YeniSafak.com “ Türkiye'nin birikimi... ” Dizi

 
Ana Sayfa...
Gündem'den...
Politika'dan...
Ekonomiden...
Dünya'dan...
Kültür'den...
Yazarlar'dan
Spor'dan
Dizi...

 

 

Türkiye'de herkes suçlu mu?

Abant Bildirisi'nde uzlaşma, hoşgörü, demokrasi gibi istemleri seslendiren söylemler de, şimdi 'İddianame'de yer alıyor..

DGM Savcısı Nuh Mete Yüksel'in "İddianame"sindeki bazı suçlamalar, aslında şaşırtıcı.. Örneğin "İddianame"ye göre, Fethullah Gülen'in Onursal Başkanı olduğu Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı'nın "Abant Toplantıları" da, laiklik ve devlet kavramlarına karşı düşüncelerin şekillendirildiği bir eylemin mekanı..

18-19 Temmuz 2000 tarihindeki Abant Toplantısı( Platformu)'nın nihai bildirisini aynen alıntılıyan iddianame, şu suçlamaları gündeme getiriyor (s. 75-76)

-Görüldüğü gibi sanık Fethullah GÜLEN'in onursal başkanlığını yaptığı bu toplantıda laiklik ve devlet kavramları erozyona tâbi tutulmuş, hak ve özgürlüklerin tanımı ve sayımında laikliğin kısıtlayıcı bir ilke olarak yer almaması gerekir denilerek, yasalarımızda yer alan laikliği koruyucu düzenlemelere karşı çıkılmıştır.

-Bildiride vatandaşların inançlarını hayata geçirmeleri karşısındaki engeller kaldırılmalıdır denilmektedir. Günümüzde vatandaşlarımız esasen inançlarını yaşamakta, ibadetlerini tam bir serbestlik içinde yapmaktadırlar. Eğer inançların hayata geçirilmesinden maksat siyasi, hukuki ve iktisadi alanlarda düzenlemeler yapılması ise bunu yapmaya hiçbir kimsenin gücü yetmeyecektir.

-Yine bildiride toplumdaki birtakım sıkıntıların temelinde vatandaşların yaşama tarzlarına müdahale yatmaktadır. İnsanlar inançlarına göre yaşama haklarını kullanmalıdır, laiklik kadına karşı ayrımcılık şeklinde sonuç doğurmamalı, onu kamu alanındaki haklarından mahrum etmemelidir şeklindeki kararlarla üstü kapalı olarak türban ve başörtüsü konusunda aşırı dinci çevrelere destek verilmiştir.

-Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı'nın Abant Toplantısı'nda oluşturulan 3'ncü çalışma grubunun çalışmaları sırasında verilen iki öneride "laiklik teriminin tıpkı tam karşıtı olduğu teokrasi terimi gibi karanlık bir terim olduğu" belirtilerek bu deyimin yani laikliğin Anayasa'dan çıkartılması istenmiştir. Verilen üçüncü bir öneride ise laiklik ilkesi bir kazanım olduğu düşünüldüğünden terim olarak korunuyor ve Diyanet İşleri Başkanlığı'nın bir devlet birimi olmaktan çıkarılarak dinler ve inançların topluluklara bırakılması istenmiştir. Fethullah GÜLEN'e bağlı Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı Abant Toplantısı'nda devlet ve laiklik kavramları aşındırılıp aşırı dinci faaliyetlere destek verilerek hedefe giden yolda ilerleme kaydetme çabaları mevcuttur.

Savcı, bu suçlamalarına kanıt olarak da, "Abant Bildirisi"nin bazı maddelerini siyah dizdirerek veriyor (S. 74-75)

TEHLİKELİ GÖRÜŞLER...

İşte 'savcı'nın "laiklik" ve "devlet" kavramları açısından tehlikeli gördüğü maddelerden bazıları.

