YeniSafak.com “ Türkiye'nin birikimi... ” Yazarlar

 
Ana Sayfa...
Gündem'den...
Politika'dan...
Ekonomiden...
Dünya'dan...
Kültür'den...
Yazarlar'dan

  Arşivden Arama

 

 

Öldürülen denizler ve kirletilen medya..

 
Yazılamayan konuların, yazılabilenlerden daha çok olduğu bir basın düşünebilir misiniz?Düşünmelisiniz..Çünkü kartelleşme sonunda, bu böyle oldu..

 

Hayat çok kısa ama, bu kadarcık bir süreye de olumlu veya olumsuz, pekçok şey sığıyor..

Ben kendi yaşam süremde, İstanbul'u çevreleyen denizlerin, Boğaz'ın ve Marmara'nın denizlerinin öldürüldüğünü gördüm..

İnanılmaz birşey değil mi?

Milyonlarca yıl pırıl pırıl olan İstanbul denizleri, 1960'lardan başlayarak öldürüldü..

Eskiden yazın gelişi, "denize karpuz kabuğu düştü" denilerek anlatılırdı..

Bizim Yeniköy'de, denize düşüp, ıslanarak dibe yapışan gazetenin harflerini, suyun yüzünden okuyabilirdiniz.. Yalıların bahçıvanları, biçtikleri gülleri denize atınca, sinirlenir "Denizi kirlettiler" derdik..

Boğaziçi'nin denizi, dünyanın en güzel deniziydi.

Bu sular, benim yaşam sürem içinde öldürüldü..

Ben basının da (veya medya), benim yaşam sürem içinde, öldürüldüğünü (veya yozlaştırıldığını) gördüm..

1960'ta, 18 yaşında bir üniversite öğrencisiyken ilk adımımı attım basına.. Bab-ı Âli'nin bütün patronlarını, bütün emekçilerini tanıdım.. Hepsiyle beraber oldum..

1960'lar, 70'ler ve 80'lerde, "kartel" kavramı sözlüklerde bile pek yoktu..

Hem aynı gazetenin içinde farklı düşünce sahipleri yaşayabilirdi, hem de mutsuz veya tatminsiz gazeteciler için, alternatif gazeteler vardı..

Cumhuriyet, Milliyet, Hürriyet, Günaydın, Akşam, Tercüman ve 1980'ler sonrasında da Güneş, Sabah gibi gazeteler, birbirleri ile, kıyasıya rekabet ederlerdi..

Bir gazete, manşeti ile diğerlerini atlattığı veya bir yazı dizisi ile diğer gazetelerden tiraj alındığı zaman, hepimiz yazı-işlerinde heyecanlanırdık..

"28 Şubat" sürecinde susturulduğum "Sabah"taki ilk çalışma dönemimi hatırlıyorum..

1989-91 arasında, Sabah'ın manşetleri ve hemen tüm köşeleri, Turgut Özal'a karşıydı.. Ama ben sütunumda, Özal'ı destekler, kavga verirdim..

"Sabah" da, bunu, bu çok sesliliği "bir erdem" olarak görürdü..

Bir de bugüne bakın..

Yazılamayan konuların, yazılabilenlerden daha çok olduğu bir basın düşünebilir misiniz?

Düşünmelisiniz..

Çünkü kartelleşme sonunda, bu böyle oldu..

Bir gazetede mesleki açıdan gelişemediğinizi, aldığınız ücretin, değerinizi vermediğini düşününce, başka bir gazetede iş arardınız..

Hadi bakalım, kolaysa şimdi yapın bunu..

İstanbul'un denizleri gibi, basın da benim yaşam sürecinde öldürüldü..

İstiklal Mahkemeleri dönemini, Tek Parti'yi, CHP-DP kavgasını, askeri darbeleri, sağ-sol çatışmaları atlatıp, çok sesliliğini ve eleştirel içeriğini koruyabilen Türk medyası, 2000'lere gelirken kartelleşti, devlete bağımlı oldu..

Ben kirletilmiş, öldürülmüş denizlerin kurtarıldığını gördüm..

