YeniSafak.com “ Türkiye'nin birikimi... ” Dizi

 
Ana Sayfa...
Gündem'den...
Politika'dan...
Ekonomiden...
Dünya'dan...
Kültür'den...
Yazarlar'dan
Spor'dan
Dizi...

 

 

'Devletin düşmanı' mı 'toplumsal gerçek' mi?

Türkiye'de din ve ona bağlı bütün kavramlar, yazılı hukukla, sosyal bilimler arasındaki tartışmanın konusudur

Fethullah Gülen'e toplumun değişik kesimleri ve bu arada "devlet" (ya da savcılar), değişik açılardan bakıyor.. Genlerimizdeki "kökten-devletçi" bilgilere göre, "devletin dışındaki herhangi bir olgu"nun güçlenmesi, örgütlenmesi ve zenginleşmesi, her an, yasa-dışılığa dönebilir..

Bu açıdan bazı kesimler için, "Gülen Olayı", bir "çeteleşme"ye veya "devleti ele geçirmek için örgütlenme"ye dönüşebilecek bir girişimdir.

Bu bakış açısından "din" de, bu tür çeteleşmelerde kullanılabilen, bilinçsiz toplumun saf ve temiz duygularını istismar etmek için kullanılan bir "araç" olabiliyor.. Bu bakış açısından ele alındığında, din, "kul ile Allah arasındaki bireysel bir ilişki" olarak kaldığı zaman tehlikesizdir..

"Devlet" de, "din"i bu açıdan yorumlayan, anayasal ve yasal mevzuata zaten sahiptir..

Anayasa Hukukçusu Prof. Dr. Mustafa Erdoğan, Türk mevzuatındaki ve "devletin din siyaseti"ndeki bakış açısını daha kolay anlayabilmek için, bir "sözlük" gerektiğini vurguluyor.

Prof. Dr. Erdoğan'ın, inter-netteki "liberal-dt.org.tr" sitesindeki "1982 Anayasası'nda Din Özgürlüğü" başlıklı makalesinden alıntı yaparak, "sözlük"e bakalım..

İşte bazı kavramlar ve karşılıkları. a) "Dinin Siyasete Karış(tırıl)maması"

Anayasa'nın başlangıcı "laiklik ilkesinin gereği olarak kutsal din duygularının devlet işlerine ve politikaya kesinlikle karıştırılamayacağı"nı öngörmektedir. Bu ifade Anayasa'nın bireysel-vicdani bir mesele olarak kalmak ve devlet ve kamu hayatına ilişkin iddialarda bulunmamak şartıyla, dini "kutsal" saydığını açıkça göstermektedir. Bu anlayışa göre, dini inanç saikiyle hareket edenlerin kamusal ve siyasal alanlarda aktif olmak istemelerine, böyle bir durum "laiklik ilkesi"ne aykırı olduğu için izin verilemez. Türk laikliği açısından din sırf bir "duygu"dan ibarettir. b) "Devlet Sisteminin Dine Dayandırılmaması"

Bu ibarede Türk laikliğini karakterize eden başka bir anayasal kavram saklıdır. Anayasa'nın 14. maddesine göre, bir temel hakkını kullanan herhangi bir kişi eğer din veya mezhebe dayanan bir "devlet düzeni kurmak amacı" güderse, o kişi bu hakkı "kötüye kullanıyor"dur. Başka bir ifadeyle, Türk laikliğinde, devlet -varsa- somut eyleminden herhangi bir tehlike doğup doğmadığına bakmaksızın, sırf güttüğü amaçtan dolayı bir kişiyi cezalandırabilir. Bu maddenin mantıki sonucu sivil ve kamusal hayatta ortaya çıkan dinî saikli eylemlerin yasadışı sayılması ve cezalandırılmasıdır. c) "Din İstismarı"nın Yasak Olması

