AYDINLIK TÜRKİYE'NİN HABERCİSİ

K R O N İ K  M E D Y A
Esas 'zoka' oymuş:
'Savaş çok kısa sürecek'

Amerikan basınından dalga dalga bütün dünyaya yayılan "yalancı dolma"ların en hayatîsinin, "Bu savaş çok kısa sürecek ve çok büyük acılara yol açmayacak" propaganda-haberleri olduğu anlaşılıyor. Savaş karşısındaki pozisyonlarını değiştirmeye başlayan bazı köşe yazarlarının, bugünkü manzaraya bakıp "biz böyle olacağını düşünememiştik" demelerinden de belli bu. Belli ki, o "reel" yazılar ancak "kısa, acısız, temiz savaş" varsayımıyla yazılabilirmiş…

Irak'a 20 Mart'ta başlatılan saldırıdan önce ABD'den, bildiğimiz duyduğumuz seslerin tam tersi sesler geldiğini düşünün: "Bu savaş uzun sürecek bir savaştır, Iraklılar bizi tabii ki çiçeklerle değil silahlarla karşılayacak, çok güçlü bir direniş gösterecekler ve elbette siviller de çok büyük zarar görecek…"

Böyle olsaydı, Amerikan halkının "operasyon"a verdiği destek bu ölçülerde olur muydu? Daha önemlisi, dünya medyasında sayıları hiç de az olmayan "ABD Irak'a ve giderek bölgeye demokrasi götürmek için gidiyor"cuların sesleri bu kadar güçlü çıkabilir miydi? Ve -bizim açımızdan- bütün bunlardan daha önemli olmak üzere, Türk basınında, "Türkiye'nin Amerika'ya tam destek vermesi gerektiği"ni savunan gazeteler ve köşe yazarları hepinizin yakından bildiği ölçülerde pervasız bir haber-yorum çizgisi izleyebilirler miydi?

İzleyemeyecekleri, bizzat kendi yazdıkları yazılardan anlaşılıyor… Bu yazarlar arasında yer alan Hasan Cemal'in 1 Nisan'da "Böylesi acıların üstüne neyi nasıl inşa edebilirsin ki?" diye sorduğunu hatırlayın… Bu, "Ben savaşın 13. gününde böyle bir manzarayla karşılaşacağımızı düşünseydim, ABD'nin Irak'a demokrasi ve özgürlük götüreceğini iddia etmezdim"den başka bir anlama gelir mi?

SAMİMİ Mİ?

Doğrusu biz inanıyoruz Cemal'e… Gerçekten de bir gazetecinin, gözlerinin önünde 13. gün manzarasıyla şöyle satırlar yazabilmesi mümkün olamazdı:

"Amerika kafaya koymuş durumda, vuracak. Asyalı bir diplomat, Amerikalı bir meslektaşa demiş ki: 'Kılıcı kınından bir kere çıkardın mı, kullanmak zorundasın!' Niye öyle? Çünkü inandırıcılığın gider. Başkan Bush şimdi bu noktada."

"Başkan Bush" bir kere "kılıcı kınından çıkarmış", e adamcağız nasıl tekrar soksun kınına? O kılıç Irak halkına büyük acılar yaşatacak olsa 'sok onu kınına' der Hasan Cemal belki ama öyle de olmayacak ki: Savaş çok kısa sürecek, "Başkan" kılıcını bir sallayacak, hop "Saddam'ın kellesi" gidecek, böylece Iraklılar -ki akıllı bombalar sayesinde onlara hiç zarar gelmemiştir- hürriyetlerine kavuşacak… E, bu durumda "romantizm"in, "duygusallığın" ne âlemi var? Var mı?

Dünkü Kronik Medya'da uzun uzun aktardığımız "Hasan Cemal'in reel yazıları" işte ancak bu "duygu ve düşünceler"le kaleme alınabilirdi: O nedenle inanıyoruz Hasan Cemal'in samimiyetine…

Biliyorsunuz, Radikal'den Gündüz Aktan da Hasan Cemal gibi bir "Yanılmışım… artık her şey farklı" yazısı kaleme almıştı ve yazısında o da "Savaşın kısa süreceğini, bu kadar acılara yol açmayacağını" düşündüğünü belirtiyordu…

ABD: 'YANILAN' MI 'YANILTAN' MI?