4- Devlet, metafizik veya siyasi anlamda kutsallığı bulunmayan beşeri bir kurumdur. Devlet, bireylerin doğal, insani ilgi ve ihtiyaçlarını yerine getirmek için var olup, ereğini ve işlevini bu ilgi ve ihtiyaçlarda bulur. Yaşama, güvenlik, adalet, özgürlük, bilgi ve ihtiyaçların en temel ve doğal olanlarıdır. Devletin her türlü ideolojiye, inanç ve felsefi görüşe eşit mesafede bulunması gerekir. Devletin totaliter, otoriter, sert, dayatmacı bir resmi ideolojisi olamaz. Yukarıda zikredilen devletin ana görevlerini ifa etmekle sorumlu, tüm devlet görevlileri bu görevlerini milletin emrinde oldukları bilinci ile ve yetki gaspına neden olmadan yapmak zorundadırlar. Demokrasi, insan hakları, özgürlük ve barış içinde yaşama gibi değer ve talepleri bir ideolojinin unsurları olarak görmüyoruz. Devlet, bütün dinlerin, inançların, dini yorumların önündeki engelleri kaldırır. Din ve vicdan özgürlüğünün, dini inançların gereklerinin serbestçe yerine getirilmesini herkes için güvence altına alır.

6- Devlet, hukuk devleti çerçevesi içerisinde dini inanışlar ve felsefi kanaatler konusunda tarafsız bir konumda olmalıdır. Vatandaşların inanma ve inanmama hakkını korumalı ve inançlarını hayata geçirmeleri karşısında duran engelleri ortadan kaldırmalıdır. Laiklik esas itibariyle bir devlet tutumudur. Laik devlet, dini tanımlamaz, bir din siyaseti de gütmez. Temel hak ve özgürlüklerin tanımı ve sayımında laikliğin kısıtlayıcı bir ilke olarak yer almaması gerekir.

7-Türkiye'nin bir kısım güncel sıkıntılarının kaynağında, vatandaşların yaşam tarzlarına müdahale ve bu konudaki hassasiyetleri yatmaktadır. Laiklik din karşıtlığı değildir. Yaşam tarzına müdahale edilemez biçiminde anlaşılmalıdır. Laiklik bireylerin özgürlük alanını genişletmeli, özellikle kadına karşı ayrımcılık şeklinde sonuç doğurmamalı, onu kamu alanındaki haklarından mahrum etmemelidir.

9-İnsanların dini ve felsefi inanç ve kanaatleri ile inançlarına göre yaşama haklarını kullanmaları açık ve yasallığını hukukun üstünlüğü ilkesinden alan bir kamu düzeni kuralı olmadıkça, kimsenin cezalandırılmasına, kamu görevinden uzaklaştırılmasına, eğitim ve diğer kamu haklarından yoksun bırakılmasına sebep veya gerekçe kılınamaz. Laiklik ilkesi insan haklarında mutlak eşitlik ilkesi ile adalet ilkesinin tarafsız uygulanmasından, hiçbir dini ve felsefi görüşe ödün vermeme anlamında teminata kavuşturulmalı, ikinci aşamada da bütün mevzuat gözden geçirilmeli, vatandaşların ciddi boyutlara varan endişe ve ıstırapları giderilmelidir.

Bu maddelerde ifade edilen düşüncelerin "Siyasal İslam"ın devlete ve laikliğe karşı tehdit oluşturduğunu varsaymak, en fazla "liberal düşünce"nin tepkisine yol açmakta..

REJİMİ KORUMAK...

Örneğin, "Liberal Düşünce Topluluğu"nun Başkanı Prof. Dr. Atilla Yayla'nın, devletin rejimi korumak konusundaki davranışlarına bakış açısı özetle şöyle (Liberal-dt.org.tr)

-Son yıllarda toplumsal değişmeye paralel olarak Türk politikasında İslamın yükselişe geçmesi ve sosyo-politik sistemin hatırı sayılır aktörlerinden biri haline gelmesi karşısında kimi akademisyenler, büyük medya ve genel olarak devlet seçkinlerinin bir süredir alarm psikolojisi içine girmiş olduğu biliniyor. Zaman zaman aynı ruh hali "sistem karşıtı" olduğu varsayılan başka siyasi hareketler -sosyalizm, Kürtçülük gibi- söz konusu olduğunda da yaşanmaktadır. İlginç olan nokta, vaktiyle devletin bu tutumundan zarar görmüş olan kimi sol-sosyalist çevrelerin de İslam'a karşı devletçe başlatılmış olan bu seferberlik havasına kendilerini kaptırmaları. Hatta, bunların bir kısmı, daha da öteye giderek, ya devleti dindarlara karşı açıkça tahrik ediyor, ya da devletçi sektöre "demokrasinin korunması" konusunda gönüllü "teorik" destek sağlıyor.

