AYDINLIK TÜRKİYE'NİN HABERCİSİ

D Ü Ş Ü N C E    G Ü N L Ü Ğ Ü
Rektörler ne diyor NE DEMELİYDİLER?

Milletin büyük teveccühü ile oluşmuş bir iktidarın, toplumun her kesiminin değişmesini istediği YÖK yasasını yeniden tanzim etmesinden daha tabii bir şey yokken, bu rektörler neden tedirginlik gösteriyorlar?

  • PROF. DR. MUSTAFA ÜNALDI / ÖĞRETİM GÖREVLİSİ
    Bugün ülkemiz insanının çağın imkanlarından yararlandığını, çağı yaşayabildiğini,çağdaş bir hayat sürdüğünü söylemek herhalde mümkün değildir. Halbuki bu millet, yüreğiyle, tarihiyle, milletler camiası içinde, bunu en çok hakeden bir millettir. Bu ters durumu düzeltecek gayretlere ihtiyaç vardır. Bu gelişmeyi elbette hükümetler yürütecektir; ama, bunun sorumluluğunu taşıyan öncülük yapacak kurum ve kuruluşların başında üniversiteler gelir. Üniversitelerin milletimizin hakettiği çağdaş hizmetlerin üretilebilmesi ve gelişmesi yolunda çalışmalar yapması, bunu, gerek lisans seviyesindeki öğrenimde ve ilim adamı yetiştirme programlarında gerekse araştırma faaliyetlerinde ve danışmanlık hizmetlerinde akıllarından çıkarmaması gerekir. Böylesi önemli bir sorumluluktur bu...

    Üniversitelerin bu sorumluluğu hakkıyla yerine getirdiğini söylemek zor... Bırakın hakkıyla yerine getirmeyi acısını duydukları bile belli değil...

    3 Kasım 2002 seçimleri sonrası hükümetin oluşturduğu güven ortamında ekonomik ve sosyal programlar yavaş yavaş ama, belli bir ivme ile, düzelme yoluna girmişken, bundan rahatsız olanların olduğunu farketmeye başladık... Yol kesme denilebilecek, gerilim oluşturmak isteyen bir takım gürültüler, beyanlar felan derken bir de baktık bu toz duman arasında rektörler de var...

    Şimdi üniversitelerimizin açılış zamanı. Rektörlerimiz açılış vesilesi ile halkımıza mesajlar verecekler diye bekliyorduk ve herhalde bu mesajlar bahsettiğimiz sorumluluklar hakkında olmalı idi... Rektörlerimiz üniversitenin ıslahı nasıl sağlanacak; üniversite öğretim üyelerinin iktisadi durumları nasıl düzeltilecek; öğrencilerin hayat şartları nasıl iyileştirilecek; bir takım problemler nasıl çözülecek; kütüphaneler, bilgisayarlar, bir takım dökümantasyonlar nasıl temin edilecek konularını gündeme getirip tartışmalı idiler...

    Açılışlar başladı... Mesajlar da... Ama mesajlar beklediğimiz mesajlar değil, siyasi mesajlar, olumsuz mesajlar... Beklentilerimizin tam aksine hayırlı gelişmelerin önünü kesme, yolunu kesme mesajları... Rektörler bu toz duman ortamının yanında mı olmalıydılar; yoksa hayırlı gelişmelerin, kurtuluş mücadelesi sayılabilecek hükümet faaliyetlerinin yanında mı olmalıydılar..?

    İktidarın hayırlı gelişmelere vesile olduğunu halk biliyor, bunun aksini iddia eden de yok. Sadece rahatsız olanlar var; rahatsız olup ne konuştuğunu, ne konuşması gerektiğini bilmeyenler var. Bunların başında yer alan, koca koca profesörler, YÖK başkanı Gürüz ve onun bağlısı rektörler oldu.

    Halbuki Sayın Gürüz ve Rektörler Japonların en son yaşadığı deprem ile bizim yaşadığımız depremin arasındaki farkları mukayese edip üniversitelerimizin bundan utanç duyduğunu ifade edebilirlerdi... Bu utançtan kurtulmak için yeni proje ve tekliflerini ortaya koyabilirlerdi.

