AYDINLIK TÜRKİYE'NİN HABERCİSİ

D Ü Ş Ü N C E    G Ü N L Ü Ğ Ü
Bir Kemal Gürüz vardı

Son nefese kadar hiç kimseden ümid kesilemeyeceği için, kendisine o Mahkeme-i Kübra'dan önce hayatının ve işgal ettiği mevkilerdeki icraatının muhasebesini yaparak, tövbe-i istiğfar etmesini, hidayetini temenni ederiz.

  • PROF. DR. MUSTAFA NUTKU ÖĞRETİM ÜYESİ
    İnsanlık tarihi boyunca bu dünyadan çok kişi gelmiş, geçmiş; bazıları iyilikleriyle bazıları da kötülükleriyle yâd edilmişlerdir. Kendi hesabımıza biz, bu dünyada, daha sonra iyiliklerimizle yâd edilecek şekilde yaşamağa çalışmalıyız. Bu dünya hiç kimseye kalmamıştır. Gelen, gider; giden gelmez. "Nereye gider, gittiği yerde neyle karşılaşır?" sorusunun cevabını hak dinler vermektedir. Buna da isteyen inanır, isteyen inanmaz; fakat inanmaması, ölüm sonrası âhiret alemlerinin varlığını ve bu dünyada yaptıklarına göre orada maruz kalacakları muameleyi onlar için ortadan kaldırmaz. Aksine, "fayda vermeyecek bir son pişmanlıkla" kendilerini ebedî bir zarara girmiş bulurlar.

    Her gelen, gider

    "Allah ve âhiret inancımıza göre, ebedî bir âhiret hayatının yanında, bu fani dünya hayatının ne kıymeti var ki..." diye düşünerek, bu dünyada doğru bildiğimizi yaşamaktan dolayı maruz kaldığımız haksızlıklara, zulümlere elimizden geldiği, gücümüzün yettiği kadar karşı koymağa, mâni olmağa, sabretmeğe çalışır; gücümüzün, takatımızın üstündekileri de Allah'a (c.c.) havale ederiz. Hakiki bir tevekkül (Allah'ı vekil etme) de bunu icabettirir. Kemal Gürüz, Ortadoğu Teknik Üniversitesi'nde doçent olarak bulunuyorken, sonradan lağvedilen özel bir kanunla, YÖK tarafından hem profesörlüğe hem de Ankara Üniversitesi Eczacılık Fakültesi Dekanlığına getirilmiş; altı ay sonra da 35 yaşlarındayken Karadeniz Teknik Üniversitesi Rektörü yapılmıştı. 1987'de Hacettepe Üniversitesi Rektörlüğü boşalınca, İhsan Doğramacı'nın başkanlığındaki YÖK tarafından Hacettepe Üniversitesi Rektörülğü için ilk sırada teklif edilmiş; ancak o devrin Cumhurbaşkanı Kenan Evren kendisini çok genç ve tecrübesiz bularak, Hacettepe Üniversitesi Rektörlüğüne tayin etmemişti. O sırada Karadeniz Teknik Üniversitesi'nde doçent kadrosunda bulunduğumdan, kendisinin Karadeniz Teknik Üniversitesi'ndeki rektörlük döneminden kesitleri ikinci defa YÖK Başkanlığına tayini yapılmadan önce (10 Ekim 1999'da) Akit Gazetesi'nde neşredilen bir röportajımda anlatmıştım. Süleyman Demirel, Kemal Gürüz'ü ikinci defa YÖK Başkanı olarak tayin etti. 5 Kasım 2003'te ise, tekrar YÖK Başkanı olamayacak şekilde devrini tamamlamış oluyor. Bütün gelecekler yakındır. O da geçti, gidiyor.

    Mahkeme-i Kübra'ya kalmış görünüyor

    Türk Yüksek öğretiminin başındaki 8 yıllık icraat döneminin hatasıyla sevabıyla muhakemesi ve hükmünün infazı, bu dünyada tamamlanıp bitmeyecek vüs'atte olduğundan, Mahkeme-i Kübra'ya kalacak gibi görünüyor. Zaten büyük davalar, büyük mahkemelerde görülür!

    Mahkeme-i Kübra'ya kalmış görünen Kemal Gürüz davası hakkında bu safhada savcı veya hakim pozisyonlarına girmesek de olur. Dünyadaki mahkemelerle mukayese edersek, Kemal Gürüz'ün İlahî Mahkeme'deki davasının çok sayıda mağdur müdahili olacağı da kolayca söylenebilir.

