YeniSafak.com “ Türkiye'nin birikimi... ” Yazarlar

 
Ana Sayfa...
Gündem'den...
Politika'dan...
Ekonomiden...
Dünya'dan...
Kültür'den...
Yazarlar'dan
Spor'dan
Bilişim'den

  Arşivden Arama

  I Explorer Kullanıcıları, TIKLAYIN.

 

Bir varmış, bir yokmuş

Bir yazımda eski Maarif Vekillerinden Dr. Reşit Galip'ten söz açmış ve özellikle bir fotoğrafının beni çok etkilediğini yazmıştım: Reşit Galip'in ölü bedeni, tavana kadar uzanan büyük bir kitaplığın önünde, fakir bir somyedeydi.

Fotoğraftaki görüntü fevkalâde soğuk ve ürperti vericiydi; belki ölünün... belki de ölümün soğukluğu idi... tam olarak nedenini kestiremiyorum; ancak görüntünün bütün soğukluğuna rağmen, o ölü bedene karşı içimde bir saygı uyanmıştı; kimbilir belki de kitaplığında yatıp kalkan ve orada canını vermiş bir ölüye duyulan acımayla karışık bir saygıydı benimkisi...

1932 Ramazanı'nda tatbik mevkiine konulan dinî inkilâpları tedkik ederken yakından (!) tanımak imkânı bulduğum genç Vekil'in hayatı da tıpkı ölümü gibi trajikti... Nitekim Türkçe Kur'an ve Cumhuriyet İdeolojisi (İstanbul, 1998) adlı eserimde bu trajedinin önemli bir safhasını ele almıştım.

Hayatının ayrıntıları arasında yaptığım yolculuklar, bir kenara sürekli kaydettiğim bazı ilginç sahneler ve hepsinden önemlisi o trajik fotoğraf, fikirlerine de, dünyayı kavrama biçimine de yakınlık duymadığım bu müfrit ve mutaassıb adamı, ilk izlenimlerimin aksine daha "sevimli" hale getirmişti...

İşte sözünü ettiğim o yazıda böylesi duygulara yer vermiştim; üstelik kraldan çok kralcılığını, fikrî yetersizliklerini, İstiklâl Mahkemelerinde îfa ettiği rolü ve üniversite reformunda hem de fena hâlde (!) kullanılmış olduğunu bilmeme rağmen... "Anlarsanız, affederseniz" denilir ya, işte o gazete yazısı biraz da bu hissiyâtın eseriydi.

Yazının yayımlandığı akşam, yakın tarihle ilgilenen tanıdık bir yazar aradı ve biraz hoş beş ettikten sonra ağzından baklayı çıkardı: "Sevecek başka adam mı bulamadın?"

"Ben ne demeye çalışıyorum; siz ne anlıyorsunuz" gibi birşeyler söyleyip kendimi savunmak istedimse de buna lüzûm görmedim; "bakış meselesi" diye kestirip attım. Birbirimizi anlama şansımız yoktu çünkü...

Sertel ailesinin hâtıralarıyla ilgili genel bir değerlendirme yazısı kaleme almaya karar verdiğimde, karar verişime neden olan duygular, nedense bu hikâyeyi hatırlamama yol açtı...

Acaba bir tür savunma içgüdüsü mü? Olabilir...

Hâtıraların eleştiriyi gerektiren yönlerinden ziyade, anlamaya çalıştığım yönlerine dikkat çekmek geliyordu içimden. İnsan nefsinin acziyeti, o nefse tanınan süre dolmak üzereyken ya da dolmuşken, daha da belirginleşiyor... (Hâtıralar da hep bu durumlarda yazılmaz mı?) Pişmanlıklar, onca pişmanlığa rağmen tekrarlanan hatalar, aptalca öteye beriye yöneltilen suçlamalar... gaflet... ihanet.. kin... nefret.. kıskançlık... kendini beğenmişlik... ve daha nice çiğlik, hamlık... Bunların hepsi insanî zavallılığın kucağında boynunu bükmüş masum bir kedi yavrusu gibi öylece sinip kalıyor...

İnsanın bu tükenmiş hayatlara niçin böyle yaptınız, niçin böyle inandınız, niçin böyle yazdınız demeye bile dili varmıyor da bazen, kişi, "insan değil mi hem yapar hem tapar" deyip geçmeyi vicdanın sesine kulak vermek olarak algılıyor.

Zekeriye Sertel'in "Hatırladıklarım", Sabiha Sertel'in "Bir Roman Gibi" ve son olarak Yıldız Sertel'in "Ardımdaki Yıllar" adlı hâtıraları hakkında yazmak isteği duyduğumda, ne bu hâtıraların iddialarına, ne de satıraralarında yatan zaaf ve tutarsızlıklara değinmek geldi içimden.

Özellikle Yıldız Sertel'in hâtıraları, anne-babasının titizlikle saklamak gereği duydukları insanî zaafları açığa çıkarmak bakımından oldukça yararlı bir işleve sahipti... Karı-koca Serteller, hüzünlerini, aldanmışlıklarını, yoksulluklarını saklamak isterlerken ve insana ait olanı -ne kadar yumuşatılmış da olsa- "ideoloji"nin izin verdiği kadarıyla aktarmaya gayret ederlerken, küçük kızları, sanki "herşeyin canı cehenneme!" dercesine daha açık, daha yalın, daha doğrudan anlatmayı denemiş...

VE şöyle demiş en sonunda:

- "Daha insancıl, daha adil bir düzen istedim. Direndim, insanları daha mutlu görebilmek için. Yaşam da bu değil mi zaten? Ben de yaşadım insan gibi."

Yüklenen değer her ne olursa olsun, insanın yapıp ettiği herşeyin, ama herşeyin yine de "insanî olan"ın sınırları içinde kalacağını aslâ unutmamalıyız!

Hayat dedikleri işte bu: bir varmış... bir yokmuş...


21 KASIM 2000


Kağıda basmak için tıklayın.

Dücane Cündioğlu

 


Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya | Kültür | Yazarlar | Spor | Bilişim
İnteraktif: Mesaj Formu | ABONE FORMU | İNTERNET TARAMA FORMU | KÜNYE | ARŞİV

Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
© ALL RIGHTS RESERVED

Bu sitenin tasarım ve inşası, İNTERNET yayını ve tanıtımı, TALLANDTHIN Web tarafından yapılmaktadır. İçerik ve güncelleme Yeni Şafak Gazetesi İnternet Servisi tarafından gerçekleştirilmektir. Lütfen siteyle ilgili problemleri webmaster@tallandthin.com adresine bildiriniz...