-Aralarında kimi akademisyenlerin de bulunduğu, sözcülerinin fazlasıyla ciddiye aldıkları bu teorik desteğin özü şu -ki bu ikinci tez oluyor-: Başta belirttiğimiz gibi, diyorlar ki, demokrasinin kendisini yıkmak isteyen "sistem karşıtı" hareketlere karşı kendini savunma hakkı vardır. Bu çerçevede Alman Anayasa Mahkemesi'nin yaklaşık yarım asır önceki bir içtihadına atıf yaparak, demokrasinin "militan" olmak zorunda olduğunu ileri sürüyorlar. Onlara göre, "sistem karşıtı" veya "aşırı" ideolojik hareketlere karşı tedbir almaması demokrasinin kendi ölümünü hazırlaması demektir. Hemen şunu belirteyim ki, bu dramatik hikayenin hakikatle hemen hemen hiçbir ilgisi yoktur. Garip bir şey var: Bir-iki akademisyenin bu konuda yazıp-söylediklerine bakınca sanırsınız ki ortada gerçekten de "militan demokrasi" diye evrensel bir teori var!.. Aslında ciddi bir argüman sayılamayacak olan bu muhakeme tarzının, "demokrasinin korunması"yla ilgili bu galat-ı meşhurun, analitik bir sorgulama karşısında ayakta durması mümkün değildir. Bir kere, bu akıl yürütmenin kendisi teorik olarak demokrasiyle ilgili olmadığı gibi, "demokratça" da değil. Sebebine gelince...

-Demokrasiyle ilgili değil; çünkü, bu, herhangi bir ülkedeki -demokratik olması şart değil- yerleşik düzenin olduğu gibi devamını isteyenlerin başvurabilecekleri türden bir mantık. Nitekim, öyle de oluyor: Bütün otoriter ve totaliter rejimlerin egemenleri muhaliflerini saf dışı etmek istediklerinde bu mantığa sarılıyorlar. Bu argüman demokratça da değil; çünkü, demokrasi içinde farklı söylemlerin meşru olarak var olma ve yöntemlerle olabilir. Çünkü, şiddetin devreye girdiği yerde "söz"ün yeri yoktur; orada demokrasinin gıdası olan "konuşma" ve "tartışma" yapılamaz. Dolayısıyla, demokratik bir rejimin şiddet hareketlerine mukabele etmesi zorunludur. Bir şartla ki, başkaları ne yaparsa yapsın, demokratik rejimler bu tür meydan okumaların üstesinden ancak hukuk yoluyla gelebilirler, çetecilikle veya "devlet terörü"yle değil.

-Türkiye'de "demokrasinin kendini savunma hakkı"ndan söz edenlerin meramının bu olmadığı açıktır. Çünkü, terörizme veya şiddetin herhangi bir biçimine devletin karşılık vermesi konusunda ne Türkiye'nin içinde ne de uluslararası camiada bir ihtilaf vardır. Bu husustaki uyuşmazlık, mukabelenin yöntemiyle ilgilidir. Ne yazık ki, Türkiye'de devlet bu işi yaparken zaman zaman kendini hukukla bağlı saymama eğilimi içine girmektedir ki, bu da demokrasiyi toplumdan değil olsa olsa devletin kendisinden korumak gerektiğini bir kere daha hatıra getirmektedir.

-"Sistem karşıtı" hareketlerle kastedilen eğer "aşırı" sayılan kimi ideolojik gruplar ise, o zaman "demokrasinin kendini savunma hakkı"na sahip olduğu iddiası büsbütün temelsizdir. Çünkü, böyle bir iddia, doğrudan doğruya, demokrasinin temelini oluşturan ifade özgürlüğünün ve siyasi katılmanın asli birer yurttaşlık hakkı olarak varlık ve meşruluğunu reddetmektir. Doğrusu şu ki, bir demokraside, yasaklanması ve dışlanması gerektiği anlamında, "aşırı" görüş yoktur; bütün felsefi, dini ve ideolojik pozisyonların barışçı yöntemlerden ayrılmadıkları sürece kendilerini serbestçe ifade edebilme ve kamusal tartışmaya -bu arada, siyasete- katılma hakkı demokrasinin özünü oluşturur. Aksi halde o rejimin adı demokrasi olmaz.

