T ü r k i y e ' n i n   B i r i k i m i

Y A Z A R L A R
İnsan gibi savaşanların savaşı...

Galatasaray Postanesi'nin önünde sereserpe yatıyor... Yedikule açıklarında teknelere yüklediği silahların akıbetini merak edip güpegündüz Anadolu direnişçilerine "şifreli telgraf" çekmeye yeltenirken teşhis edilip, devriye eri Hamilton tarafından vurulmuş.

Abdülkadir oğlu Hamdi.

"Mim Mim" Yüzbaşısı...

Çanakkale'de, Arıburnu'na çıkarma yapan ANZAK birlikleriyle savaşırken sol bacağından şarapnel yarası almış; görgü tanıkları hafifçe aksayarak postaneden çıktığını söylüyor.

Nasıl bir savaş bu?

Başkomutan Hamilton, "cephenin kuvvetlendirilmesi" lüzumunu hissedecek, adalardaki son ihtiyatları karaya çıkarmakla kalmayıp, Seddülbahir'de pusu tutmuş kuvvetleri de gizlice Arıburnu'na kaydıracaktır.

Anzaklar karaya çıktıklarından beri siperler, irtibat hendekleri, makinalı tüfek mevzileri kazıyorlar; elverişli gördükleri her sipere ağır obüs bataryalarını yerleştiriyorlar.

Cephe birazdan ağır makinalı ve obüs bataryalarının ateşiyle hallaç pamuğu gibi atılacak, Abdülkadir oğlu Hamdi bir nekkare katırının sırtında, ağır yaralı, Sıhhiye Bölüğü'ne yollanırken gözünü kırpıştırıp bakacaktır.

Yanıbaşında elbette "refakatçi" niyetine iki adet Mehmetçik.

Şaşkın, hüzünlü, dağılmış, öyle bakıyorlar...

Çanakkale'de General Hamilton'a dünyayı dar et, gel Galatasaray Postanesi önünde devriye eri tüysüz Hamilton'a postu deldir, ilahi tesadüf...

"Gallipoli"yi izlememiş olanlar için, bu "hikaye" bir şey anlatmayacaktır elbette.

Gallipoli (Gelibolu), Çanakkale Savaşı'ndaki iki cepheden birini anlatıyor; Yozgatlı, Sivaslı, Maraşlı, Trabzonlu Mehmet'lere karşı, birçoğu Canberra'dan, Melbourne'den, Sydney'den getirilip Çanakkale cehennemine sürülmüş onsekiz yaşında, yirmi yaşında çelimsiz, sıska, tüysüz, sarışın, esmer gavurcukların öyküsü...

Gündüz kıran kırana çarpışan taraflar, güneş çekilip akşam "ateşkes" ilan edildiğinde mevziden mevziye birbirlerine çikolata, peksimet, hazır sigara, tütün, konserve ikram ediyor. Üstelik, 1915'ten, 1918'e, tam üçbuçuk yıl çarpışıp geride 600 bin ölü bıraktıktan sonra bile hiçbirinin aklına "Niçin savaştık?" sorusu gelmiyor.

Refikimiz üstad, "300 bin ölü verdiğimiz bir savaşı hâlâ neden 'Çanakkale Zaferi' diye kutluyoruz, anlamıyorum!" diyordu.

Ben de anlamıyordum.

Kendilerine hiçbir ütopya, hiçbir ülkü, hiçbir doğru dürüst gelecek sunulmamış milyonlarca "Mehmet" de anlamamıştı, anlamayacaktı.

Harp tarihi uzmanları, "düvel-i muazzama"nın bu cepheyi "bu kerte" önemsemesinin altında Rus Çarı'nın giderek sarsılan konumunu sağlama alma kaygısı yattığını yazıyor...

Çanakkale, müttefik kuvvetlerinin Lenin ve komünizm belasıyla meşgul Rus Çarı'na yardıma geçit vermemektedir.

İngilizler, Boğaz'ı müttefik donanmasına açmak için Yeni Zelanda'dan, Avustralya'dan asker toplayıp "Anzak Birlikleri" adı altında Gelibolu'ya sürecek, hiç ummadıkları bir "direnç"le karşılaşınca işi onur meselesi yapıp tüm imkanlarını bu savaşa seferber edecektir...

Savaş 1918'de sona erdiğinde, iki taraf da 300'er bin kayıpla bir daha açılmamak üzere kapatacaktır bu defteri.

Ezine'de, 177. Piyade Alayı'nda askerlik görevimi ifa ediyorum.

1983 Şubat'ının o soğuk, gri, pis yağmuru altında "tatbikat" amaçlı olarak "birerli kol" Odunluk İskelesi'ne yürüyoruz. Temsili düşman kuvvetleri Ege'den çıkarma yapmış.

Vaziyet ehem...

Dündar Yüzbaşı'nın Karargah Destek Bölüğü muhkem tepelerde mevzilenmiş, Geyikli'den doğru 106'lık aşırtma havan atışları yapıyor.

Düşman, çamurlu dolakları, sömürge biçimi kısa pantolonlarıyla savaşan Senegal'in, Yeni Zelanda'nın zenci kırması çelimsiz George'lar, Johnson'lar değil; Ali Rıza Üsteğmen'in komutasında 1. Tabur, 2. Bölük'ten Rizeli, Tokatlı, Çorumlu yeniyetmeler...

106'lık, 81'lik havanların cehenneme çevirdiği o "savaş artığı" tatbikatta düşündüm onları:

Diyarbakırlı Mehmet, Yozgatlı Şaban, İnegöllü Dursun.

Haziran arazilerinde, soğuk demirleri etime işleyen kampet yatağıma çekilir, onları okurdum.

Uzaktan, Midilli adasının ışıkları görünürdü.

Yıldızlar göz kırpıp dururlardı.

Önceleri ben de refikimiz üstad gibi düşünüyordum. Mehmed Niyazi'nin, Bekir Büyükarkın'ın, Mustafa Necati Sepetçioğlu'nun yazdıklarını okuyunca fikrim değişti.

Tövbe istiğfar ettim.

Bekir Büyükarkın, müteveffa, "Gün Batarken" adlı romanında, Kanal'da, Kuttülammare'de, Sarıkamış'ta dolaştırdığı Asteğmen Ragıp'ı, Seddülbahir'de cepheye sürüyordu.

Türkçe'de yazılmış en güzel aşk ve savaş romanı...

Ve "Çanakkale Mahşeri..."

Mehmed Niyazi ağabeyimizin kaleminden, insan gibi savaşan, savaşın onurunu, yüceliğini, dehşetini yaşamış gavurcuklarla, ateşkes ilan edildiğinde o gavurcuklara su taşıyan, peksimet ikram eden, karşılığında dondurulmuş bezelye, balık konservesi almayı Müslüman gururuna yediremeyen yiğit Mehmetlerin öyküsü...


19 Mart 2002
Salı
 
MEHMET E. YAVUZ


Künye
Temsilcilikler
ReklamTarifesi
AboneFormu
MesajFormu

Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv
Bilişim
| Aktüel | Dizi | Röportaj | Karikatür
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
© ALL RIGHTS RESERVED