T ü r k i y e ' n i n   B i r i k i m i

Y A Z A R L A R
Tam 32 yıl aradan sonra

Rehber kitapları, "Trevi Çeşmesi'ne para atanın yolu mutlaka yeniden Roma'ya düşer" yazıyor. Böyle şeylere kulak vermem, ama herkesle birlikte Fontana di Trevi'ye para atışımın üzerinden tam 32 yıl sonra yolum yeniden Roma'ya düştü. Havuzun başına gittiğimde, "Herhalde Türk parası atmışımdır" düşüncesinin içimden geçmesine engel olamadım.

Roma adının, Latince'de 'aşk' anlamına gelen 'amor'un tersten yazılış biçiminden geldiği en ciddi iddialardan biri. Geçmişte Roma'yı görüp kentle ilgili düşüncelerini yazan ünlü sanatçı ve yazarlarda Roma'yı 'aşk' ile birleştirmek bir tür saplantı. 'Gregory Peck ve Audrey Hepburn'lu 'Roma tatili' (1953) gibi filmler de bu kanaati pekiştirdi. Roma, bende, dünyanın yaşadıklarıyla karşılaştırıldığında ne kadar 'genç' sayılmam gerektiği hissini uyandırdı. 'Milattan Önce' inşa edildiği hemen belli olan nice yapı bugün ayakta; onları ziyaret ederken, insan, dünyanın yaşlandıkça daha çekilmez olduğunu düşünüyor.

O hârikulade binaları olağanüstü elverişsiz şartlarda aşkla-şevkle inşa eden insanları düşünün bir, bir de, bugünün malzemeleriyle dikilen binalara bakın; ne demek istediğimi anlayacaksınız...

Her kenti bir kaç biçimde dolaşmak mümkün. Ben, yıllar sonra Roma'yı yeniden keşfetmeye kalkışırken, İngiliz gazeteci George Sala'nın 1866'da okurlarına yaptığı tavsiyeyi dinledim. Şöyle diyor Sala: "Eğer hem görmek hem de öğrenmek istiyorsanız, Roma sokaklarında dolaşmanın en iyi yöntemi, cebinizdeki pusulayı kırmak, haritalarınızı ve rehber kitaplarınızı yakmaktır. (..) Şansını üstad kabul et ve kendini sokaklarda kaybet."

İngiliz meslektaşın dediğini yapıp yanıma pusula ve rehber almadan Roma sokaklarında dolaştım, ama kendimi kaybetmem mümkün olmadı. Tahmin edebileceğiniz gibi, hemen her köşeye, hangi istikâmette hangi tarihi bina veya eserle karşılaşacağınıza dair yol işaretleri koymuşlar. Otelimin bulunduğu muhitteki 'Cavour' adlı anacaddeden aşağıya doğru kendimi bıraktığımda, Collesium'dan Piazza Venezia'ya, oradan Pantheon'a, Tiber Nehri'ni aşıp St. Peter Meydanı ve Vatikan'a kadar ulaştım...

Az zamana çok yer sığdırmanın çilesini bacak ve ayaklar çekiyor; özellikle yayan geziliyorsa... İlk gün öğleden sonra başladığım geziyi ertesi gün öğle saatlerinde tamamladığımda durumum şuydu: Bacaklarım, tıpkı yedeksubay okulunda ilk hafta sonunda yaşadığım türden bir isyanı vücudumun diğer bölgelerine yaşatıyordu; ayaklarım ise her yeni adımda "Yeter artık" diye inliyordu... "Roma-amor" ilişkisi kente duyulan arzu anlamında doğru...

Kentteki eserlerin çok büyük bir bölümü Roma'nın 'pagan' döneminden kalma. Pantheon sözgelimi; Hadrian tarafından o devirde tapınılan çok sayıda tanrı için yaptırılmış... 1870'lere kadar Hıristiyan Dini'nin resmi başkenti olmuş bir kentte 'pagan' tapınaklarını tahripten kurtarmanın yolu onlara din değiştirtmekten geçmiş doğal olarak... Girdiğim her binanın önünde, oranın hangi papa tarafından Hıristiyan yapıldığına dair bir not bulunuyordu.

MS ilk yüzyılda inşa edilmiş Pantheon'u gezerken üzerinde, tapınağı MÖ yaşamış Margus Agrippa ile irtibatlayan cümle dikkatimi çekti. Tepesinde semayı görmeye izin veren delikli kubbeli silindir biçimindeki muhteşem yapıyı aslında Hadrian inşa ettirmiş; ancak Margus Agrippa'nın kendisinden 150 yıl önce yaptırdığı yangınla tahrip olmuş binanın yerine... Kendi eseri olan yapının girişine Agrippa bağlantısını yazması yüzünden, tarihçiler, 19. yüzyıl sonuna kadar, Pantheon'un Hadrian'ın eseri olduğunu bilememişler... Vefa duygusunun, kendinden öncekini takdir etmenin zirve örneğine dair bu gerçek öykü beni çok düşündürdü.

İlk gidişimde (1970), Vatikan'a girerken, bir ailenin erkek ferdinin, kısa pantalonlu olduğu için kapıdan çevrildiğini görmüştüm. Kapıda duran görevliler, uygunsuz kıyafetle gelenleri bu defa da içeri almıyorlardı. Mâbedlere girerken, hangisi olursa olsun, binanın mehâbetine, âyinlerin ruhaniyetine uygun kılık-kıyafet bekleniyor...

Sıkıştırılmış Roma turunda beni en fazla etkileyen ne bir dini yapıydı, ne de gladiyatörlerle irtibatlı mekânlar... Kendimi bırakmış geziyorum ya, daracık bir sokaktan geçince karşıma birdenbire muhteşem güzel bir alan çıktı: Piazza Navona... Meydanın bir yanında mâbed, iki yanında havuz, sağında-solunda heykeller var, ama göz onları tek tek ayırt etmiyor; insanı çeken meydanın bütünü... Ortada eskiden hayvan pazarlanırmış, şimdi amatör ressamlar eserlerini sergileyip satıyorlar... Mutfağıyla ünlü İtalyanların iyi lokantaları da bu meydanda. Bir ucunda, sonradan kiliseyi 'tiye almak' amacıyla kullanılan 'Pasquino' adlı heykeller de bulunuyor. 'Şirin' sıfatının gerçekten yakıştığı bir mekan Piazza Navona.

Önce, karikatür sayabileceğiniz türden heykelleri öğretmenleri için eleştirel cümleler yazmakta kullanmış öğrenciler, sonra Papa Urban III Barberini'yi topa tutmuşlar aynı yolla. Mussolini iktidara gelince bu defa meydan onu iğnelemek için işe yaramış... Bunu yapanlar, ardından, ünlü artistlerin uğrağı olmakla da övünen Passetto Lokantası'nda kendilerini kutlamışlar mıdır?

Merak edenleriniz vardır: Trevi Çeşmesi'ne bu defa para atmadım... Ancak, bu, daha uygun bir zamanda, daha uzun bir süreyle Roma'yı görmek istemediğim anlamına gelmiyor...


19 Mart 2002
Salı
 
TAHA KIVANÇ


Künye
Temsilcilikler
ReklamTarifesi
AboneFormu
MesajFormu

Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv
Bilişim
| Aktüel | Dizi | Röportaj | Karikatür
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
© ALL RIGHTS RESERVED