    Acaba biz mi yanlış anladık; ODTÜ rektörünün "üniversitelerin kara günü" dediği bu olmasın...!? Yoksa rektörler halka karşı, halk iradesine karşı bir psikolojik hareket mi yürütüyorlar?

    Bu gerilimin gelişmesinde baş aktör YÖK Başkanı Gürüz, Sayın Gürüz verdiği röportaj beyanlarda bir takım hilaf-ı hakikat ifadeleri tercih etmiş. Bu da mı bir psikolojik hareket çabasıdır?!

    Gürüz bir beyanında akıllı olmayı da önermiş. Herhalde bu akıl 22 nin 360 tan büyük olduğunu kavrayabilen Türkçe'nin bilim dili olamayacağını kavrayabilen bir akıl olmalı!.. Rektörlerin çıkışını tasvip edip övenlerden böylece gerilim çıkarma aktivitesine katılanlardan birisi de 9 ncu Cumhurbaşkanı Demirel olmuş. Acaba bu destek 28 Şubat'ın babası olmasından mıdır; yoksa uzun yıllar önemli mevkileri işgal ederek verimsizliklerden ülke insanının çağdaş yaşamdan uzak kalmasından sorumlu olduğu için rektörlerin bu konulara dokunmamış olmasından memnun olduğundan mıdır?!.. YÖK Kanunu'nun normal gelişmeleri sağlayamadığı, değiştirilmesi gerektiği bütün kesimler tarafından ve uzun zamandır dile getiriliyordu... Bu taleplere cevap vermek isteyen Milli Eğitim Bakanlığı bir çalışmayı başlattı hem de umumun katkılarına, tartışmalarına açık olarak başlattı. Üniversiteler mehil istedi onu da verdi... Yök Başkanı ve rektörler, maksat üzüm yemek olmayınca, diyecekleri bir şey olmadığını da görünce teneke çalmayı tercih ettiler.

    Üzülmemek lazım her hayırlı sözün karşısında teneke çalanlar çıkar, önemli olan niyetimizin ve hedefimizin doğru olması, üretim olması ve kervanın yürümesidir. Yürüyecek te inşaallah... Yürüyeceğini görmek isteyenler halkın arasına girip; halk rektörler için ne diyor, hükümet için ne diyor bir dinlesinler... Halk cahildir gibi saçmalamaya da kalkmasınlar, bir kere olayları halk onlardan daha iyi biliyor, bu halkın içinde kendileri gibi profesör olanlar da dahil her kesimden en önemlisi de hayatın içinde pişmiş insanlar, irfan sahibi insanlar, çarıklı erkan-ı harp olmuş insanlar var... Meşru seçimlerle, normal şartlarda, milletin büyük teveccühü ile oluşmuş bir iktidarın, toplumun her kesiminin değişmesini istediği bir yasayı, YÖK yasasını yeniden tanzim etmesinden daha tabii bir şey yokken bu rektörler neden böylesine tedirginlik gösteriyorlar...? Herhalde bunun "Kubilay sendromu" ile ilgisi yoktur...

    Üniversite mensuplarının hele hele rektörlerinin meşru bir hükümetin kanun yapma yetkisini yok saymalarını normal kabul etmek mümkün mü...? Bir memlekette normal şartlarda böyle bir tavır olabilir mi?

    Haddini bilmek deyimindeki "Had" acaba neyi ifade eder?! Ortalığı karartmak veya bir karanlık döneme doğru sürüklemek kimin işine yarar?

    Çok tartışmak yerine gelin üniversitelerde bir referandum yapalım. Üniversiteler, rektörler, YÖK başkanı siyasetle mi uğraşsın yoksa ekonomik, sosyal, teknolojik araştırmalarla mı uğraşsın diye..!? Veya YÖK kanunu değişsin mi; değişmesin mi diye!..

    Olaylar ve tezatlar çok su götürür, çok espri çıkartır ama, konuların şakaya gelir yönü yoktur. Bu ülke kara dönemlerden karanlık dönemlerden dolayı sıkıntılara girdi; geri kaldı ve çoook çekti. Vicdan sahipleri ellerini vicdanlarına koyup sıraladığımız sorulara cevap aramalıdırlar... Küçük bir enerjimiz, bir gayretimiz varsa ülkemizi bir adım ileri götürecek yönde harcamalı, son Japon depreminin ortaya koyduöu utancı ortadan kaldırmalıyız...

