|
|
hazmı zor bir ülke
Türkiye'nin AB yolu neden bir uzayıp bir kısalıyor? Türkiye-Avrupa Birliği ilişkilerini özetleyecek iki kelime var: Karşılıklı güvensizlik. Biz onlara bakınca "onlar bizi nasıl olsa almazlar" saplantısına kapıldık. Onlar da bize baktığında "Bu Türkler hep söz verir. Bu sözleri de asla yerine getirmezler" önyargısı ile davranıyorlar. İki taraf da böyle düşündüğü için çok haksız sayılmaz. Tam üye olamadıysak bunda karşı tarafın iyi niyetli olmadığı periyodların da payı büyüktür. "AB'nin tavrı mükemmeldir" demek son derece yanlıştır. Bu ilişkiler üç tür politikaya oturur. Birincisi reel politikadır. 11 Eylül sonrası ortaya çıkan yeni dünya düzensizliği görüntüsü de bu politikada önemli değişiklik yaratmıştır. İkinci ciddi alan ekonomik politikadır. Şu anda Türkiye'nin öneminin artıp azalması da bununla ilgilidir. Ama işin bir de ideal politika taraf var. Kopenhag siyasi kriterleri olarak karşımıza çıkan ve esasen karşı tarafın güvensizliğini ifade eden, yapmamız gereken bir dizi iş var. Avrupalı muhafazakarların bizi, bizdeki bazı çevrelerin de üyeliği istemediği biliniyor. Bunun süreç üzerindeki etkisi nedir? Konjonktüre bağlı. Avrupa'nın Türkiye'ye karşı oynadığı politika hep bizi ister gözüküp istememe politikasıydı. Bunun iki temel gerekçesi var ve bunlardan birincisi işçilerin serbest dolaşımıdır. AB'ye girdiğimiz zaman pekçoğumuzun kafasında "Üye olursak serbest dolaşım hakkını elde ederiz" rüyası var. Böyle olmayacak. Serbest dolaşımdan yararlanmak "açık olan işlere başvuru hakkı" demektir. Yoksa bavulunu toplayan Avrupa'ya koşacak demek değildir. 90 günde iş bulamazsanız oturma hakkı elde edemezsiniz, bu kadar açık. Bugün de vize almak koşuluyla 90 gün kalabilirsiniz zaten. Topluma gerçekleri anlatmamız lazım. Üye olduğumuzda Eyfel'in arkasındaki yeşilliğe gecekonduyu kurup Paris sokaklarında köfte ekmek satma hakkı kazanmayacağız. Sisteme kavuşacağız ve bir sabah kalktığımızda çapalı kurdan dalgalı kura geçmiş olduğumuz için ya da bankalarımız hortumlandığı için fakirleşme tehlikesinden kurtulacağız. Şu halde bavul toplamakla vakit kaybetmek yerine nitelikli işgücü pazarına arzda bulunmayı düşünmemiz lazım... Evet ve Türkiye akıllı olursa çok rahat pazar bulunur. Bizde 60 değişik mesleğin lisesi var. Almanya'da bu liselerin adedi 320'ye ulaşmıştır. Demek ki bizim bilmediğimiz 260 meslek var ve bunlar yeni ekonominin yeni meslekleridir. Bizim AB'ye girişimizin önündeki en büyük handikap Türkiye'deki genç nüfusu nasıl eğiteceğimiz konusunda hâlâ bir eğitim politikasına karar verememiş olmamızdır. Meslek eğitimini aşsanız, bu kez de tarıma takılıyorsunuz... Geçtiğimiz yıl Avrupa Birliği bütçesinin yaklaşık yüzde 50'si yani 44 milyar euro'lık bir kesimi kendi tarım politikasının sübvansiyonunda kullanıldı. Ve topluluk bütçesinin işleyişine bakarsanız üye zengin ülkeler, tarım ülkelerine bir anlamda gelir transferi yapıyorlar. Bizim dediğimiz de pratikte bu. "Bizi alın Ziraat Bankası görev zararları da dahil olmak üzere tarım için yılda 20-25 milyar dolar kadar kaynak transfer edin." Bir de GAP bittiğinde tarımdan kaynaklanan sübvansiyon neredeyse bir AB bütçesi kadar paraya ulaşacak. Çünkü, birliğe girdiğimiz zaman ortak tarım politikasının kendi özkaynakları tarafından finanse edilmesi sözkonusu olacak ve doğal olarak Almanlar'ın, Fransızlar'ın vereceği vergiler bizim çiftçinin cebine girecek. Biz ortak bütçeye en az katkıyı yaparak en yüksek parayı almış olacağız. Onlar da tabii ki bundan çekiniyorlar ve önce yapısal reformların tamamlanmasında diretiyorlar. Sadece bu tarım sorunu kalsa bile üyelik yeterince zor görünüyor... Şu anda Avrupa'daki en ciddi tartışmalar bu tarım politikası üzerinde yoğunlaşmış durumda. Türkiye girsin girmesin hiç farketmez, mevcut sistemin işleyişinden çok rahatsızlar. Burada kuzeyliler ile