    Son nefese kadar ümit kesilmez

    Son nefese kadar hiç kimseden ümid kesilemeyeceği için, kendisine o Mahkeme-i Kübra'dan önce hayatının ve işgal ettiği mevkilerdeki icraatının muhasebesini yaparak, tövbe-i istiğfar etmesini, hidayetini temenni ederiz. Kul hakkı olanlarla da, helalleşebilmesini... Bir hadis-i kudsîde: "Mü'minler, Allah'ın yeryüzündeki şahitleridir; sizin iyi dediğiniz Allah indinde de iyidir; sizin kötü dediğiniz Allah indinde de kötüdür" denilmektedir. Acaba, Allah'ın şahidi vasfındaki mü'minler, âhirette Mahkeme-i Kübra'da, şimdiye kadarki yaptıklarından tevbe istiğfar ile kendini affettirmeden giderse, Kemal Gürüz için ne diyebilirler? YÖK bütçesinden yıllarca burslarını ödeyerek öğrenciler gönderdiği içni, kendisine mukabil bir jestte bulunan Winconsin Üniversitesi'nin daveti, acaba ona gerçek manada itibar ve fayda sağlayabilir mi? Din Görevlileri Derneği'nin, dine ve din görevlilerine karşı çok açık ve düşmanca tavırları sebebiyle, cenazesini yıkamamak kararı alıdğı 2 Kemal'den biri olması, kemal Gürüz için çok dehşet verici bir hal değil midir? Biz tekrar, "Son nefese kadar ümit kesilmez" di-yerek, kendisi ve kendisi gibi olanlar için, hidayet temennisinde bulunalım...


    Söğüt'ü böyle görmek istemezdim

  • PROF. DR. ABDULKERİM ABDULKADİROĞLU / ÖĞRETİM ÜYESİ
    Söğüt'ün tarihini, önemini bilmeyen vatandaşlarımız, şayet ilkokul mezunu iseler, yok sayılır. Okur yazar olmayanlar için medyanın sesli ve canlı yayınları bu boşluğu doldurmakadır.

    Resimlerde görüleceği üzere, ilçeyi süsleyen ve yapılmaları Osmanlı döneminde gerçekleştirilen tarihi binalar vardır. Bunlardan tamamı bir bahçe içinde olan Hamidiye Camii (veya Çifte Minareli Cami, yapılış tarihi 1903-1905), Hamidiye İdâdisi (Lisesi, yapılış tarihi, 1903-1905) ve Dâru'l-Eytâm (Yetimler Evi, yapılış tarihi, 1917-1919), günümüzdeki bütün ihmal ve terkedilmişliğine rağmen hâlâ "Biz sapasağlam duruyoruz ve yüzyıllar boyu hizmet vermeye devam edeceğiz" dercesine, isbat-ı vücud ediyorlar.

    Tarihi yapıların değeri bilinmiyor

    Bu binalardan biri önce lise, daha sonra Ertuğrul Gazi İlkokulu olmuş; diğeri Sağlık Meslek Lisesi, Halk Eğitimi Müdürlüğü ve Halk Kütüphanesi'ne sıra ile mekânlık yapmıştır. Bu her iki binanın ve bahçesinin cıvıl cıvıl çocuklarla dolup taştığı zamanları da biliyorum. Şimdilerde ise okullar yeni yapılan binalara taşındığı içni terkedilmişliğe ilâveten camları aşağıya indirilmiş ve çevresi çöplük haline getirilmiş durumda. Öncesinde, anılan binalar aynı bahçe içinde bir bütünlük sergilerken takip eden yıllarda caminin kapısı dibinden bir duvar çekilerek ibadethane resmen ayrı tutulmuş ve görüldüğü üzere bu duvarın dipleri de tam bir çöplük olmuştur. Halbuki tarihi mekanlak ilk yapıldıkları şekilleri ile bütünlük içinde korunurlar ve kullanılırlarsa ifade ettikleri değerin doruk noktasına ulaşmış olurlar. Hiç kimse zorla ibadethaneye sokulamaz; ancak ibadetlerini yapana da karışılmamalıdır.

    İlçede şimdilerde bir yetimler (kimsesizler) evinin bulunduğunu sanmıyorum. Yaklaşık yüzyıl önce ecdad ne güzel bir hizmeti Söğütlülerin ayaklarına getirmiş. Bunun kıymeti kesinlikle bilinmelidir.

    Yeni binalarına taşınan okulların binalarının yapımları için sarfedilen meblağ bu binalaraı harcanıp tarihi geçmişi içinde bu dokunun kıymeti bilinerek yeniden kullanıma sunulamaz mıydı?

    Şehrin göbeği mesabesindeki merkezinde bu çöplüğün temizlenmiş olmasını beklerdim. Bunun için ilçedeki askerî birlik, ilçe belediyesi temizlik ekipleri ve ilçe milli eğitim müdürlüğü işbirliği içinde olabilirlerdi. Tek tesellim, o zaferleri bizlere armağen edenlerden hayatta olunların da birer birer dünyadan çekilmiş olmaları... Aksi halde yüzlerimize de tükürseler hakları vardı. Bu vesile ile bir teklifte bulunmak istiyorum: Sözkonusu binalar için ne düşünüldüğünü bilememekle birlikte, bir üniversiteye bağlı olarak belli dönemler için çalıştırılsa da, yemekhanesi, yatakhanesi, arşivi, kütüphanesi ile bir Osmanlı Tarihi Araştırma Enstitüsü haline getirilebilir. Bu merkezin arşivi arasında bir istampaj odası ayrılarak, tarihi mezar taşlarının ve diğer kitabelerin fotoğraflarının yanısıra istampajlarının sergilenmesi sağlanmalıdır. Savcı Bey'in, Halime Hatun'un ve diğerlerinin kırılıp parçalanan taşlarının yerlerine yenilerini koymak mümkün olamayacağı gibi bunlarla birlikte peyderpey tarihin bazı yapraklarının da kopup gideceğini düşünerek şimdiden kalıcı tedbir alınması lâzımdır.