Gündüz Aktan şöyle yazmıştı: "Amerika gibi biz de Amerika'nın teknolojik üstünlüğüne ve Irak halkının Saddam rejiminden nefret ettiğine inanarak, bu savaşın birkaç haftada biteceğini düşünüyorduk…"

Amerika'nın, saldırıdan önce tam böyle düşündüğünden o kadar emin olmamak lazım… ABD Savunma Bakanı Rumsfeld'in Genelkurmay Başkanı Myers'le birlikte düzenlediği basın toplantılarından birini size aktarmıştık, hatırlayalım... Rumsfeld, "Hani bu iş kısa sürecekti" şeklindeki ısrarlı sorulara "Benim ya da Orgeneral Myers'ın ağzından duydunuz mu böyle bir şey?" cevabını vermemiş miydi?

Haklıydı Rumsfeld, sadece kendilerinin ağzından değil, hiçbir Amerikalı yetkilinin ağzından böyle bir şey duyulmamıştı... Zaten bütün o "Bu iş üç günle 10 gün arasında biter" haberleri "adını açıklamak istemeyen Pentagon kaynakları"na ya da "Adını açıklamak istemeyen üst düzey Amerikalı yetkililer"e dayandırılıyordu... Ya da -daha güzeli- hiç kaynak verilmiyordu...

Fakat belli ki ABD yönetimi çok memnundu bu haberlerden; böyle bir zemin olmaksızın, dünya kamuoyunu olabildiği kadarıyla savaşa ikna etmek, bazı gazetecileri safına çekmek katiyen mümkün olamazdı...

Savaşın kısa süreceği enformasyonunun hızla yayılmasının ve tortusunun zihinlere yerleşmesinin önemini en çabuk kavrayan Türk gazetesi Hürriyet oldu... Şimdi bu gözle geriye baktığımızda "Irak üç günlük iş" sürmanşetlerinin; "10 gün sürecek bir savaş için stratejik müttefikimizi küstürmeye değer mi" yönetmen yazılarının; "ABD'nin savaş planı belli oldu: 10 günde Saddam'ın sarayı..." haberlerinin manası daha iyi anlaşılıyor... Belli oldu: ABD'nin savaş öncesi medya için hazırladığı "psikolojik mönü"nün en önemli unsuru "Savaş kısa sürecek" tatlısıymış... Ve birçok ünlü köşe yazarı da bu "yalancı dolma"yı bilerek-bilmeyerek yutmuş. (A.G.)

'Öncüllerimiz' dolayısıyla mecburuz!

Hürriyet'ten Ertuğrul Özkök, ABD Dışişleri Bakanı Powell'ın Ankara'dan sonraki durağının Belgrad olduğundan bahisle devam ediyor:

"Powell oraya, öldürülen başbakan için başsağlığı dilemeye gidiyor. Oysa, o ülkenin askeri de bundan iki yıl önce Amerikan askerine karşı savaşıyordu."

Özkök, bu tespitten sonra şu ara karara varıyor:

"Savaştan sonra Bağdat'ta ne olur diye merak edenlere, tarihin bu küçük anekdotunu hatırlatmak isterim. Bugün Belgrad'da ne oluyorsa, Bağdat'ta da o olur."

Mesele aşağı yukarı anlaşıldı: Amerikan askeriyle savaşanlar, çok geçmeden Amerikalıları "en yüksek düzeyde" ağırlarlar...

Yazarımız bu tezini pekiştirmek için başka örnekler de veriyor:

"Tıpkı İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra kendilerinin üzerine atom bombası atan Amerika ile en iyi dost durumuna gelen Japonya ve Almanya gibi. İkinci Dünya Savaşı'nda ABD ile savaşan Japonya ve Almanya bugün durumundan mutsuz mu? her ikisi de dünyanın en gelişmiş devleri arasında bulunuyor. Bu yeni fotoğraf içinde Türkiye'nin yeri ne olacak?"

