AYDINLIK TÜRKİYE'NİN HABERCİSİ

K R O N İ K  M E D Y A
Bir gazete çıksa, 'bakanlık muhabirliği' oluştursa…

Gazetelerimizin "parti muhabirleri" var, "parlamento muhabirleri" var fakat "bakanlık muhabirleri" yok. Bu tablo, basının "siyaset"i algılama tarzına dair bir şeyler söylemiyor mu? Bizce söylüyor…

Ahmet Altan'ın Güneş gazetesinin genel yayın yönetmenliğini yaptığı o kısa dönemde (1990'ların başı) gazetenin yazıişlerinde çalışanlar bilir: Altan, Ankara Bürosu'na "Bırakın parlamentoyu, bırakın siyasi partileri, bakanlıklara gidin" derdi hep. Çünkü biliyordu ki, toplumun başına gelecek iyi-kötü her şey oralarda kotarılırdı ve ancak bakanlıkları izleyen bir gazete "başımıza gelecekler" konusunda öbür gazeteleri atlatan haberler verebilirdi. (Altan'ın sessiz ama kararlı bir direnişle karşılaştığını, çabasında hiçbir mesafe kaydedemediğini söylemeye gerek var mı?)

"Siyaset"in toplumsal-kamusal hayata ilişkin düşünce-proje geliştirmek ve bu yönde tartışmak yerine "laf oturtmak" olarak algılandığı bir ülkede, basının "bakanlıklar"ı değil de "siyasi partileri" (aslında siyasi parti liderlerini) izlemesi gayet anlaşılır bir şey…

Böyle olunca, mesela Enerji Bakanlığı'nda yürütülen (birazdan aktaracağımız haber bu bakanlıkla ilgili olduğu için Enerji Bakanlığı örneğini veriyoruz) çok önemli, hepimizin hayatıyla ilgili bir çalışmadan hiç haberimiz olmaz da, Başbakan'ın ya da muhalefet partisi liderinin, karşı tarafı "mat eden" sözlerini bütün gazetelerde okuyabiliriz…

BAKANLIKTAKİ ÖNEMLİ ÇALIŞMA

Bütün bunları bize, Star gazetesi yazarı Taşkın Şenol'un geçen hafta içinde kaleme aldığı "AKP'yi kutluyorum" başlıklı yazısı hatırlattı. Önce yazıdan bizi ilgilendiren bölümü aktaralım:

"AKP'ye oy vermiş bazı okurlar sık sık soruyorlar. Yahu bu hükümetin hiç mi olumlu icraatı yok; hep eleştiriyorsun, diye... Pazartesi gecesi, Star TV'de yayınlanan Kırmızı Koltuk Programı'nda duyduklarım, olumlu icraatlar olduğunun, bu yönde Türkiye'nin yararına işler yapıldığının habercisiydi. Can Ataklı'nın sorularını cevaplayan Enerji Bakanı Hilmi Güler, Türkiye'nin belini doğrultamamasının en büyük nedeni olan 'pahalı doğalgaz-pahalı elektrik sarmalı'ndan kurtulmamız için ne kadar uğraş verildiğini gösterdi... Ekranın karşısından bir dakika ayrılamadım...

"Enerji Bakanı Hilmi Güler, '16-17 cente elektrik almak zorunda kaldığımız 5 mobil santralde üretimi durdurma kararı aldık. Buradan doğan elektrik açığını hidroelektrik santrallerden karşılayacağız. Sözleşmeden doğan tazminatlarını ödeyeceğiz. Buna rağmen kâr edeceğiz' dedi..."

OYSA NE KADAR ÇOK YAKINMIŞTIK

Meseleyi hatırladınız değil mi? Hani eski hükümetler döneminde basının sıkça gündeme getirdiği "doğal gazdan pahalı elektrik üretimi" meselesi… Taşkın Şenol'un hatırlattığı gibi: Hani geçmiş enerji bakanlarına "Niye pahalı elektriği almakta ısrar ediyorsunuz" diye sorulurdu, onlar da "Ne yapalım, sözleşmede al ya da öde, maddesi var..." derlerdi. Ve bu pahalı elektriği almak için 0.2 cente elektrik üreten hidroelektrik santralleri kapatmayı veya kapasitesini düşürmeyi tercih ederlerdi...