Din özgürlükleri bakımından, söz konusu 14. madde ile aynı mantığa dayanan 24. madde (beşinci fıkra) din özgürlüklerinin kullanımına ilave bir kısıtlama getirmektedir. Buna göre "Kimse, devletin sosyal, ekonomik, siyasî veya hukukî temel düzenini kısmen de olsa, din kurallarına dayandıramaz veya siyasi veya kişisel çıkar yahut nüfuz sağlama amacıyla her ne suretle olursa olsun, dini veya din duygularını yahut dince kutsal sayılan şeyleri istismar edemez ve kötüye kullanamaz." Bu hükümden üç sonuç çıkarılabilir. Birincisi, politikacılar ve siyasî partilerin siyasî faaliyet yaparken herhangi bir dinî inanç veya görüşe atıfta bulunmaları yasaktır. Kamusal ve siyasal söylemde dine dolaylı bir atıf bile dinin siyasî nüfuz sağlama amacıyla "kötüye kullanımı" veya "sömürülmesi" sayılmaktadır. Mamafih, gerçek şudur ki, herhangi bir dindar Müslüman'ın politikada kendi taraftarlarıyla paylaştığı dinî inançlara atıfta bulunmaması imkânsızdır. Esasen, bütün politikacılar, hangi görüşten olurlarsa olsunlar, seçmenlerini motive etmek ve harekete geçirmek için onlarla paylaştıkları kavram ve fikirlere kaçınılmaz olarak atıfta bulunurlar.

İkinci olarak, 24. maddede kullanılan "kişisel çıkar için" ibaresi bu yasağın sadece siyasi özgürlükler için değil sivil özgürlükler -özellikle ifade ve toplanma/dernek kurma özgürlükleri- için de geçerli olduğunu göstermektedir. Bu ise yasağın sözgelişi dinî bir vakıf kurmak veya gazete çıkarmak isteyen dindarlara da uygulanabilmesini mümkün kılmaktadır. Aslında, dinî olmayan girişimlerde bulunan kişiler bile, dinî fikir ve kavramların onların dünya görüşlerinin bir parçası olduğu durumlarda, bunlara atıf yaparlar.

Üçüncüsü, ilginçtir ki, bu madde dindarların "sosyal düzen"le ilgili herhangi bir iddiada bulunmalarını da yasaklamaktadır. Oysa, dinin sırf bir vicdan meselesi sayılması ve toplumsal hayatla ilgili taleplerinin bulunmaması semavî dinlerin niteliğiyle bağdaşmamaktadır. Burada, Anayasa'nın toplumsal düzeni "devlet"in kapsamında mütalaa ettiğini de ayrıca kaydetmek gerekir. Özerk sivil toplum anlayışı Türk Anayasası'na büsbütün yabancıdır. d) "Laik Cumhuriyet"

Anayasa sık sık Türkiye Cumhuriyeti'nin "laik" niteliğine atıfta bulunmaktadır (m. 2, 68, 174).

Bizzat Anayasa'nın lafzına göre, laiklik veya "laik cumhuriyet", Türkiye'nin sosyo-politik sisteminin en önemli unsurudur. Ne var ki, Türkiye'de laiklik devletin dini doktrin karşısında tarafsız bir tutum takınması ve dinle devletin ayrılması anlamına gelmemektedir. Aksine, laiklik devletin dini hayatı kontrol etmesini ve laik yasama ve uygulama aracılığıyla toplumu laikleştirmeye yönelik devlet siyasetini ifade etmektedir. Bundan dolayı, Kemalist "İnkılap Kanunları"na anayasal dokunulmazlık sağlanmıştır ve din işlerini yürütmekle görevli bir kamu idaresi birimi -Diyanet İşleri Başkanlığı- vardır. e) Diyanet İşleri Başkanlığı

Anayasa'nın 136. maddesine göre, "Genel idare içinde yer alan Diyanet İşleri Başkanlığı, laiklik ilkesi doğrultusunda, bütün siyasî görüş ve düşünüşlerin dışında kalarak ve milletçe dayanışma ve bütünleşmeyi amaç edinerek... görevleri yerine getirir." Buradaki ana fikir, devletin İslam dinini din olmaktan ziyade ulusal bütünleşmenin bir aracı olarak gördüğüdür. Anayasa koyucu İslam'ı önce laikleştirmekte sonra da onu açıkça Türkiye'nin milli "ethos"unun bir parçası haline getirmekte, adeta "millileştirmekte"dir. Gerçek bir din ve devlet ayrılığı yoktur. Aksine Anayasa ikisinin alışılmadık bir kaynaşımını öngörmektedir. Sonuç olarak, devlet din işlerinin "laiklik ilkesi doğrultusunda" yerine getirileceğinde ısrar etmekte sadece dini laikleştirmiş olmamakta, aynı zamanda paradoksal olarak İslam'ı toplumsal bütünleşmeyi ve siyasî meşruluğu sağlamakta kullanmaktadır.