    Sözlerimiz arasına öncelikle, insanımıza çağın imkanlarını sunacak, onu çağın imkanları içinde yaşatacak program ve projelerimizi almalıyız... Tabii REKTÖRLERİMİZ de...


    YIPRANAN SİYASET

  • MEHMET ALKIŞ / ARAŞTIRMACI
    İnsanlığın içine sürüklendiği ve toplumumuzu boğan yansımaları görüldükçe, sahici çözümlere olan ihtiyaç, zihinleri daha çok kemirmektedir. Teorik düzlemde, bu ihtiyaçları karşılayacak imkanlara sahip olanların, uygulamada sersemletici bir iradesizlik içinde debelenmeleri, burunlarının ucunda duran, basit mekanizmaları harekete geçirmemelerini anlamanın doğru bir açıklamasını bulmanın imkanı yoktur. Basiretin bu kadar bağlanması, ferasetin bu derece tutukluk göstermesi akla ziyan bir durumdur.

    Bu ülkede siyasi krizin; toplumun karşı karşıya bulunduğu ekonomik, sosyal, kültürel, ahlaki, entelektüel krizleri beslediği, statükoculuğu ve kirliliği arttırdığı söylemleri, ağırlığını uzun zamandan beri hissettirmektedir. Siyasi kriz, derinleştikçe, tüm sorunların daha içinden çıkılmaz bir hal aldığı görülmektedir. Arayış içinde olan toplum; önüne getirilen kimi zecri, kimi ihtiyari çözüm önerilerini değerlendirmekte, reddettiğinin de, kabul ettiğinin de denendiği ortamlarda doğal ekseni bulacağı günün hasretini çekmektedir. Arayışla geçen son iki yüzyıllık tarih dönemiyle birlikte, günümüzde de bu arayış sona ermemiştir. Bunca zaman kararsızlığın sürmesi, bir yandan derin bir güven bunalımına, bir yandan da duyarsızlığa, bıkkınlığa, hatta ümitsizliğe yol açmıştır. Aynı şeyleri, tekrar tekrar izlenen bir film gibi sürekli yaşamanın sıkıcılığı, insanı kahredici bir usanmışlığa itmektedir.

    Şaşırtıcı gelişmeler

    Bu ruh halinin egemen olduğu bir dönemde ortaya çıkan ve topluma ümit aşılayan AK Parti, bir yandan çizdiği olumlu profille, ülke sorunlarının çözüm yoluna girmesinde isabetli davranmaktadır. Diğer yandan, bu olumlu çizgiyi perdeleyecek biçimde, çelişkili karar ve uygulamalarla imajını zedeleyen bir görüntü çizmektedir. Reddettiği için kabul gördüğü siyaset anlayışının alışkanlıklarını hortlatarak, kendini kıskaca almakta ve fasit bir daire içinde hapsolma riskine yönelmektedir. Monarşilerde ve dikta rejimlerinde iktidarı elinde tutanlar, kendi iradeleriyle, zorlama olmadan onu devretmezler. Bunun için her yola başvururlar. Meşruiyet ölçüsünün kaynağı kendi istek ve arzularıdır. Demokratik yönetimlerde, aynı ihtirası içinde yaşatan yöneticiler; konumlarını kaybetmemek için, demokratik usulleri dolaylı hilelerle, zorlayarak ve zedeleyerek, türlü yollara başvururlar. Her iki yönetim şeklinde de; iktidarın el değiştirmesi, sonuçta engellenmiş olur.