Görüyorsunuz, "tez" şimdiden epeyce değişti... Belgrat, Japonya, Almanya (ve yarın Irak) derken, işe aniden Türkiye de dahil oluverdi.

Yazarın buraya kadar sergilediği akılyürütmeye dayanarak bizim kurabildiğimiz çıkarmasa şöyle bir şey:

A- Amerikan askeriyle savaşan ülkeler yenildiklerinde her zaman ABD'lilere kucak açar.

B- Önce savaşan, sonra kucak açan ülkeler sonradan çok mutlu olur.

C- O halde Türkiye'de bu yolu izlerse, "yeni fotoğrafta" çok mutlu olacaktır.

İyi güzel de, burada, yani Türkiye'nin "yeni fotoğraf içindeki yeri"nin belirlenmesi meselesinde bir eksiğimiz yok mu? Çünkü Türkiye (yazıdaki sırasıyla) ne Belgrad ve Irak, ne de Japonya ve Almanya gibi "Amerikan askeri"yle savaşmamış, Amerika tarafından "kendilerinin üzerine atom bombası" atılmamıştır... Ne yapmalı acaba? Yoksa yazarın izinden giderek bir an önce bu "eksiğimizi" de mi kapamalıyız?! İzinden gidersek buna mecburuz; eğer tutarlı davranmak istiyorsak "öncüllerimiz" bizi buna mecbur ediyor!

Yalan değilmiş gerçekten; bu "muharip gazetecilik" bayağı eğlenceli bir şeymiş... (K.B.)

'Powell morali ile dolar 1.700'ün altında'

Akşam (2 Nisan), "Piyasalar, ABD Dışişleri Bakanı Colin Powell'ın ziyareti ile ilgili beklentilerle pozitif hareket etti" diyor… Hürriyet de aynı görüşte; zaten bu yazının başlığı, Hürriyet'in (2 Nisan) ekonomi sayfasındaki başlığın "tıpkısının aynısı…"

Var böyle bir usul: Siz bir gelişmeyi "pozitif" olarak değerlendiriyorsanız ve tam o esnada "piyasalar"da "pozitif" bir durum varsa, iki "pozitif" arasında bağlantı kurarak veriyorsunuz haberi. Böylece haber verirken ince ince propaganda da yapıyorsunuz…

Bu "tarz"ın en kaba örneğini İsmail Cem, Kemal Derviş ve Hüsamettin Özkan'ın oluşturduğu (daha doğrusu medyanın oluşturmak istediği ama bir türlü oluşmayan) "Troyka" meselesinde yaşamıştık…

Medyanın bütün arzusuna rağmen, Kemal Derviş'ten kaynaklanan problemlerden dolayı "üçlü fotoğraf"ın bir türlü gazetelere yansıtılamadığı günlerdi… Bu "eksikliği" gidermek üzere Hürriyet, Milliyet ve Sabah üçlünün fotoğraflarını biraraya getiriyor, "şekil" yapıyordu… Hatta bir gün Sabah gazetesi sürmanşetini Yavuz Donat'ın "Troyka'yla görüşmesi"ne ayırmıştı ve oradaki "şekil" o kadar gerçekçiydi ki, Donat'ın üçlüyle birlikte değil de ayrı ayrı görüştüğünü "çıkarabilmek" için epeyce gayret sarf etmek gerekiyordu.

Sabah, o yan manşeti işte tam o günlerde peydahlamıştı: "Troyka"nın adı bile yetmişti… "Piyasalar", üç liderin biraraya gelmesi ihtimalini duyunca coşmuştu… Hiç kuşkusuz iki "pozitif" gelişme arasında bağlantı kuran herhangi bir kaynak yoktu; bağlantıyı Sabah'ın mutfağı kuruyordu… Tıpkı "Piyasalar"daki "pozitif" gelişmeyi "Powell morali"ne bağlayan Hürriyet ve Akşam'da olduğu gibi…

İki gazeteye soru: Nereden biliyorsunuz? Size kim söyledi bunu?

Akşam'a soru: Hürriyet'i anladık da, "Zoraki Savaş"a karşı çıkan size ne oluyor? (A.G.)

