T ü r k i y e ' n i n   B i r i k i m i

R Ö P O R T A J
Sorumluluk, 'Beyaz Türkler'in omuzunda

Sivil hareketlere "Beyaz Türkler"in öncülük yapması doğaldır. Bugün yiyecek ekmeğin peşinde milyonlarca insan var ve onlardan kendilerini ortaya atmasını beklemememiz lazım. Bu görev bizimdir çünkü bu toplum bizi öne çıkardı, bu toplum bizi yetiştirdi.

Güçlü Türkiye Projesi nedir? İnternet üzerinden siyaset nasıl oluyor?

Bir sivil siyasi inisiyatifiz ve iki senedir internet üzerinde daha çok bir tartışma ve haberleşme grubuyuz. Şu anda çok çeşitli meslek gruplarından kamuoyu önderlerinin aralarında bulunduğu 1200'e yakın üyemiz var. Türkiye'nin ve dünyanın sıcak konularını kendi aramızda tartışıyoruz kanaat oluşturuyoruz ama kendimizi de bu faaliyetle sınırlamak da istemiyoruz. Mevcut siyasi yapı Türkiye'yi taşıyamıyor ve bu sorun her geçen büyüyor. Siyasette yeni yapılanmalara ihtiyaç olduğu düşüncesindeyiz. Bizim üzerinde odaklandığımız konu budur. Siyasi bir teşkilatlanma modeliyle hareket etmiyoruz. İnternet aracılığıyla açılım sağlıyoruz ama henüz bunu diğer alanlarda yaygınlaştıramadık. Siyasette kararlı bir örgütlenmeye gideceğimizin, bir parti kuracağımızın işaretlerini vermediğimiz için bu heyecanı geniş kesimlere aktarma fırsatı bulamadık.

Türkiye için dertlenmek son zamanlarda moda oldu. Herkes de üç aşağı beş yukarı benzer tesbitlerde buluşuyor. Bu telaşın sebebi ne, insanlar neden birdenbire yeniden yapılanma sevdasına düştü?

Türkiye hakeettiği bir konumda değil. Çok önemli ve güçlü bir ülke olmasına rağmen bu potansiyelini kullanamıyor. Türk halkı çalışkan bir halk; iyi kötü insan gücü yetiştirdik. Fırsat verildiğinde de başarılara imza atılıyor. Mesela, Almanya'daki üçüncü kuşak girişimciler, Tofaş'ın Doblo ihracatı buna bir örnek. İşgücü olarak ucuz ama çok iyi yetişmiş bir insan gücüne sahibiz. Türkiye, huzur bulduğu takdirde çevresini de bundan çok geniş bir şekilde yararlandırabilecek bir ülke. Bizim telaşımızın sebebi bu potansiyeldir.

Türkiye'deki yaratıcılığın önündeki engel, yani fırsatları bloke eden irade merkezde örgütlenmiş durumda. Acaba bu yapı ülkeye yaptığı kötülüklerin, Türkiye'nin dibe vurduğunun farkında mıdır?

Eminim ki farkediyorlar. Burada öncelikli olarak bir güven problemi var. Birbirimize güvenmiyoruz ve özgüvenimiz de az. İstikrar tanımı bu nedenle farklılaşıyor. Türkiye'deki bu yapı ile Avrupa Birliği'nin felsefesi arasında şöyle bir fark var. Her devlet, her toplum istikrar arar. AB istikrarı özgürlük, zenginlik ve güvenlikte görüyor. Özgürlük olmadıkça zenginlik olamıyor ve güvenlik sağlanamıyor. Türkiye, özellikle cumhuriyetin kuruluşundan beri önce güvenlik üretmek istedi, sonra zenginlik, ondan sonra da özgürlük. Bu sıra tutmadı ama 12 Eylül darbesi ile bu tutum daha da pekişti. Birey dışlandı devlet öne çıkarıldı. Adalet Bakanı diyor ki, "Devlet Nevruz'un şöyle şöyle kutlanmasını istiyor." Düşünebiliyor musunuz tamamen soyut bir varlığa tamamen somut bir anlam yüklenmiş durumda. Böyle bir bakanın özgürlüklerin önünü açması mümkün değil.

Peki sizin zihninizdeki devletin hacmi ne? Neye benzeyecek devlet?

Şimdi, devletin küçültülmesi diye bir kavram var. Herkes de bunu söylüyor ama bir kere büyüyen devlet öyle kolay kolay küçülmez. O yüzden devletin mümkün olduğu kadar vatandaşa bırakabileceği işlerden çekilmesi lazım. Ama bizdeki sistem öyle dizayn edilmiş ki, bu yapı devletin elindeki hiçbir şeyi bırakmaması üzerine kuruludur.

Üstelik Türkiye'nin sorunu teknik de değildir. Yani enflasyonu üç puan indirmek, büyümeyi bir puan artırmak değil. Milli geliri 3 bin dolara çıkarırız sonra tekrar 2 bin dolara iner. Önce insan demeden Türkiye problemini çözemez.