Prof. Dr. Mustafa Erdoğan'ın mevcut mevzuatı tarayarak hazırladığı bu "sözlük"e uygun bakış açısını, DGM Başsavcısı Nuh Mete Yüksel'in "İddianame"sinde de doğal olarak buluyoruz.

Neticede savcılar da, yargıçlar da, yürürlükteki yazılı hukuka göre, fiilleri ele alır..

İşte "İddianame"deki bazı suçlamalar.

Siyasi hedefler..

-Fethullah GÜLEN ilk etapta devlete karşı savaş vererek hedeflere ulaşmanın yıpratıcı olacağını teşhis etmiş, bu nedenle mevcut sistemi yıkma yerine, devlet modeline uygun bir örgütlenme ile devlete alternatif bir sistem kurmayı hedeflemiştir.

Bu nedenle tüm devlet organlarında yerel yönetimlerde sivil sektörde örgütlenmeyi hedeflemiştir.

-İleride devlet yönetimini kontrol altına alabilmek için kısa vadede tüm kadrolara yandaşlarının getirilmesi veya bu kadroları işgal edenlerin kendisine bağlanmasını hedeflemektedir. Uzun vadede ise tam bir kontrol sağlayabilmek amacıyla eğitim sektöründe yoğun bir faaliyet göstererek teşkilatlanma ve kadrolaşmayı yaygınlaştırmayı amaçlamaktadır.

-Ilımlı ve modern imajı ile siyasi partiler ve hatta Atatürkçü laik kesim içinde desteğini artırmaya çalışmaktadır.

Böylelikle Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde yandaşlarının mutlak çoğunluğu elde etmelerini sağlarken, hedeflediği teokratik diktatörlüğe yumuşak geçişi sağlamak için Başkanlık sistemini desteklemektedir. Fethullah GÜLEN hiçbir kuvvet tarafından geri adım atmaya zorlanamayacağı bir duruma ulaştığında Atatürk ilke ve inkılaplarını ortadan kaldırmayı, laik demokratik, sosyal hukuk devletini ortadan kaldırarak şeriat devleti kurmayı hedeflemektedir.

-Çizilen hoşgörü ve barış tabloları ile bazı devlet çevrelerini etkileyen Fethullah GÜLEN, hedefine ulaşıncaya kadar kamuoyu faaliyetlerine destek verdiği imajını yaratarak, toplumun gerçeği görmesinin önünü, ılımlı görünüşü ve demokrasi şemsiyesine sığınarak kesmektedir.

Cumhuriyet düzenine "Kefere düzeni" diyen bu şahıs, bugün bu düzeni ister görünerek, bazı kesimleri bu davranışına inandırabilmektedir.

-Fethullah GÜLEN oluşturduğu öğrenci seçme ekipleri ile köy ve semtleri dolaşarak zeki ve becerikli öğrencileri seçmekte, sağladığı imkanlar ile kendisine bağlamaktadır. Fethullah GÜLEN'in düşünceleri öğrencilere evlerde, okullarda, kamplarda beyin yıkama metotları ile öğretilmektedir. Bu toplantılarda Atatürk devrimleri ile toplumun İslam'dan ve inançtan uzaklaştırıldığı için Deccal (Ahirzamanda ortaya çıkacak fitnenin başı) olarak tanıtılmaktadır.

-Fethullah GÜLEN sahip olduğu imkanlar ile semavi dinlerin temsilcileri ile başlattığı diyalog vasıtası ile "Dünya Dinler Birliği" adı altında bir oluşuma zemin hazırlamış ve bu oluşum yönünde İslam dininin temsilcisi olma yönünde uluslararası alanda izlenen ve karşılıklı çıkarlara dayanan bir stratejinin ilk sayfalarını da açmıştır.

-Fethullah GÜLEN faaliyetlerinde gösterdiği gizlilik, taraftarlarının kendisine bağlılığı, etkili, kararlı ve merkeziyetçi yönetimi ile ülkemizin en güçlü irticai yapılanmasıdır.