İngiltere'ye ilk gittiğimde, Londra'nın Thames nehri, gri-kahverengi arası renkteki bir ölü suyu akıtırdı.. Londra'da hava, "smog" denilen, zehirli gazlarla dolu bir sisle kaplanırdı..

Şimdi Thames nehrinde balık avlanabiliyor.. Hava da, berrak..

Belki bir gün Boğaz ve Marmara da, yine pırıl pırıl olacaktır.. Bütün mesele, kararlı, bilinçli ve para sahibi olmaya bağlı..

Ama ya Türk medyası..

Ya hep böyle kalırsa?..

Bilmem ne markalı promosyon ürünü, iyi bir haberin, röportajın, fıkranın üzerinde ağırlık taşırsa..

En başarılı muhabirler, patronun yatındaki ahçıdan daha az değerli olursa..

Bir devlet ihalesini, bir kamu kredisini veya özelleştirmeden bir malı almak, iyi ve özgür bir gazete çıkartmaktan daha önemli kalırsa hep..

Kartel patronları, silkinip kendilerine gelmeliler.. Ayıptır, yazıktır, günahtır..

Bir mesleğe, bu kadar kötülük yapılır mı?

ŞAKA

Saat kaçta..

Bir vatandaş, her sabah aynı devlet dairesine gidip, bir memura sorununu anlatırmış.. Memur da, onu terslermiş..

-Bugün git, yarın gel, dermiş..

Sonunda memur, bu vatandaşı hergün görmekten sıkılmış..

-Bugün git, bir yıl sonra gel, demiş..

Vatandaş çaresiz, boynunu bükmüş.

-Saat kaçta geleyim, diye sormuş..

Not: İsmail Cem, Avrupa Birliği'ne Türkiye 15 yıl sonra mutlaka girer demiş.. Acaba saat kaçta gireriz..

CUMHURBAŞKANI

Kim olursa olsun, bana ne!..

İnsan sonunda sıkılıp, "Kim cumhurbaşkanı olacaksa olsun, bana ne?" diyor..

Yani Süleyman Demirel veya Mesut Yılmaz'dan biri Çankaya'ya otursa, ne değişir ki?

Demirel'in Cumhurbaşkanlığı, benden çok, Beethoven'le Sibel Can'ın meselesi değil mi?

Mesut Yılmaz'ın Cumhurbaşkanlığı ise, birkaç müteahhidi, Eyüp Aşık'ı veya Alaattin Çakıcı'yı, benden daha fazla ilgilendirmiyor mu?

Türkiye'nin bu yıl ekonomi programını gerçekleştirebilmesi için, 8 milyar dolarlık özelleştirme yapması lazım..

Hepimiz biliyoruz.. Bu özelleştirme "bir iç mesele" ve bir "ahbap-çavuş üleştirmesi" olarak kaldığı sürece, bizim hiç doymayan kapitalistlerimiz, en az 40-50 milyar dolarlık mala 8 milyar dolar verecektir..

Onlar "satarken değil, alırken" para kazanan kapitalizmin üyeleri..

Cumhurbaşkanlığı seçimi, onları daha çok ilgilendiriyor.

Kimsenin derdi, "21'inci yüzyılı, 20'nci yüzyıldan farklı yaşamak" değil ki..

Kim Çankaya'da oturacaksa otursun.. "Yeni Türkiye"nin sorunu değil ki bu..


18 ŞUBAT 2000


Kağıda basmak için tıklayın.

Mehmet BARLAS

 


Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya | Kültür | Yazarlar
İnteraktif: Mesaj Formu | ABONE FORMU | İNTERNET TARAMA FORMU | KÜNYE | ARŞİV

Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
© ALL RIGHTS RESERVED

Bu sitenin tasarım ve inşası, İNTERNET yayını ve tanıtımı, TALLANDTHIN Web tarafından yapılmaktadır. İçerik ve güncelleme Yeni Şafak Gazetesi İnternet Servisi tarafından gerçekleştirilmektir. Lütfen siteyle ilgili problemleri webmaster@tallandthin.com adresine bildiriniz...