Yani mevcut metabolizmaya ne kadar ilaç zerkederseniz zerkedin, hastalığın yeniden nüksetmesi kaçınılmaz...

Evet öyle. Zaten gelinen noktada 200 milyar dolarlık ağır bir borç yükü var. Bu borcun altından kalkabilmek için mutlaka katma değeri yüksek ürünler üretmek ve bunu bütün dünyaya satabilmek zorundayız. Bu üretimin yolu da düşünce ve ifade özgürlüğünü genişletmektir. Özgürlük, üretimle son derece ilgili bir konudur. Dünyadaki rekabete dayanabilmek için insan beynine ihtiyacınız var. Bunun için de o beyinleri kısıtlamamalısınız.

Ama ne yazık ki bu ülkede bütün açılım imkanlarının kaynağı devlet. Atılacak her adım için onun işaret ettiği şeylerden başkası anlamsız...

Evet, bu konu mesela AB olayında açıkça görülüyor. Avrupa Birliği konusu bir devlet değil tamamen bir sivil toplum projesidir. Bu projeyi şimdiki haline getiren devletler değil üye ülkelerdeki sivil toplum hareketleridir. Bize bakıyorsunuz anketlerde yüzde 70 destek var ama toplum bunun gereğini yerine getirmiyor. Tek taraflı olarak asker-sivil bürokrasiyi de suçlamamak lazım. Toplum kendi meselesine yeterince sahip çıkmıyor. Bin tane üniversite öğrencisi toplansa ve "Biz kendi geleceğimiz için AB'ye girmek istiyoruz" dese, buna kim kayıtsız kalabilir...

"Temiz toplum" talebinin başarısızlıkla sonuçlanmasının nedeni de toplumun elini taşın altına koymaması olabilir mi?

Burada esas suçlu aşırı merkeziyetçi yapıdır. Türkiye, 1980'den önce böyle bir ülke değildi. Biz, özünde namuslu ve ahlaklı insanlarız. Ama dünya tecrübesi şunu gösteriyor ki aşırı merkeziyetçi yapılar mutlaka yolsuzluk üretiyor çünkü sahibi yok. Bugün bir devlet fabrikasının, ormanın, bankanın sahibi yok. Bir de 20 senedir yüksek enflasyonla yaşamış bir toplumda ne ahlaki değer kalır, ne de birşey... Halk tavrını ve taleplerini ortaya koydu ama karşımızdaki oligarşik yapı bu talepleri boşa çıkardı. Bu da doğal olarak halkta çekingenlik ve isteksizlik doğuruyor.

Bu çekingenlik yüzünden mi, yeniden yapılanma talebi içeren hareketler geniş halk kitlelerinden değil daha çok sizin gibi elitist, "Beyaz Türkler"den geliyor?

Böyle olması doğaldır. Bugün yiyecek ekmeğin peşinde milyonlarca insan var ve onlardan kendilerini ortaya atmasını beklemememiz lazım. Bu onlara haksızlık olur. Bu görev bizimdir çünkü bu toplum bizi öne çıkardı, bu toplum bizi yetiştirdi. Benim üzerinde çok fazla insanın emeği var. Tabii ki ben bu emeği bu topluma ödemek zorundayız. Doğru bildiklerimi söylemek zorundayım ve risk almak zorundayım. Bu bize düşer. Ama şimdiye kadar ciddi bir seçenek oluşturamadığımız için de kendimi suçluyorum. Belki benim bir süre de olsa işimi gücümü ihmal edip daha fazla vakit ayırmalıydım. Yeterince fedakarlık ettiğimiz de söylenemez. Mevcut siyasi oluşumları eleştiriyoruz ama onlar kadar siyasete sahip çıkmıyoruz.

Yine de işinizi gücünüzü bırakıp ortaya atılmayın. Bu ülkede alkış tutup "bravo capitano" diyen çok olur ama sonra ortalıkta kalakalırsınız...

Olabilir ama eğer heyecanınız varsa bunu denemelisiniz. Yalnız kalırsanız da "denedim ama olmadı" der, hiç olmazsa iç huzuruna kavuşurunuz. Halk sanıldığı gibi tutucu değil. Ama, halk bu hareketlerin sebatkar olmasını istiyor. Sebat etmek lazım. Ben çıktım hemen yüzde 40 oy almam lazım gibi birşey dünyada yok. Yenilerde sebat olmayınca herşeye rağmen eski partiler yaşamaya devam ediyorlar.

Bu faaliyetlerinize merkezin, askerin, bürokrasinin tepkisi nasıl? Bunu ölçebiliyor musunuz?

Siyasi partilerden, milletvekillerinden çok olumlu tepkiler alıyoruz. Kendimizi de birşeye karşı ilan etmiyoruz. Zaten, bizim muhatabımız da askerler değil onların amiri olan başbakandır. Askerler bizim siyasi muhatabımız değil, onlarla bir etkileşim içinde olmamız beklenemez. Bürokrasiden bizi izleyen insanlar var, başka internet grupları var. Herkesi etkilemeye ve herkesten etkilenmeye çalışıyoruz.