-Fethullah GÜLEN şeriat düzeni hedefine ulaşmak için özellikle gençlik kesimini sabırlı bir yöntem ile kendisine bağlamayı hedefleyen bir strateji takip ederek bunlar vasıtasıyla toplumun bütününe hakim olmayı ve diğer yönden yürütme ve yasama erklerini hedefi doğrultusunda kullanmayı amaçlayan bir politika izlemektedir.

-Fethullah GÜLEN grubunun özellikle eğitim alanında zaman zaman devletten de ileri imkanlara sahip olduğu gözlenmektedir. Fethullah GÜLEN grubu planlı, programlı, sinsi çalışmalarının önünde tek engel olarak Türk Silahlı Kuvvetleri'ni görmektedir.

-Türk Silahlı Kuvvetleri'ne karşı uyguladığı politika, hoş görünme, Türk Silahlı Kuvvetleri'ne karşı bazı politikacılardan alınmış tavizlerle, polisi güçlendirme, böylece denge sağlama, etkinleştiği polis camiasını gerektiğinde Türk Silahlı Kuvvetleri'ne karşı kullanma şeklindedir.

Türk Silahlı Kuvvetleri'ni ele geçirme amacıyla sızma politikasını sessiz ve derinden devam ettirmektedir.

Türk Silahlı Kuvvetleri mensupları arasına sızma çalışmalarının yanısıra subay ve astsubay çocuklarını kendi okullarına ve dershanelerine kaydettirmeye, yetiştirilen bu çocukları askeri okullara sokmaya çalışmaktadırlar.

Fethullah GÜLEN tarafından, Silahlı Kuvvetler içinde yapılanabilmek ve ileride etkinliğe kavuşabilmek amacıyla yeni projeler üretilmeye başlanmış, bu çerçevede askeri okullarda okuyan öğrenciler önce fiili hedef olarak belirlenmiş kültür düzeyi yüksek, kendine bağlı, türban takmayan bayanların askeri öğrenciler ile tanışmaları ve evlenmelerinin sağlanabilmesi için gerekli vasatı sağlayacak bir yapılanmaya gitmiştir. Fethullah GÜLEN bu yöntem ile 10 yıl içinde Türk Silahlı Kuvvetleri içinde söz sahibi olacağı bir konuma gelmeyi planlamaktadır. Burada "iddianame"deki suçlamaları da okuduktan sonra, tartışmamız gereken konulardan biri, tabiî ki "din ve İslam dini nedir" şeklinde beliriyor.

Önce şu gerçeği vurgulayalım..

-Dinler ve özellikle İslam, sadece "inanç" ve bireyle Allah arasındaki "özel ilişki" değildir. Özellikle İslam, günlük yaşama, geleneklere ve toplumsal ilişkilere en derin biçimde girmiştir.. Mezhepler, tarikatlar, cemaatler de, bu açıdan, toplumsal birer oluşumdur.

Değerli sosyolog Prof. Dr. Nilüfer Göle, toplumsal bir gerçek olan İslam'ın, Fethullah Gülen Hareketi ile de gündeme gelen yeni yapılanmasını şöyle yorumluyor..

Prof. Dr. Göle'nin "İslamın Yeni Kamusal Yüzleri" adlı kitaba yazdığı ön-sözden alarak, konuyu irdeleyelim (Bir Atölye Çalışması-Metis Yayınları-2000)

İslam'ın yeni yüzleri

-Bugünkü İslami hareketleri Batı modernliği karşısında dinsel hatta medeniyetsel bir farklılık iddiası belirliyor. Batılı yeni toplumsal hareketlerden farklı olarak İslami hareketler topyekûn değişim stratejileriyle ortaya çıkmış, bu nedenle sivil toplumun üyesi ve çoğulculuğun bir öğesi olarak değil, totaliter ve tekçi hareketlerin miras çizgisinde birleşmişlerdir. Özellikle İran İslami Devrimi'yle birlikte, tüm toplumun yukarıdan aşağıya, yönetim biçiminden bilime, yaşam biçimlerine, kişilik oluşumuna ve inanç dünyasına kadar İslamileştirilmesini amaçlamışlardır. Ancak İran Devrimi'nin bizzat kendisinin bugün geldiği aşama, devrimle gelen farklılık iddiasının ancak zorlayıcı, baskıcı ve kapalı rejimlerle mümkün olduğunu ortaya koyuyor ve İslami hareketlerin, tekçi projelerinin sınırlarını görmeleri, özeleştirilerini yapmaları için iyi bir örnek oluşturuyor. Nitekim Siyasal İslam'ın sonu, Post-İslamizm gibi tezler de İslami hareketlerin giderek siyasal devrimci emellerinden vazgeçtikleri olgusuna işaret ediyor.