"Şimdi ortaya çıkıyor ki" diyor Şenol, "sözleşmeden doğan tazminatları ödediğiniz halde, yani çalışmayan mobil santralin işçisinin parasını tıkır tıkır verdiğiniz halde devlet bu işten kârlı çıkıyor..."

Görüyorsunuz, yıllardır tartıştığımız büyük ve "absürd" bir sorun, eski hükümetlerin iddialarının tersine, hiçbir toplumsal zarara yol açmadan halledilme yoluna girivermiş. Fakat biz bunu, bir TV'nin ilgili bakanla yaptığı "genel" bir sohbet sırasında "tesadüfen" öğreniyoruz.

Bir gazete düşünün: Onun bir enerji muhabiri var ve Enerji Bakanlığı'nda ne çalışma yapılıyorsa tümünü harıl harıl izliyor, okurlara aktarıyor. Enerji Bakanlığı'ndaki bu çok önemli çalışmadan da sadece o gazetenin okurlarının haberi olacak…

Önemli bakanlıklarda muhabirleri olan bir gazetenin "atlatacağı" haber sayısını düşünebiliyor musunuz? (A.G.)

Başbakan'ın medyayı hedef alan sözleri

Madem ki "medya eleştirisi" gibi bir işe soyunmuş bir sayfayız, Başbakan Tayyip Erdoğan'ın geçtiğimiz hafta hakkında çok yazılıp çizilen medya değerlendirmesi hakkında iki söz de biz edelim!

Söylediğimiz gibi Başbakan'ın AKP Grubu'nda medyaya ilişkin sarfettiği sözler çok tepki çekti. Hatta öyle ki, "köşe"lerden yükselen itirazlar hafta sonuna kadar devam etti. Mesela Hürriyet'ten Oktay Ekşi'den gecikmeden gelen itiraz; Vatan'dan Ruşen Çakır, Cumhuriyet'ten Ali Sirmen, Hürriyet'ten Tufan Türenç ve Sabah'tan Ergun Babahan'ın yazıları...

Başbakan'ın bu konuşmasına Türkiye Gazeteciler Cemiyeti de tepki gösterdi. Ayrıca Çağdaş Gazeteciler Derneği'nin "Medyanın nasıl davranması gerektiğini söylemek siyasal iktidarlara ait bir hak ve yetki olmamalıdır" şeklindeki doğru açıklamasına da tanık olduk.

Yalan değil; Başbakan, "savaş konusunda felaket senaryoları" kaleme alanlardan söz edip, ülkenin "haber ve yorum kirliliği" ile karşılaştığını söylerken üslubu açısından da çok hiddetliydi....

Köşeyazarları ise bu sözleri "inandırıcılıktan yoksun", "DP dönemini fazlasıyla hatırlatır bir tarza sahip", "beceriksizlikten kaynaklanan bir kızgınlığın eseri" vs. olarak değerlendirdi.

Bütün bu eleştirilerin hemen hepsinde özellikle altı çizilen husus (Ekşi'nin yazısının başlığıyla söyleyecek olursak) asıl olarak "medya ile kavga" faslıydı. Doğrusu bu çerçevede söylenenlerin büyük bölümü yerindeydi de... Bir iktidarın durduk yerde medyaya celallenmesinin ne âlemi vardı...

Ancak bize göre, Başbakan'ın konuşmasındaki şu sözlere özellikle dikkat çekmek daha doğru bir seçim olurdu:

"Medya adeta kendi hükümetini karalayan, tezyif eden, bütün kuruluşları yok farz eden ve kendi hükümetine, uluslararası münasebetlerin ve savaşın cereyan ettiği bir dönemde ulusal birliğimizi parçalamak için elinden gelen her şeyi yapmıştır."