    NEYİN MİLLİYETÇİLİĞİ? HANGİ ULUSALCILIK?

  • PROF.DR. ÖMER KARAHAN / ÖĞRETİM ÜYESİ
    Kimsenin milliyetçiliğini yargılayacak değilim. Milleti ve onu meydana getiren veya ayakta tutan unsurların ne durumda bulunduğunu ortaya koyup milliyetçiyim diyen veya ulusalcılık iddiasındaki herkesi bir vicdan muhasebesine davetle yetineceğim. Kimilerinin "otokritik" veya "özeleştiri" olarak adlandırdığı vicdan muhasebesi insanın kendini bilmesi bakımından şarttır. Ayrıca milliyetçilik adına bir yerlere varılmak isteniyorsa esas alınan milletin mevcut halini değerlendirmek, istikbale yönelmeden bir durum tesbiti yapmak gereklidir.Tabii ki tesbitlerin gereği de yerine getirilmelidir. Esas aldığımız topluluk, millet olmanın karakteristiğini güçlendirme halinde mi? Yoksa illetli bir yığına dönüştürülme noktasında mı? Millete ait unsurlardan insan varlığı, dil, coğrafya, din, misyon ne durumdadır? Naçizane milletimizi ve onu meydana getiren unsurları iyi durumda görmüyorum. Kişiliksiz, kimliksiz, misyonsuz bir Türkiyeíyi hedefleyenler milli ve manevi değerlerimizi delik deşik etmişlerdir. Bunun sonucunda milletten daha çok yığın halinde bir topluluk olma yolunda hızla ilerliyoruz.Yığının milliyetçiliği olmayacağını söylemeye bile gerek yok. Orhan Veli'nin "Cep delik, cepken delik / Kevgir misin be kardeşlik?" dediği gibi, milli değerlerimiz tabiri caizse kevgire döndürülmüştür. Miliyetçilerin perişanlığı bir tarafa bir de ulusculuk, ulusalcılık ve de kuva-yi milliyetçilik moda oldu ki evlere şenlik. Milletin bütün değerlerine savaş açanlar yaptıklarını ulusalcılık veya kuva-yi milliyecilik olarak adlandırıyorlar. İnsanın aklı almıyor. Ulus olmadan ulusalcılık, millet olmadan millicilik nasıl olur? Bütün bunlar müzmin, millete rağmen milliyetçilik, halka rağmen halkçılık alışkanlıklarının; yani halk-aydın zıtlaşmasının yeni tezahürleri olarak karşımıza çıkıyor. İşte bu noktada milletimizle ilgili bir durum tesbitinin yararlı olacağını düşünüyorum.

    İnsan varlığımız

    Osmanlı İmparatorluğu'nun parçalanması ile birlikte bütün İslam alemi gibi dünya üzerindeki 'Türk varlığı' da sahipsiz kalmıştır. Savunmasız herhangi bir canlıya kurt, çakal, kartal, kuzgun cinsinden tutun da leş kargasına kadar her türlü yırtıcı yaratık ve irili ufaklı haşerat musallat olur. Aynen bunun gibi bizim milletimize de her türlü gizli açık tasallut söz konusu olmuş ve olmaktadır. Miliyetçiler, bazan musallat olanları teşhisten uzak kalmaktan öte onlara alet bile olmuşlardır. Bu yüzden milliyetçi-muhafazakar aydınların son 20 yılda iyi bir imtihan verdiklerini söylemek mümkün değildir. Ecdadın bıraktığı mirasa, 'misak-ı milli'ye sahip çıkıp belirleyici olmak bir tarafa mevcudu bile koruyamıyoruz. Bu durumda milliyetçilerin naraları, isyanları değil iniltileri, hıçkırıkları bile duyulmuyor. '21. asır Türk asrı olacaktır' temennilerini, nutuklarını, rüyalarını unuttuk. Eğer böyle bir şeyin olacağına inanıyorsak veya temenni ediyorsak bu, ancak nüfusumuzu planlı artırarak, benliğimizi koruyarak bu nüfusu en iyi şekilde yetiştirmekle mümkündür. Hatta haysiyetli bir şekilde varlığımızı idame ettirmek de buna bağlıdır.




  • 11 Ekim 2003
    Cumartesi
     


    Künye
    Temsilcilikler
    Abone Formu
    Mesaj Formu

    Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya
    Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv
    Bilişim
    | Dizi | Karikatür | Çocuk
    Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
    © ALL RIGHTS RESERVED