-Siyasal İslam yerine Kültürel İslam hareketin dinamiklerinin daha belirleyici olduğunu başka bir yerde ileri sürmüştüm. Bu nedenle İslami hareketleri devrimci sol hareketlerin merceğinde okumak yetersiz kalmaktaydı. Kadınların yeni toplumsal aktörler olarak İslami hareketler içinde yer alması, başörtüsü simgesi, kamusal alanda İslami farklılık ilkesinin sergilenişi, ahlaki konulara verilen önem, cinsellik ve gövdenin siyaset alanına girmesi gibi konular yeni İslami hareketleri belirlemekte ve farklı bir sosyolojik analiz gerektirmekteydi. Sınıfsal çelişkilerin ekonomi-politik bir temellendirme ile ifade bulmadığını, daha ziyade kültürel-politik alanda yer aldığını görmekteyiz. Habitus diyebileceğimiz, yaşam biçimlerinin şekillendiği ve toplumsal farklılıkların temellendiği alan, modernist ve İslami kesimler arasındaki en önemli çatışma ekseni olarak karşımıza çıkıyor. Bu nedenle İslamcı/modernist çelişkisi "Müslüman toplum-laik devlet" ekseninde değil, yatay bir toplumsal ilişki olarak gündelik yaşam biçimlerimizde, zevk tanımlarımızda, kadın-erkek ilişkisi anlayışımızda, bedenlerimizi sergileyiş biçimlerimizde, iç mekânlarımızı nasıl kullandığımızda, inanç ve dünyevi işlerimizi nasıl düzenlediğimizde tanımlanmaktadır. Diğer yandan bu yaşamsal alan bilinçli bir biçimde yeniden kurgulanmaktadır. İslami hareket kültürel farklılığın üzerine çalışılmasını, kimliklerin yeniden kurgulanmasını mümkün kılmaktadır. İslami hareket Müslüman kimliğin yeni bir tanımına, modern dünya içerisinde farklı bir konumlanışına talip olmaktadır. Kamusal alanda farklılığını talepkâr bir biçimde görünür kılmaktadır. Böylelikle, Türkiye'de modernleşmenin taşıyıcılığını yapan, burjuvaziden ziyade Aydınlanmacı seçkinlerin oluşturduğu ve liberal görüşten çok devlet otoritesi altında gelişen kamusal alanın homojen yapısını ve laik kurallarını zorlamakta, politik çatışma yaratmaktadır.

İslam'ın modernliği

Görüldüğü gibi "din"i de, sadece ceza yasaları ve iddianamelerle yorumlamak, yeterli değil..

Prof. Dr. Nilüfer Göle, "İslam'ın modernliği"ni ele alırken, bu olaydan tüm toplumun nasıl etkilendiğini de yorumluyor..

-Çatışmacı bir biçimde de olsa, bugün İslami ve modern kesimlerin, söylemlerin, yaşam biçimlerinin birbiriyle konuşmaya başladığı, birbirinden etkilendikleri ve böylelikle değişime uğradıkları gözlemlenmektedir. İslam, vicdan, aile ve cemaat dünyalarından çıkıp, eğitim, piyasa ekonomisi, iletişim, tüketim ve sivil topluma doğru açıldıkça modern toplumun gereksinimleri ışığında kendi yasakçı sınırlarını aşmak zorunda kalmakta, ama aynı zamanda bu alanları da değişime uğratmaktadır. İslam ve modern mekânlar arasında örülen, örtüşen ilişkiler ya da çekilmekte olan yeni sınırlar, duvarlar bu atölye çalışmasının ilgi alanı içinde. İslam'ın modernliğin eleştirisinde nereye kadar yeni bir kültürel ve sosyal kaynak oluşturabileceği, ya da tersine, bireyci-hazcı toplumun, piyasanın dayattığı dünyevi günlük zamanın, iletişim şeffaflığının tüm farklılık arayışlarını nereye kadar silip süpüreceği sorusu bu atölye çalışmasının göğüslediği bir soru değil; ama kuşkusuz araştırmaların sonucunda zihinde oluşan bir soru bul.