 
DOÇ. DR. MELİH BULUT
BİR SİVİL TOPLUM MÜTEHASSISI

Melih Bulut: Toplum meselelerine el atamıyor, ekmek derdi büyük
O beni yazılarımdan tanıyordu. Ben de onu YDH ile başlayan ve şimdilerde internet üzerinde iyiden iyiye toplumsal muhalefet, hatta "sanal iktidar" gücüne ulaşan sivil öncülük kariyerinden tanıyordum. İlk karşılaşmamızda sanki yıllardır hep bir aradaymışız gibi, konuya girmemiz 15 saniyeyi aldı. Aslında, doktorların siyasetle ilgilenmesi alışık olunmayan bir şey değil . Malum tıbbiyeden bol bol siyasetçi arada bir de doktor çıkar! Ama, kariyerini hem tababet, hem siyaset hem de sivil muhalefet ekseninde sürdürebilen pek azdır. Kamuoyu onu, bir "sivil toplum mütehassısı" olarak tanıyor. Konu şu... Bir şey söylersiniz, sözünüz çok beğenilir veya sizi yuhalarlar. Ama önce, hepsinden önce söyleyebilmeniz lazım. İşte "doktor"un ve arkadaşlarının yapmak istediği bu, herkesin söyleyebilme hakkını doğru bir zemine oturtabilmek.

AB'nin önünü tıkayan Mesut Yılmaz'dır
Mustafa Kemal, Sadi-i Nursi'nin Meclis'te beyanname dağıtmasından rahatsız oluyor. "Hocam siz geldiniz, hemen namazdan başladınız. Biz millet için çalışıyoruz, ibadete vaktimiz fazla olmuyor" falan diyor. Üstad'da Allah'a karşı vazifelerin önemini anlatıyor. Mustafa Kemal bunun üzerine Üstad'ın koluna girip onu odasına götürüyor ve burada bir saat tartışıyorlar. Anlaşamıyorlar ve üstad ayrılıp Van'a çekiliyor. Bu kadrolarla hayalini kurduğu cumhuriyet ve demokrasi sistemini sağlamak mümkün değildi. Onlarla kavga etmeyi de yeğlemiyordu.
Yoğun bir tartışma faaliyeti içindesiniz ama F tipi cezaevi, başörtüsü ya da işkence sorunları gibi kriz noktalarında hiç görünmüyorsunuz. Bundan özellikle kaçınıyorsunuz?
Hayır hayır kaçınmıyoruz. Yokuz çünkü hepimiz yoğun bir çalışma faaliyeti içindeyiz. Ama biz 312 ve 159 konusunda, işkence karşıtlığında yoğun bir çalışma yürüttük. Biz kutuplaşmalardan hoşlanmayan bir grubuz, bundan hiç hazzetmiyoruz. AB meselesi de öyle. Tabiî tartışılacak ama mesela, Mesut Yılmaz'ın bu işi bu kadar kutuplaştırması sonuçta MGK Genel Sekreteri'nin o konuşmasına yol açar. AB'nin önünü tıkayan kim derseniz, bunun cevabı Mesut Yılmaz'dır derim. Çünkü bu konuyu kutuplaştırıyor. Kutuplaşmayalım ama, şimdi başörtüsü takanların elinden bunun için ne gelir?
Zaten bizim iddiamız o. Burada ceremeyi çeken insanlar oluyor. Üniversitelerde başörtüsü serbest bırakılmalıdır. Zaten, üniversitelerde bu kadar sıkı bir kılık-kıyafet yönetmeliği uygulanamaz, mantığa ve özgürlüğe aykırıdır. Türkiye bu sorunu acilen çözmelidir. 13 yaşındaki çocuğa kelepçe takmak ayıbından kurtulmalıdır.
Gerçeği söyleyin doktor, hasta kurtulabilecek mi?
Türkiye'den ümitli olmamak için hiçbir sebep yok. Ama kolay çözüm, mesela AB'ye girelim bütün sorunlarımız çözülür gibi bir şey de yok. Tartışmamız ve bunu birbirimizi dışlamadan yapmamız lazım. Farklılıklarımızı kabul etmek zorundayız çünkü en yakın arkadaşımız, eşimiz ve çocuklarımız bile bizden farklı. Tek tek bireyler olarak demokratlığı başarırsak, genel olarak demokrasiyi başarırız. Ankara da biraz vatandaşa güvenmeye başlamalı artık. Bize güvenmedikçe bizden uzaklaşıyorlar ve bu da onlar için iyi bir şey değil.
31 Mart 2002
Pazar
 
 
Künye
Temsilcilikler
Reklam Tarifesi
Abone Formu
Mesaj Formu
Ana Sayfa | Gündem | Politika| Ekonomi | Dünya
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon| Hayat| Arşiv
Bilişim
| Aktüel | Dizi | Röportaj | Karikatür

Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
© ALL RIGHTS RESERVED