenlik adına rafa kaldırıldı. Amerika'da değil her yerde böyle. Tibet'te, Özbekistan'da ya da bazı Avrupa ülkelerinin uygulamalarında. Güvenlik sorunları nedeniyle özgürlükler ikinci emre kadar kaldırılmıştır gibi bir durum yani. Bu demokrasiyi dışlamaktır.
Dinin küreselleşme sürecindeki fonksiyonu ile orduların yenilenme problemleri nasıl bir gelişme ya da krize yol açıyor?
Bütün sosyologlar kabul ediyor ki dinin geliştiği toplumlarda bireyler kimlik krizi yaşamıyor. Öte yanda da küresel toplum geliyor, küreselleşme gelişiyor. Ordular için bir tür denetleyememe sorunu ortaya çıkıyor. Sorun dinselliğin gelişmesinden değil ordunun geleneksel yapısından kaynaklanıyor. Ordu yeni sürece ayak uydurmakta zorlanıyor. Mesela, Clinton Amerikan ordusuna, Bosna'ya ve Kosova'ya gitmelerini söyledi. Ordu, "neden gideceğiz" deyince de "barışı ve demokrasiyi götürmeye gideceksiniz" dedi. Amerikan ordusu için böyle bir şey kabul edilemez, saçma. "Biz ancak savaşa gideriz, insan öldürürüz" dediler. "Ordu hiyerarşiye ve tek tipleşmeye inanır. Bizim burada komüteryen bir yapımız var. Sen bizim ordumuza kendi anlayışıyla ters bir şey yaptırmaya çalışıyorsun" dediler. Powell, insani müdahale kavramını reddetti çünkü bu kendi kurumsal kimliğini inkar etmek demekti. Clinton'a "hayır" diyen biri daha vardı, şimdinin Ulusal Güvenlik Danışmanı Condelessa Rice. Ve seçimlerden önce Bush da Amerika'nın bu tür müdahale yöntemine karşı çıktı. Şimdi bu üç "şahin" de yönetimde ve Afganistan'ı halı döver gibi bombalayanlar da onlar. Eskiyle kıyaslandığında durum ortada. Amerika kendi içindeki din-ordu gerilimini farklı bir boyuta taşıyarak küresel bazda İslam'ı hedef gösterme yoluna gidiyor. Adı da uluslararası terörizm....
Dünyayı felakete doğru götüren bu anlayış, bu çatışma potansiyelinin yarattığı aksiyon nasıl duracak?
Modern sosyologlar "insanlar zenginleştikçe din unutulacak" dediler, böyle bir şey olmadı. Din her zaman varoldu. Bu kabul edilmeli. İkincisi, güvenlik yeniden tanımlanmalı. Ayrıca, dinin uluslararası diyalog ve barış için bir araç olduğu kabul edilerek, diplomatik süreçlerde fonksiyon icra etmesi sağlanmalı. Global etiğin oluşmasında din adamlarından yararlanılabileceği hesaba katılmalı, bunun örnekleri de çok. Çatıştırıcı unsur uzlaştırıcı unsur haline dönüşmeli.
Çok doğru ancak, sorun dünya egemenlerinin başka dinlere yönelik negatif yaklaşımlarından kaynaklanmıyor mu?
Evet, asıl hayati nokta da budur. Bakın, 15. yüzyılda "Kutsal" Roma İmparatorluğu'nda Katolik Vatikan hakimiyeti vardı. Ne oldu? Protestanlar kendilerini kabul ettirdiler. Dışlanmışlıktan kurtulup sisteme entegre edildiler. Sonra Yahudiler... Onlar da kabul ettirdiler. 2. Dünya Savaşı sonrası, 1948'e kadar Yahudi'siz bir dünya düşünülüyordu oysa. Ardından da yine savaş sonrası Japonya güçlendi ve Uzakdoğu dinleri de kabul edildi. Üç aşamada oldu bütün bunlar. Şimdi dördüncü aşamadayız ve asıl kritik eşik, fay kırığının bulunduğu nokta... Küresel sistem ya İslam âlemine yer verecek ve onu entegre edecek ya da onu reddedip dünyayı bütünüyle bir felakete götürecek. Böyle bir reddin sonu, üçüncü küresel savaştır. Herkes kendi Usame'sini yok etmeye çalışırken asıl sorun olan ekonomik ve kültürel sorunlar ortada ve büyümeye devam ediyorlar.
|
|
|
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon| Hayat| Arşiv Bilişim| Aktüel | Dizi | Röportaj | Karikatür |
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz. © ALL RIGHTS RESERVED |