-Yönetim ve iktidar mevkiinde olanların veya kimi toplumsal kesimlerin, hatta toplumun büyük çoğunluğunun barışçı yoldan ifade edilen herhangi bir siyasi görüş veya tutumu "yanlış", "tehlikeli" veya "zararlı" görmeleri, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin de müteaddit kararlarında işaret edildiği gibi, onu demokrasinin dışına çıkarmaz. Demokraside bu tür pozisyonlar "sistem dışı" değildir. Bunlar ancak onlardan başka bir görüşe peşinen angaje olmuş otoriter veya totaliter rejimlerde (yani, ideolojik devletlerde) "sistem dışı"dırlar. Demokraside ise, tam aksine, "ortak iyi"nin sağlıklı bir biçimde tespiti için bütün farklı ("aykırı", "muhalif") görüşlerin -ister grup, ister dernek, isterse siyasi parti hüviyetiyle olsun- kamusal tartışmaya katılmalarının güvence altında olması şarttır. Bundan dolayı, ihtiyacımız olan şey, demokrasiyi "aşırı" görüşlere karşı "korumak" değil, barışçı yollardan ayrılmadığı sürece her türlü görüşün kendini ifade etmesini ve örgütlenmesini güvence altına almaktır. Kaldı ki, "aşırı" yaftasını kullanmaya bir kere başladınız mı, statükoya muhalif olan her hareketi -temsil etmesi muhtemel kimi evrensel değerleri görmezlikten gelerek- bu şekilde yaftalayıp etkisizleştirme ihtimali vardır.

-Aslına bakarsanız, demokratik rejimlerde "aşırı görüşler" söyleminin -belki faşizm dışında- tümüyle terk edilmesi gerekir. Çünkü, bir görüşü "aşırı" olarak nitelemek ahlaki tartışmayı imkansız kılmaktadır. Bir demokraside hiçbir görüş alternatifleriyle tartışmaya girmeden "aşırı" ("zararlı", "tehlikeli"...) olarak nitelenemez. Aksi durum, diğer görüşleri "aşırı" olarak niteleyebilmek avantajına sahip olanların -genellikle egemen konumda olanlar- bütün muhalif görüşleri gayrimeşru olarak yaftalayıp tartışma dışı bırakması demektir.

Meseleye pratik açıdan bakıldığında da, "militan demokrasi" anlayışının aslında demokrasi için bir tuzak olduğunu görmek zor değildir. "Militanlaşan" bir demokrasinin, sözde kendini korumak adına, zamanla temel (sivil ve siyasal) özgürlükleri baskı altına alması ve en sonunda demokrasi olmaktan çıkması kaçınılmazdır. Bu yolun son durağı faşizmdir. Böyle bir durumda da korunan aslında demokrasi değil, demokrasiyi korumaktan söz edenleri avantajlı kılan yerleşik düzen olur.

-Türkiye örneği bunu, zihni kapasitesi dümura uğramamış olan herkesin anlayabileceği kadar yalın bir biçimde göstermektedir. Nitekim, bütün kanıtlar gösteriyor ki, Türkiye'de "demokrasinin kendini koruma hakkı"ndan söz edenler aslında kendilerinden yana taraflı olan kurulu düzeni ve güç ilişkilerini değişmez kılmaya çalışmaktadırlar. Çünkü, kurulu düzenin demokratik ve özgürlükçü yönde değişmesi halinde ne büyük sermaye ve onun medya uzantısı devletin tasarrufunda olan kamu kaynaklarını yağmalamaya devam edebilir, ne sivil ve asker kanadıyla kamu bürokrasisi vesayetçi konumlarını sürdürebilir, ne de devletçi seçkinler ayrıcalıklı statülerini koruyabilirler. Dikkat edilirse, Türkiye'de, sözümona "sistem karşıtı" toplumsal ve siyasal hareketlerin bastırılmasını talep edenler menfaatleri bu düzenin değişmemesine sıkı sıkıya bağlı olan kişi ve kesimlerden başkası değildir. Onlar bu taleplerini çıplak olarak ifade etselerdi herhalde yadırganır ve eleştiriye maruz kalırlardı. Bunun yerine, daha akıllıca davranarak, "demokrasinin korunması" söylemini bu meşruluk kalkanı olarak kullanmayı tercih etmektedirler. Mesele bundan ibarettir.