-İslami hareketlerin siyasi iktidar stratejilerinin ötesinde kültürel bir boyut taşıdığı tezi bu soruyu ister istemez sordurtuyor: İslam'ın modernlikle eleştirel karşılaşmasında, gelenek ve dinin yeniden harmanlanması sonucu söyleyebileceği yeni bir söz, yaratabileceği bir etik-estetik anlayış, yeni bir özne-toplumsallık ilişkisi, yeni bir medeniyet kaynağı olabilir mi? Modernliği kayıtsız şartsız kabul etmiş bir toplumda bu soruyu sormak yadırgatıcı olabilir. Ancak unutulmamalıdır ki modernliğin en önemli özelliği modernliğin eleştirisini birlikte geliştirmesidir. Modernlik, sürekli olarak kendi kendini gözden geçiren -ütopyalar adına totaliter canavarlar doğurmuş, sanayi adına çevreyi kirletmiş, iş adına bireyi yabancılaştırmış, rekabet adına eşitsizlikler üretmiş olmak gibi- hatalarını aşmaya çalışan bir programdır. Marksizm, çevrecilik, feminizm, post-modernizm, insan hakları ve son olarak da Seattle'da ortaya çıkan küreselleşme karşıtı protestolar, içerden oluşan eleştirinin örneklerini oluşturuyor. Modern toplumlar modernliğin eleştirisiyle birlikte, alternatif arayışlarıyla kendilerini sürekli aşmaktadırlar. Batı-dışı toplumlarda ise modernliğin eleştirisinden çok modernliğin reddinin ve inkârının yasakçı bir biçimde dayatılmak istendiğini görüyoruz. Türkiye toplumunun özelliği ise modernliği artık içerden, sadece dikey, yani dayatmacı değil, yatay bir biçimde yani toplumsal aktörler arası etkileşimle birlikte, sadece kurumlar düzeyinde değil aynı zamanda toplumsal muhayyilenin kavramlarını sahiplenerek yaşamakta oluşudur.

Göle'nin ön-sözünü yazdığı "Atölye Çalışması"nda Fethullah Gülen Hareketi de, "İslamın Yeni Yüzleri" arasındadır..

Prof. Göle, "Gülen Hareketi"ni, Savcı Yüksel'den farklı değerlendiriyor ve şöyle diyor:

-Kutsal söylem ve dini inançlarla dünyevi çıkarlar arasında köprü kuran Fethullah Gülen Hareketi, modern eğitim, ticaret, medya kurumlarına İslami bir maya katıyor. Radikal İslamcı hareketlerden farklı olarak sistem karşıtı, devlet muhalifi olarak konumlanmayan bu hareketin, dindar ve muhafazakâr Müslüman kimliğini nasıl önce cemaat bazında yeniden ürettiğini, yaygınlaştırdığını ve nihayet kendi kamusal kurumları aracılığıyla bu kimliğe meşruiyet kazandırmaya çalıştığını görüyoruz.

Sosyoloji bilminin bu bakış açısını biliyoruz.. Savcıların bakış açısını da biliyoruz.. Acaba Fethullah Gülen, kendisine hangi açıdan bakıyor?

Gülen ve kendisi

"Kanal-D"de yayınlanan programda, Yalçın Doğan'ın sorularına cevap verirken, kendisini de yorumlamaya çalışıyor:

Y.D- Bir şey sormayı unuttum size. Siz ne kadar geniş bir kitleye rehberlik ediyorsunuz, onlara yön veriyorsunuz?