güneyliler arasında bir kavga var. Zengin kuzeyliler ortak tarım politikasından derhal vazgeçilmesini güneyliler yani İspanya, Portekiz, Fransa, İtalya ve Yunanistan ise devamını istiyorlar. ABD de bu korumacı politikaya karşı. O da bir tarım ülkesi ve en büyük pazar olan Avrupa ise dışalıma kapalı. Açıkçası, bu sorun hallolmadan üye olsak bile muhakkak bir geçiş dönemi yani gelir transferinden mahrum kalacağımız bir süreç olur. Üyelik, bütün şartları yerine getirmekle ilgili bir şey değil o zaman... Bakın, Kopenhag Kriterleri'nin bir de dördüncüsü var. O da "hazım kriteri"dir. Nedir bu? Avrupa, "Siz bütün bu şartları yerine getireceksiniz ama bir de benim sizi hazmedebilmem lazım" diyor. Sıra Türkiye'nin üyeliğine geldiğinde Avrupa bizim varlığımızın kendi sistemini zora sokacağını düşünürse yani bizi hazmedemezse bu iş yine olmaz. Türkiye de bu görüntüyle hazmı çok zor bir ülke. Din de üyeliğin önünde bir engel değil mi? Şöyle söyleyeyim. Avrupa Birliği pek homojen bir yapı göstermiyor... Nasıl göstermiyor? Şu haliyle bir Hıristiyan Kulübü olduğunu söylemek için yeterince nedenimiz var. Katolikler'le Protestanlar arasındaki farkı heterojenlik sayarsanız o başka... Yani, Hıristiyan Demokratlar'ın iktidarları sözkonusu olduğunda din faktörü ön plana çıkıyor. Ama, onlar iktidardan düşünce bu faktör ikinci plana iniyor. Şu anda bakarsanız Türkiye lehinde tezler ileri sürenler için bizim Müslümanlığımız, AB'nin bir "Hıristiyan Kulübü" olmasını engellemek için fırsattır. Özellikle 11 Eylül sonrasında... Eski İsveç Başkonsolosu'nun bir tesbiti var. "Biz 30 yıl evvel uzun boylu, sarışın mavi gözlü hoş insanlardık. Sonra Araplar, Zenciler, Türkler vs. geldi ve artık eskisi gibi olmadığımızı farkettik. O zaman bunları geri gönderelim dedik. Ama bir de gördük ki, böyle yaparsak şu andaki milli gelirimizin en az yüzde 25'inden vazgeçmemiz gerekiyor. Çünkü, göç faktörü İsveç'in yaşam standardını artıran bir faktör. O zaman bu kararırımızdan vazgeçtik." Avrupa'nın nüfusu azalıyor ve bunu dengeleyecek bir tek faktör Türk nüfusu. Ama hemen sevinmeyelim. Nitelikli işgücü üretemezsek bu boşluğu dolduramayız. Türkiye'nin üye olması demek bu ülkeye bir siyasi güç aktarılması demektir. Bu gücün Ankara'ya aktarılmasını istemeyenler kimler? Bunlar belki de Türkiye'nin içinde bulunuyor. Dışarıda düşman aramaktansa kendi içimize bakmak lazım. Mesela 11 Eylül sonrası Türkiye'nin AB üyeliği yerine bölgesel bir güç olması tavsiye ediliyor. Washington-Moskova yakınlaşmasına Türkiye'nin de dahil olması ve Mısır'a kadar uzanan bir hat oluşturulmasını önerenler var. Yıllardır her yeni koşulun merkezindeyiz ama bir türlü pozisyonumuzu yükseltemiyoruz... Çünkü, olup biteni anlamıyoruz. Ve değerlendirmelerimizde hep geçmişle yaşamak gibi bir takıntı var. Türkiye'nin AB üyeliğini istemeyen yerel güçler hangileri? Eski sistemden sebeplenen herkes istemiyor. Bunun içine bürokrasinin çok ciddi bir kesimi, bazı siyasi partiler ve belki ordunun bir bölümü girer. Avrupalılar mesela, askerlerin yönetim üzerindeki etkinliğinden rahatsızlar. Ama mesela, AB'ye üye olursak MGK'nın ortadan kaldırılması gerekmiyor. Etkinliğinin azaltılıp bir danışma kurulu haline getirilmesi gerekir. Bugün üye olursak birkaç yıl içinde ekonomimizde ne gibi görünür değişiklikler olacak? Bir kere güvensizlik ve bürokrasi nedeniyle dışarı kaçan sermaye geri döner. Dünyanın en borçlu ülkesi olan Brezilya'ya yılda 55 milyar dolar yabancı sermaye geliyor. Çünkü, onlarda anayasanın 90. maddesi yok. Bizde var ve son pakette bunu değiştiremedik. Meclis'ten çıkaracağın bir yasa uluslararası anlaşmaların önüne geçebilir.
|
|
|
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon| Ramazan| Arşiv Bilişim| Aktüel | Dizi | Röportaj | Karikatür |
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz. © ALL RIGHTS RESERVED |