İSLAM VE LAİKLİK...

"Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı"nın çeşitli faaliyetleri ve "Abant Platformu"na gelince, bunlar da, bir suç örgütünün gizli ve yıkıcı eylemleri, herhalde değil.

Örneğin Abant Toplantıları, 14 Haziran 1998'de, yine vakfın öncü organizasyonu ile yapılan "İslam ve Laiklik Sempozyumu" kararları üzerine, vücûda gelmiş.. İslam ve Laiklik Sempozyumu'na katılan, konuşma yapan ve "sonuç bildirisi"nin yazılmasına katkıda bulunan isimlere baktık..

İşte bazıları.. Taha Akyol, Prof. Dr. Atilla Yayla, Prof. Dr. Mustafa Erdoğan, Prof. Dr. Niyazi Öktem, Prof. Dr. Hüseyin Hatemi, Prof. Dr. Mehmet Aydın, Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk, Doç. Dr. Durmuş Hocaoğlu, Yasin Hatipoğlu, Oktay Ekşi, Yılmaz Karakoyunlu, Rıza Akçalı, Ali Bulaç, Dr. Gaffar Yakın.

SONUÇ BİLDİRİSİ...

Bu sempozyumun bildirisi de şöyle:

-"Tüm dünyanın yeniden yapılandığı günümüzde, Türkiye'nin 21. asırda daha güçlü olabilmesi için, laikliğin ve İslam'ın içinde yaşadığımız koşullara göre yeniden yapılanması gerekmektedir. Laiklik anlayışı bugün modern Batılı ülkelerde sadece din-devlet işlerinin birbirinden ayrılması şeklinde anlaşılmamaktadır. Çağdaş demokratik ülkelerdeki laiklik anlayışının temel özellikleri şunlardır:

- Laiklik tarafsızlıktır. Devlet, tüm dinler, inançlar ve düşünce akımları karşısında tarafsızdır.

- Laiklik ferdi değil, devleti sınırlayan bir unsurdur. Devlet dine müdahale edemez, bilakis din ve vicdan özgürlüğünü garanti altına alır.

- Laiklik, amaç değil araçtır. Asıl amaç özgürlükler ve toplumsal barışı gerçekleştirmek için hukuk devleti, demokrasi ve insan haklarının güven altına alındığı çoğulcu toplumu oluşturmaktır.

- Laikliği, laikperestlik olarak algılayan jakoben yaklaşım, çağdaş Batı dünyasında kabul edilemez bir tutumdur. Çağdaş dünyada devlet dine karışmaz, farklılıkları zenginlik olarak kabul eder."

Son 5 asırdır Batı dünyasında gelişen sosyo-kültürel değerlerin istilasına maruz kalan İslam dünyasının, kendi kültürel kaynakları açısından demokrasi, insan hakları, laiklik, çoğulculuk gibi çağdaş değerleri yorumlayarak, kendi mensuplarına açıklamalar getirmek zorunda olduğunu ifade eden konuşmacılar, İslam düşüncesinde yeni yorumların yazılmasının gerekliliğine işaret ettiler. Bu konudaki görüşleri kısaca şöyle sıralayabiliriz:

- Toplumumuzda uzun yıllardır din ve laiklik problemi vardır. Bugünkü genel kabullere göre, toplumun büyük kesiminde görülen din anlayışı, çağın ihtiyaçlarına cevap verebilecek konumda değildir. Aynı zamanda İslam'la çatışarak, İslam'ı dışlayarak, yok sayarak çağdaşlaşmayı gerçekleştirmek de mümkün değildir.

- Teokratik, yani din tarafından belli kalıplar altına alınmış bir devlet fikri, uygulanabilir, dinî temelleri olan bir kavram değildir. Din değil, Müslümanlar siyaset yapmalıdır.