Takdir edersiniz ki yenilir yutulur türden sözler değil bu!

Belki içinizden bazıları "Ne yani, yalan mı?" diye itiraz edebilir. Hemen cevap verelim:

Medya içinde Başbakan'ın sıraladığı "günahlar"dan bazılarını işleyenler tabii ki mevcut. Ama bu böyle bile olsa, Başbakan'ın medyanın tamamını karşısına alan bu derece "genel" bir değerlendirme yapması doğru değil.

Bitmedi; Başbakan'ın sözleri içinde yer alan son fasıl, yani "ulusal birliğimizi parçalamak için elinden geleni yapanlar" faslı, sadece "haksız" ya da "yersiz" olarak nitelenmekle altından kalkılamayacak bir manzara arzediyor. Bu faslı "tehlikeli" olarak nitelemek de gerekiyor.

Bir ülke "medyası"nın görevleri ve sorumlulukları arasında "ulusal birliği" pekiştirmek gibi bir madde var mı? Irak savaşı boyunca özellikle Amerikan medyası tarafından sergilenen "ulusal birliğin çimentosu olmak" gib bir tavır sanki bir medya açısından büyük bir "erdem"miş gibi genelleştirilebilir ve hükümetlerce talep edilebilir mi?

Yanlış anlaşılmasın; medyanın asıl görevi tabii ki kamu yararı açısından ülkedeki "kuvvetler"in tarafsız denetimidir. Ama bu görevin, onun çoğu zaman hükümetlerle birlikte değişen ve dolayısıyla haddinden fazla "siyasal" nitelikte olan "ulusal birlik" idealinin "hizmetçisi" durumuna düşmesiyle eşanlamlı olduğunu kim iddia edebilir? (K.B.)

Sonuç hiç de fena değil: Üç gazetede birinci sayfa haberi

Sonuç Şişli Belediye Başkanı Mustafa Sarıgül'ü memnun etti mi bilmiyoruz ama bize sorarsanız rahatlıkla "Hiç de fena değil!" diyebiliriz....

Geçen hafta sonu hangi televizyon ekranını açsanız, "Mustafa Sarıgül'ün öncülüğünde" (Hürriyet) gerçekleşen büyük organizasyondan söz ediliyordu. Şişli Belediye Başkanı, bir öğrencinin "Anıtkabir'i görmek isterim" isteğinden hareketle tam 12 bin 500 çocuğu ailleleriyle birlikte Anıtkabir'e götürmeyi başardı sonunda...

Ve nihayet 21 Nisan tarihli gazeteler... Sarıgül'ün düzenlediği Anıtkabir gezisi hiç değilse üç gazetede (Hürriyet, Milliyet, Cumhuriyet) birinci sayfa haberi. Biraz daha gayret edilse "manşet" olması işten bile değilmiş...

"Kurnaz Başkan"ların "medya"yı nasıl kullanabildiklerinin iyi bir örneği doğrusu... Bakalım Sarıgül'ün bu büyük başarısına diğer belediye başkanlarından ne tür cevaplar gelecek? Belki içlerinden bazıları 12 bin 500 çocuğu az bulup sayıyı 25 bine yükseltmeyi deneyecek.

Hatırlayın; birkaç yıl önce yine medyanın tam desteğiyle "Dünyanın en büyük bayrağını biz dikeceğiz!" diye ortaya çıkan bir "bayrak yarışı"na da şahit olmamış mıydık? Sahi, bir futbol sahası büyüklüğündeki (hani Boğaz Köprüsü'ne asılıp da, yarattığı tehlikeden dolayı alelacele indirilen) o "dev bayrak" şimdi nerede acaba?

Sonuç: Medyanın "yumuşak bölgesi"ni gözeten "Başkan" malı götürür! (K.B.)


22 Nisan 2003
Salı
 
YÖNETENLER: Kürşat Bumin
Alper Görmüş


Künye
Temsilcilikler
AboneFormu
MesajFormu

Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv
Bilişim
| Dizi | Röportaj | Karikatür
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
© ALL RIGHTS RESERVED