    'Parti İçi Demokrasi' söylemini, kuruluşunun birkaç amacından biri olarak göstererek ve bununla da farklı bir parti olacağı imajı çizen AK Parti, iktidarın ayartıcı gücü ve zafer sarhoşluğunun etkisiyle olsa gerek, eleştirdiği siyaset anlayışını haklı çıkaracak uygulamalara yönelmiş bulunmaktadır. Lider sultasının, işlerin hızlı ve etkin biçimde yürütülmesi için yegane çare olduğu; yönetim kademeleri, katılım ve istişari organların zaman kaybından başka bir işe yaramadığından işletilmelerine gerek olmadığı anlayışı giderek kendini hissettirmektedir. Bu durumun açık bir örneği: İl-ilçe kongreleri sürecinde 'parti içi demokrasi'nin sağlanması amacıyla, oluşturulan tüzük hükümleri rafa kaldırılmıştır. Kongre delegelerini, parti üyelerinin seçmesi gerekirken, üyelerin yerine yöneticiler, kendilerini yeniden seçtirecek delege listeleri oluşturmuşlardır. Toplumsal Barış, höşgörü ve uzlaşma AK Parti'nin kuruluş felsefesinin temel taşları olarak toplumun önüne konulmuştur. Kitleler tarafından tasvip gören bu söylemler, iktidarın yolunu döşeyen oylara tahvil olmuştur. Ancak, uzlaşmanın 'ortak doğrular' üzerine inşa edilmesi adil bir temsil mekanizmasına sahip olması gerekir. Ortak yönetim yerine, 'lider sultası' ile, otoriter bir yönetim biçimine yönelinmesi, toplum kesimlerinin temsilini minimuma indireceğinden uzlaşma zeminini de tahrip edecektir.

    Ehliyet, liyakat ve objektif ölçülerin; kadroların seçiminde belirleyici olması gerekirken, kuruluştan başlayarak konuya gerekli özenin gösterilmemesi, bu yönde oluşturulmuş kanaat ve söyleme ters düşmüştür. Siyasi kadroların kalite gözetilmeksizin göreve getirilmesi, dolaylı olarak bürokratik kadroların da kalitesini olumsuz yönde etkilemektedir. Önceleri, geçici kaydıyla elinde tuttuğu kimi yetkileri devredeceği yerde, verdiklerini geri alarak, merkeziyetçi eğilim, zayıflatılacak yerde, giderek güçlendirilmiştir. Bu da taşranın, başka bir deyişle halkın, önemsiz olduğu ve ciddiye alınmasına gerek olmadığı sonucunu doğurmaktadır. Yani, halkın görevi, yönetime katılmak değil, yönetenlere tabi olmak, onlara güç kazandırmaktır. 'Halka rağmen halk', 'halk bilmez', gibi söylemlerin öne çıkarıldığı elitist anlayış, böylece kendine yeni mevziler edinmiş olmaktadır.

    Bir yandan, demokratik sürecin gelişmesini sağlayan yasal düzenlemelere gidilirken ve AB standartları ölçü alınırken, diğer yandan AK Parti'nin içinde anti-demokratik eğilimlerin olması, şaşırtıcı bir gelişme olarak belirmektedir.

    Başta yapılması gerekirken, ertelenen hususlar, yeni yanlışlar doğurmuştur. Bugün yapılması gerekenler yapılmaz ve yanlışlara prim verilirse, doğru, hep ertelenmiş konuma itilebilir.


    Medeniyetlerarası uyumun simgesi: TÜRKİYE

  • DOÇ.DR. MEVLÜT UYANIK / ÖĞRETİM ÜYESİ
    İtalya'da düzenlenen Ambroestti Forumunda İspanya Başbakanı Aznar, AB Hıristiyan bir mirasa sahip olduğunun unutulmamasını; bunun bir karşılık olarak değil de, ortak bir kültürün ifadesi olarak anlaşılması gerektiğini söylemesiyle din tartışması tekrar gündeme oturdu. Başbakan Erdoğan ise Türkiye'nin sahip olduğu gelenekten hareketle medeniyetler çatışması tezinin aşılıp bir uyumdan söz edileceğini vurgulaması bu noktada önemli. (07/09/2003 Milliyet)

    Samuel P. Huntington'un 'Medeniyetler Savaşı', F. Fukuyama'nın 'Tarihin Sonu' tezleri üzerinde çok şey konuşuldu ve yazıldı. Ama son tahlilde Yeni Dünya Düzen(sizliğ)inin farklı boyutlarla da olsa, teorik alt yapısını oluşturduğu herkesin malumu. Jeopolitik açıdan dünyanın kalbinde bulunan Türkiye, kültürel açıdan zenginliği; yani halkının dini ve kültürel geleneklerine bağlılığının yanısıra devlet olarak çoğulcu demokrasiye, temel hak ve özgürlüklere inanan, hoşgörülü, uluslarası dayanışma ve işbirliğine açık özgüvenli bir ülke olarak, medeniyetler arası savaşta taraf olmak yerine medeniyetler arası diyalog ve uyumu gerçekleştirebilir.