- Dinî alana baskı ve zorlama olamaz.

- Din şüphesiz ki vicdan işidir ama sadece vicdan işi değildir. Dünyaya ait, her zaman için geçerli zaman üstü prensipleri de vardır.

- İslam dini, halkın yönetime katılımını (bey'at, meclis, istişare vb usullerle) öngörmektedir ki bu durum demokrasi ile uyumludur.

- Dünya işlerini düzenleme özgürlüğü insana verilmiştir. Kozmik manada yegane hüküm sahibi Allah'tır.

- İslam aklı kabul eder, bütün hükümleri aklidir ama akıl vahyin sınırlarını zorlamaz.

- İslam'da din ve vicdan özgürlüğü mevcuttur. Din zorlama ve dayatma kabul etmez. Ruhban sınıfı yoktur, kul ile Allah arasına kimsenin girmesi söz konusu değildir.

- İslam tarihi ve içinde yaşadığımız şartlar, gerçekçi biçimde değerlendirilmek zorundadır.

- Müslüman aydınların, demokrasi, laiklik, çoğulculuk ve benzeri konuları tartışmaya devam etmesinde çok fayda vardır.

İlk Abant Toplantısı, bu sempozyumdan sonra, 16-19 Temmuz 1998'de yapıldı..

İkinci Toplantı'nın adı artık "Abant Platformu"ydu ve 9-11 Temmuz 1999'da yapıldı..

Katılanlar arasında "Siyasi İslam"a hiç ilişkili olmayan bilim adamları, yazarlar ve düşünürler de vardı..

İşte bazı isimler..

Prof. Dr. Toktamış Ateş, Prof. Dr. Elizabeth Özdalga, Dr. Mehmet Ali Kılıçbay, Şeref Oğuz, vb.

Şimdi DGM Başsavcısı'nın iddianamesinde, suç oluşturan fiillerin kanıtı olarak sunulan Abant Bildirileri, işte bu geleneğin bir ürünü..

Yani, uzlaşma, hoşgörü, laiklik ve dinin demokrasi içinde birlikteliğinin yollarının üretilmesi..

DEMİREL'E ÖDÜL...

Abant Toplantıları'nı düzenleyen ve her yıl hoşgörü ödülleri dağıtan Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı'nın tanıtım kitaplarında da, geçen yıla kadar Cumhurbaşkanı olan, Hoşgörü Ödülü sahibi Süleyman Demirel'in sözleri var.

Fethullah Gülen'in Onursal Başkanı olduğu Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı'ndan "Hoşgörü Ödülü"nü alırken, şöyle demiş Demirel:

-Türk milletinin birlik ve beraberliğini pekiştirecek bu gibi hareketlerin yanındayım...

Hangi inançtan, etnik kökenden gelirseniz gelin, bu vatan ve bu devlet sizindir. Bedeli sizin tarafınızdan ödenmiştir. Ben bu ülkenin her köşesinin ve her kişisinin Cumhurbaşkanıyım. Gelin birbirimize sarılalım.

Yapılanları takdirle karşılıyorum. Bu ve benzeri programlar çok öğretici olmuştur.

Bu ödülü Türkiye'nin bölünmez bütünlüğüne, Türk milletinin mutluluğuna, barış içinde yaşamasına verilmiş sayıyorum.

Ama şimdi, "Gülen Örgütü"nün tüm kuruluşları gibi, "Vakıf" da yargı önünde..

 

YARIN 18. BÖLÜM: Devlet mi, din mi, laiklik mi?

 


Kağıda basmak için tıklayın.



 


Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya | Kültür | Yazarlar | Spor | Bilişim | Dizi
İnteraktif: Mesaj Formu | ABONE FORMU | İNTERNET TARAMA FORMU | KÜNYE | ARŞİV


Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
© ALL RIGHTS RESERVED

Bu sitenin tasarım ve inşası, İNTERNET yayını ve tanıtımı, TALLANDTHIN Web tarafından yapılmaktadır. İçerik ve güncelleme Yeni Şafak Gazetesi İnternet Servisi tarafından gerçekleştirilmektir. Lütfen siteyle ilgili problemleri webmaster@tallandthin.com adresine bildiriniz...