T ü r k i y e ' n i n   B i r i k i m i

Y A Z A R L A R
AİHM kararından sonra "siyasal çevre"nin durumu

AİHM kararının indirgemeci bir biçimde sadece "Siyasal İslam"a dönük etkileri bakımından okunması yanlış. Tabii ki bir yönüyle, karar temyizden sonra bir başka biçime girse bile, "Avrupa paradigması" ile "Siyasal İslam" arasındaki "karşılaşmanın" adının koyulmasıdır ortaya çıkan durum. Ama herşey bundan ibaret değil...,

Karardan memnun olmayan SP yöneticileri de, karardan fevkalade memnun olduğu görülen Vural Savaş da, AİHM'nin aynı tutumu neden HADEP için sergilemediğini soruyor. Kararın bu hali ile Kürt sorununun siyasallaşma biçimine karşı Avrupa çevrelerinden beklenenleri karşılamadığı söylenmiş oluyor. Aslında AİHM kararının sadece "Milli Görüş siyaseti"ne dönük okunması, karardan memnun olmayanların da, memnun olanların da "indirgemeci" bir siyasal tutum içinde olduklarını gösteriyor.

Bu tip kararlarda o anki "siyasal denklem" ne şekilde etkilenirse etkilensin, aslında daha "derin kaynamalar" ortaya çıkıyor ve bunları konuşmadığı sürece Türkiye, çıkan kararlar ve gelişen olaylar karşısında sadece "gündelik" tartışmalar yürütmenin ötesine geçemiyor. Çok temelde Türkiye "siyasal merkez" ile "siyasal çevre" arasındaki ilişkilerin nasıl olacağına dair bir model üretemediği için "siyasal sistemin kireçlenmesi"nin önüne geçemiyor.

Cumhuriyetçilik ile demokratlık arasındaki gerilimi de aslında "merkez" ve "çevre" arasındaki gerilim olarak yaşıyor Türkiye. Sık sık görüldüğü gibi "laiklik" İstanbul sermayesinin pozisyonunu korumak için öne çıkardığı bir kavram olarak siyasallaşırken, "İslam" Anadolu sermayesinin ekonomik taleplerinin, merkez karşısında pozisyon elde etme arayışının siyasallaşma şemsiyesi olarak ortaya çıkmaktadır. Böylece "laiklik" ve "İslam" arasında ortaya çıkan gerilim de kökeninde siyasal merkez ve çevre arasındaki "modelsiz etkileşim"in neticesidir.

"Cumhuriyetçilik" ile "demokratlık" arasındaki gerilimi artıran en önemli husus askeri darbelerdir. Siyasetin kendi "doğal akışkanlığı" içinde bu gerilimi bir modele dönüştürmesi darbeler yüzünden mümkün olmamıştır. Darbeler siyaseti daha da modelsizleştirmiştir. Böylece "siyasal merkez" ve "siyasal çevre", kendi içinde mutlaklaşan ve içinde bulunduğu koordinatların taleplerini "indirgemeci biçimde siyasallaştıran uçlar" haline gelmiştir.

"Siyasal merkez" ile "siyasal çevre" arasında doğal ve organik köprüler kurma arayışı sadece eklektik girişimler olarak ortaya çıkıyor onyıllardır. Üstelik bu köprülerin kendiliğinden kurulma imkanı çıktığında ise "siyasal merkez" ne kadar dışlayıcı bir tutum içinde olabiliyorsa, "siyasal çevre"yi temsil iddiası ile ortaya çıkan partiler de o kadar "zedeleyici" tutumlar sergileyebiliyor. Refahyol'u doğuran süreç boyunca, Erbakan neredeyse tüm "siyasal çevre"nin "siyasal merkez" karşısındaki taleplerini arkasına almıştı. Arkasında biriken bu muazzam desteği "merkez" ile "çevre" arasındaki kaynaşmanın "siyasal mekan"ı yapabilseydi Erbakan, demokrasimizin derinleşmesine çok büyük katkılar yapmış olacaktı. Oysa anlaşılmaz nedenlerle bunun tam tersini yaptı Erbakan. Doğal köprüler kurulmasına dönük bir hareket içine girmediği gibi, kendiliğinden kurulma aşamasına gelen köprüleri de engelledi. Erbakan'ın başörtülülere kimlerin selam duracağından bahsetmesinden, AİHM kararında ifade edilen sözlerine kadar bir dizi tutumu bunu örneklendiriyor.

Sonuçta, Türkiye merkez ile çevrenin karşılaşmasını anlamlı bir model içinde konumlandırdığı için bugünkü "ağır modelsizliği" doğuran noktaya geldi. Şimdi ise "siyasal çevre"yi görmezden gelen ve "siyasal merkez"in "mutlaklaşmasına" dayanan bir yönetim şeması var ortada. Başbakan Ecevit bu durumu kendi hükümetlerinin alternatifsiz olduğu şeklinde veya hükümet uygulamalarına karşı çıkılması durumunda kriz/rejim bunalımı çıkacağı yönünde dillendiriyor.

Gelinen noktada, şartlar ihmal edilemeyecek kadar ağır... Türkiye merkez ile çevreyi aynı model içinde konumlandıran bir sinerji üretmeye mecbur artık. Bu krizden çıkmanın yolu yönetim krizini gidermek ve bunun için de merkez ve çevreyi buluşturmaktan geçiyor. AİHM kararı ile "siyasal çevre"nin hareket alanı çok daralmış oldu. Bu noktaya gelinmesinde, çevrenin toplumsal taleplerini mutlaklaştırarak siyasallaştıran siyaset biçimleri "çanak" rolü oynamıştır. Şimdiden sonra, ortaya çıkan her "yeni oluşum", tükenmiş ve temsil kabiliyetini yitirmiş merkez karşısında, çevrenin dinamizmine talip olacaktır. İşte bu noktada, siyasal "çevrenin dinamizmi"yle "merkezin refleksleri" arasında çatışma kurgulamaya soyunmayan bir siyasetin ortaya çıkması gerekiyor.

Yeni oluşumlar eğer buna dikkat etmezlerse, siyasal aktörler ve siyasal söylemler düzeyinde merkez ve çevre kaynaşmasını "taşımaya" yönelmezlerse, Türkiye'yi şu andan geriye götürecek gerilimler ortaya çıkacaktır. Buna karşılık siyasal aktörler ve siyasal söylemler düzeyinde, AİHM kararını doğuran süreçlerden kaçınan bir yol izlenirse, Türkiye demokratik cumhuriyetin siyasal denklem düzeyindeki "yeni Magna Carta"sını bulmuş demektir.


2 Ağustos 2001
Perşembe
 
ÖMER ÇELİK


Künye
Temsilcilikler
ReklamTarifesi
AboneFormu
MesajFormu

Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv
Bilişim
| Aktüel | İzlenim | Dizi | Röportaj | Karikatür
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
© ALL RIGHTS RESERVED