Zülfikâr Doğan'ın 'şer torbası'na girmeyen kalmamış!

Akşam'dan (1 Nisan) Zülfikâr Doğan, "Türkiye'nin Paydası'na teşekkürler..." başlıklı yazısında, "20 gündür, Başbakanlığa da 'Hükümet, TBMM bir karar alsın, bir model oluştursun, gücümüz yettiğince katılalım' içerikli onbinlerce mektup yağdığını biliyorum" dedikten sonra şöyle devam ediyor:

"Sayın okurlar Türkiye bu, 'Türkiye Paydası' da, gerçek piyasa da bu. Bir yanda 'Amerika'yı kırdık, güvenini yitirdik, parayı vermeyecekler, bizim yüzümüzden (!) , gencecik Amerikalılar- İngilizler çöllerde ölüyor, derhal gönüllerini alalım, Kıbrıs'ta anamız Annan, babamız Annan ne istiyorsa verelim, Amerika'nın yanında hemen yarın harbe girelim, AB Kemalizmden vazgeçmemizi istiyor derhal itaat edelim, IMF ile yeni anlaşma yapalım, yeni borç alıp, sıtand bay anlaşmasını 2006'ya uzatalım, aman paraları bankalardan çekip, dolara-İşviçre frangına çevirip yurt dışına kaçırın' diye ortalığa düşen iktisat-finans mütehassısları, umum yönetmenler, baş yazarlar, mazide devlet ekonomisini yönetmiş eski bürokratlar – yorumcular, ABD konsolosu ile holding merkezlerinde, beş saat 'eksklusiv miting' yapan, 'akıl alan' medya patronlarımız, enternasyonel iş adamlarımız, TÜSİAD başkanlarımız, bir yanda da ekmek parası için gurbette çöp döken, tuvalet temizleyen, ama kara gün için biriktirdiği alın terini bu ülkeye feda etmeye hazır hazır milyonlar..."

Görüyorsunuz; Zülfikâr Doğan'ın kaleminden kurtulmayı başaran "şer odağı" kalmamış gibi.... Ne Kıbrıs'taki "anamız Annan, babamız Annan"cılar, ne de Türkiye'nin Anayasası'nda "Kemalizm"e atıf yapılmasından vazgeçilmesini isteyen AB raportörleri...

Peki Doğan'ın tasvir ettiği "şer odakları" içinde bu sıfatı basbayağı hak edenler yok mu? Olmaz olur mu, var tabii; "torba"yı o kadar büyük tutarsanız içine bu tür odaklar da düşer tabii...

Ancak Doğan'ın çizdiği bu resimde en önemli olan husus, içinde böyle geniş bir "aile"yi toplayan resimlerin taşıdığı büyük sakınca, hatta tehlikelerdir. Paraları "yurt dışına kaçıranlar" ya da "Amerika'nın yanında harbe girelim" diyenler ile Annan planını savunanlar ya da Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nın gerçekten "sivilleşebilmek" için "Kemalizm"e atıfta bulunmaktan vazgeçmesini isteyenler arasında ne gibi "ortak bir payda" var ki aynı torbaya giriyorlar?

Bu bahsi biraz daha ileriye götürecek olursak şu tespit de yapılabilir: "İç borç" yükünden bunalmış hükümetin vatandaşları yardıma çağırması tabii ki olmayacak bir şey değil. Ancak bu çağrının inandırıcı, etkili, demokratik nitelikte olabilmesi için, herşeyden önce "milli ruh"a değil "akıllara" seslenmesi icabetmez mi? Böyle bir çağrının işin içine "Devlet-Millet kaynaşması" ya da "milli şahlanış" gibi demokratik olmayan terimler karıştırılarak değil, sadece "ekonomik" ve "sosyal" terimlerden hareketle tarif edilmesi icabetmez mi?