F.G- Evvelâ, o rehberlik meselesini müsaadenizle kabul edemeyeceğim. Hiçbir zaman rehber olamadım. Hele iyi bir rehber hiç olamadım. Kitle meselesine gelince: Millet beni cami kürsülerinde tanıdı. Bazan çok geniş bir alanda vaaz etme imkanı oldu. Mesela İzmir'e tayin edildiğimde, Diyanet beni bölgede istihdam etti. Türkiye'de vaaz veya konferans için gitmediğim bir-iki vilayet vardır. Bu açıdan geniş kitleler tarafından hakkım olmadığı, liyakatim de olmadığı halde tanınma maruziyeti mi diyelim, mağduriyeti mi diyelim, mazhariyeti mi diyelim bilemeyeceğim ben. Böyle bir tanınma sözkonusudur. Ama fakiri tanıyan bu insanlar arasında siz, eğitim dediğiniz zaman eğitime yönelecek; himmetlerinizi, imkanlarınızı bir araya getirerek finans kurumları veya banka gibi şeyler tesis edin dediğiniz zaman sözünüzün, sazınızın geçtiği dairenin çerçevesini şimdi bilemeyeceğim, öyle bir test yapmadım, anket yapmadım; ne kadar insan kabulleniyor, ne kadar insan seviyor? Bunu test etmedim. Fakat bir yönüyle de o beni rahatsız ediyor. Bana bir cemaatin önünde bir rehber gibi bakılması, hatta daha mübalağalı olarak, bir lider gibi bakılması, bir cemaati sevk ve idare etme mevkiinde bir insan gibi bakılması, bağışlarsanız bana hakaret gibi geliyor.

Y.D- Estağfirullah!

F.G- Çok samimi söylüyorum. Bunları bana saygısızlık yapılmış gibi kabul ediyorum. Ben düz bir insanım ve ondan çok hoşnudum. Hazreti Ali'nin mülahazasıyla, "Kün ındennesi, ferden minennâs- İnsanlar yanında insanlardan bir insan olsun." Hatta şimdilerde Rabbim'le başbaşa kaldığım zaman dileklerimde, münacaatlarımda "Bunlar bana göre çok fazla, emanetini al, beni bu ağır, hacaletli yükten kurtar" dediğim çoktur.

Y.D- Bunlar sizin tevazunuz herhalde.

F.G- Estağfirullah.

Unutmayalım ki bu görüşler, 28 Şubat muhtırasından sonra açıklanmaktadır ve o söyleşide Fethullah Gülen, "Erbakan Hükümeti"nin ayrılması gerektiğini söylemektedir.

"Fırtına"nın gelmekte olduğunu hissetmiştir.

F.G- Askerlerimiz bir yönüyle yaptıkları şeylerden ötürü, bazı çevrelerce belki antidemokratik davranıyor sayılabilirler. Ama onlar konumlarının gereğini, Anayasa'nın kendilerine verdiği şeyleri yerine getiriyorlar. Hatta dahası, ben zannediyorum onlar, bazı sivil kesimlerden daha demokrat, biraz evvel arzettiğim mülahazalar açısından herhalde onların temsil ettikleri kuvvet, şu partiler arasında birbirini istemeyen insanların elinde olsa, bir gece hızlıca bir baskınla gelirler hasımlarını, bertaraf eder ve yerlerine otururlar. Evet kuvvet ellerinde olduğu halde, çok mantıki davranıyorlar, çok muhakemeli davranıyorlar. Epey zamandan beri his öne çıkmıyor burada ve kuvvet, güç gösterisi şeklinde öne çıkmıyor. Bana demokraside daha dengeli geliyorlar. O açıdan öyle bir tehlikenin de olup olmadığını söyleyemeyeceğim. Başta arzettim. Ustura sırtında yaşanıyor. Bir kriz var. Geçmiş krizlerden daha büyük bir kriz. Ne olacağı belirsiz. Eskiden işin ne olacağı biraz belirliydi. Şimdi belirsiz olduğundan dolayı belki hepimiz birer kaos yaşıyoruz. İnşaallah neticesi hayırlı olur.

 

YARIN 13. BÖLÜM: Said Nursi ve bölünmeler

 


Kağıda basmak için tıklayın.



 


Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya | Kültür | Yazarlar | Spor | Bilişim | Dizi
İnteraktif: Mesaj Formu | ABONE FORMU | İNTERNET TARAMA FORMU | KÜNYE | ARŞİV


Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
© ALL RIGHTS RESERVED

Bu sitenin tasarım ve inşası, İNTERNET yayını ve tanıtımı, TALLANDTHIN Web tarafından yapılmaktadır. İçerik ve güncelleme Yeni Şafak Gazetesi İnternet Servisi tarafından gerçekleştirilmektir. Lütfen siteyle ilgili problemleri webmaster@tallandthin.com adresine bildiriniz...