    Tarihsel geçmişi bunu yapabileceğinin göstergesidir, çünkü yaklaşık 600 yıl, Balkanlar, Kafkasya ve Ortadoğu dini ve etnik farklılıkları ilahi risaletlerin birliği çerçevesinde gelişen din anlayışının gereği olarak korumuş, asimilasyon ve entegrasyon gayretinde olmamıştır. Bu çerçevede İspanyolların önce Endülüs'te Müslümanlara uyguladıkları kıyımı, ardından Musevilere yaptıkları baskıları hatırlarsak, şimdi aynı milletin Başbakanının AB'nin niçin Hıristiyan temeli üzerinde olması gerektiğine açıklamalarının tarihsel temeli ortaya çıkar. İspanya'dan kaçan Musevilere kapılarını ecdadımızın açtığını ve bu tarihsel olayın Musevi vatandaşlarımız tarafından anılması için 500. yıl vakfı kurduklarını hatırladığımız zaman da sayın Erdoğan'ın medeniyetler arası uyumun temsilcisi olduğumuz tezinin referansı belirir.

    Evet, tarihsel ve kültürel deneyimlerle Türkiye, medeniyetler arası diyalog ve uyumun merkezi olabilir; çünkü İslam ülkeleri arasında fiili sömürgeyi hiç tatmamış, kesintisiz devlet kurma geleneğini devam ettiren tek devlet Türkiye'dir. Bütün boyutlarıyla kültürel sömürgeyi yıllardır yaşamasına rağmen özgüvenli ve yerli alimleri vardır, halkının büyük çoğunluğu 'arif'tir; yani zihinleri iğdiş faaliyetlerine direnmekte ve dini ve kültürel kodlarına sahip çıkmaktadır. Yüzelli yıla yakın siyasal alanda reform ve demokratikleşme deneyimin sahibi olan Türkiye, Huntington'un tezindeki ilk önerisi olan diğer kültür ve medeniyetler için söylediği tecrit edilme ve içe kapanmayı reddebilecek bir yapılanmadır. Bu teorisyenin ikinci önerisi olan Batılı değerleri aynen kabul ederek modernleşmeyi bizatihi deneyen ama bunun da çözüm olmadığını gören yine Türkiye'dir. Üçüncü öneri olan Batı dini kültür ve medeniyetlerle ittifak yaparak modernleşmeyi ise bugünlerde Kızılelma koolisyonu üyelerinden Perinçek ve ekibi savunuyor. Halkın bunlara rağbet etmediği ve yönünü temel hak ve özgürlükler, insan haklarına dayalı, çoğulcu bir demokrasiye döndürerek muasır medeniyet seviyesini aşmayı hedeflediği artık apaçık bir gerçekliktir.

    Eğer Huntington'un dediği gibi "modern ulus devlet anlayışı yerine medeniyetler kavramyna bırakarak kültürel kimliğin belirlenmesinde önemli bir etken haline geldiyse, insanlar artık kendilerini bir ulusun değil, bir medeniyetin parçası olarak görmeye başlamışlarsa, Kafkaslar, Balkanlar ve Ortadoğu'da yaşananlar bunların örneklerinde ibaretse ve bunlar zamanla medeniyetler arasındaki ayrım çizgisini oluşturacak ve muhtemel savaş alanlarını belirleyecekse" bu kıpkızıl perdeyi yırtabilecek tek devlet tarihsel ve kültürel birikimini kullanabilecek Türkiye'dir. Çünkü Huntington'un ideali olan 'herbiri başkalarıyla beraber yaşamayı öğrenmek zorunda kalacak farklı medeniyetlerden oluşan bir dünya'yı tasavvur etmenin ötesinde bizatihi gerçekleştirmiş olan ülke Türkiye'dir.




  • 4 Ekim 2003
    Cumartesi
     


    Künye
    Temsilcilikler
    Abone Formu
    Mesaj Formu

    Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya
    Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv
    Bilişim
    | Dizi | Karikatür | Çocuk
    Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
    © ALL RIGHTS RESERVED