Yoksa ne olur? Yoksa, Doğan'ın yazısında karşımıza çıktığı gibi herşey "çorba" olur! Yani özetle şu soru: Destek verilen şey nedir? Toplumun bugünkü zor koşulları ve çocuklarını da düşünerek yarın oluşabilecek daha zor koşulları gözönüne alarak sadece ekonomik-sosyal alanla sınırlı kalan bir şekilde "akılcı" bir "eller cebe" kampanyası başlatması mı, yoksa bir yandan bu iş kotarılırken, bir kere elimiz değmişken toplumun Annan planı ya da diğer konu hakkındaki muhafazakar tutumunun tahkiminin de aradan çıkarılması mı? (K.B.)

Yanlış işte; neden ısrar ediyorsunuz?

Bir gazetenin manşetiyle başyazısının ayrı tellerden çalmasının kabul edilemeyecek bir "çok seslilik" olduğunu daha önce birkaç kez yazmıştık… Son örneğimiz, manşetinde yaşadığımız savaşı "gayri meşru" ilan eden ama başyazısında "meşru" sayan, dolayısıyla "Tezkere"nin Meclis'te kabul edilmemesine yazıklanan Vatan gazetesiydi…

Gene Vatan'la ve benzer bir örnekle karşınızdayız… Konumuz, dediğimiz gibi hem manşette hem başyazıda işlenen "Krizden kurtuluş formülleri…"

Vatan, manşetinde, hükümetin geliştirmeye çalıştığı formülleri "Zihni Sinir proceleri" (Radikal) falan diye alaya almalara kalkmıyor; tam tersine girişimi esas olarak "olumlu" bulan bir manşetle karşı karşıyayız:

"TÜRKİYE KRİZDEN ÇIKIŞ YOLU ARIYOR… KURTULUŞ FORMÜLLERİ… 'Herkes servetinin yüzde 20'sini versin' çağrısıyla başlayan 'seferberlik havası' dalga dalga yayılıyor… 160 milyar dolara ulaşan iç ve dış borçları, dışarıya muhtaç olmadan ödemenin çaresini bulmak için milletçe ekonomi profesörü olduk. Bir yandan hükümet, bir yandan işadamları ve vatandaşlar her gün yeni bir formül ortaya atıyor…"

Vatan'ın, girişimi olumlu bulduğu, manşetin ayağına iliştirilen "Vatandaşlar ne diyor" çerçevesinden de belli… Vatan'ın üç vatandaşı da "her türlü fedakârlığa açık" olduklarını söylüyor… Oysa biliyorsunuz, bu tür durumlarda belirli oranlar gözetilir, mikrofon hem lehte hem aleyhte görüş belirtenlere tutulur…

Manşet böyle… Fakat başyazıya gelince tavır yüzde yüz tersine dönüyor… "Vatan diyor ki"de Güngör Mengi, "Hayal peşinde koşmayalım" başlıklı yazısında önerileri "uçuk" diye niteliyor ve hükümetin bunları "ciddi ciddi değerlendirmesi"nden yakınıyor…

Hemen söyleyelim, biz burada hangi değerlendirmenin doğru olduğu üzerinde durmuyoruz, böyle bir meselesi yok bu yazının… Sadece "tutarlılık" arıyoruz. Diyoruz ki, bir gazetenin manşeti ile "editoryal"i ayrı tellerden çalamaz, çalmamalıdır. Bu, çok açık. Vatan'daki meslektaşlarımız, "Editoryal, imzasız olur, oysa o köşede Güngör Mengi'nin imzası var ve orada kendi görüşlerini yazıyor" diye itiraz edebilirler. O zaman da "tutarlı" olmaları için yukarıdaki "Vatan diyor ki"den vazgeçmeleri gerekmez mi?

Bakın şu anda aklımıza geldi, bu "çok seslilik"in altında, manşette AK Parti'li okurlara, başyazıda AK Partili olmayan okurlara "hitap etme" arzusu yatıyor olmasın? Olabilir ama unutmamak lazım ki, "Ne şiş yansın ne kebap" sık sık "Ne İsa'ya ne Musa'ya" sonucu doğrur… (A.G.)


4 Nisan 2003
Cuma
 
YÖNETENLER: Kürşat Bumin
Alper Görmüş


Künye
Temsilcilikler
ReklamTarifesi
AboneFormu
MesajFormu

Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv
Bilişim
| Dizi | Röportaj | Karikatür
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
© ALL RIGHTS RESERVED