AYDINLIK TÜRKİYE'NİN HABERCİSİ

K R O N İ K  M E D Y A
Demirel ile röportaj yapmaya
sinir dayanır mı?

Süleyman Demirel ile röportaj yapmak şu sıra çok moda... Demirel de eksik olmasın, maşallah konuştukça konuşuyor. Anlaşılan o ki hiçbir röportaj teklifini geri çevirmiyor... Biz Kronik Medya olarak her biri en az bir tam sayfa tutan bu röportajları dikkatle takip ediyoruz. Günün yorgunluğunun iyiden iyiye bastırdığı saatlerde özellikle yararlı oluyor... Nasıl söylesek; gülümsetici, dinlendirici, okuyanı işin sıkıcı atmosferinden birkaç dakika için bile olsa uzaklaştırıcı röportajlar bunlar...

Bunlardan birisi önümüzde. Vatan'dan Semra Çetin'in röportajı.... Bu röportajda öyle bir bölüm var ki, gerçekten müzelik! Şimdi bu röportajın bir bölümünden birkaç soru-cevap okuyacaksınız. Son olarak şunu da ekleyelim: Semra Çetin, Demirel'i gerçekten iyi sıkıştırmış.

Soru: "Türbanı var diye Meclis Başkanı'nın eşi resepsiyonun ev sahibi olamamalı mı?"

Demirel: "Bu ülkede başını bağlayan bağlıyor. Buna kimsenin bir şey dediği yok. Devlet dairelerinde ve okullardaki kıyafetin içinde baş bağlamak yoktur. Şunun için yoktur; baş bağlamak bir ideolojidir. Türkiye, bunun bir ideolojinin işareti olduğu kanaatinde olduğu sürece baş bağlamaya karşı çıkar."

Soru: "Önümüzde 30 Ağustos ve 29 Ekim resepsiyonları var. Ya türbanlı eşlerle ya da eşsiz gelmiş erkeklerle dolu bir salon. Sizin tercihiniz hangisi?"

Demirel: "İkisi de değil."

Soru: "Yani..."

Demirel: "Türkiye bundan evvel hangi tabloları yaşadıysa onu yaşayacak. Suyu mu çıktı o tablonun. Niye o tabloyu değiştiriyorsunuz?"

Soru: "Ama başbakan ve bakanların çoğunun eşleri türbanlı..."

Demirel: "Eee..?"

Soru: "Meclis Başkanı'nın milletvekillerinin büyük çoğunluğunun eşleri de türbanlı..."

Demirel: "Bu Türkiye'nin meselesi değil, onların meselesi."

Soru: "Yani eşleri getirsinler mi getirmesinler mi?"

Demirel: "O da onların meselesi. Bakın, bugünkü siyasi iktidarı teşkil eden kimseler türban meselesinin bir inanç meselesi olduğuna kani iseler eşleri başlarını bağlamaya devam edecek, çıkacaklar, her yere eşlerini götürmeye devam edecekler, bunu da savunacaklar. Karşılaştıkları durumu da göğüsleyecekler. Yoksa bunun kendiliğinden kabullenilmiş olması mümkün değildir. Benden söylemesi."

Soru: "Peki bunu yaparlarsa, sürtünmeler, gerilimler daha da büyümüz mi?"

Demirel: "Eee, göze alacak işte bunu. Onu göze almıyorsa Türkiye'de büyük çoğunluk, niçin bu başını bağlıyor, bize rağmen bağlıyor, bize 'inat olsun diye bağlıyor'u niye kabul etsin?"

Soru: "Peki Arınç ne yapmalı?"

Demirel: "O tavrı koydu mu... Şimdi, gitti cumhurbaşkanını uğurladı değil mi? Ertesi gün de gidip karşılayacaktı, kim ne derse desin. Yok, 'yol açmaya' çalışıyorsa, o yolu açtırmazlar, açık söyleyeyim. Laik, demokratik cumhuriyet üzerinde deneme yapmaya lüzum yok...."

Soru: "Zaten bir defa gidince ortalık karıştı, 'yine gitseydi' diyorsunuz..."

Demirel: "Kimse bir şey demedi ki. Kimse mani olmadı ki. Kendisi öyle karar verdi. Aldığı reaksiyonlara göre öyle karar verdi. Herkes gibi niye yapmıyorsun? 'Ben onlar gibi yapmak istemiyorum!' İstemiyorsan yapma. Ama diren. Yani alacağın reaksiyonları da göğüsle. Bu senin bileceğin iş."

Görüyorsunuz; Semra Çetin daha ne yapsın?! Demirel'i bir köşede sıkıştırabilmek mümkün mü? Sorunuza açık seçik bir cevap alabilmeniz mümkün mü? Sağdan hamle yapsanız sola, soldan yüklenseniz sağa kaçıyor! Cepheden yolladığınız sorular ise size geri geliyor!

Fakat kabul etmek gerekir ki, Demirel gerçekten eşine çok az rastlanır büyük bir "söz ustası"... Düşünün; zavallı Türkiye bu "ustalık"la tam 40 yıl geçirdi, dile kolay.... Eğer bu kırk yıl sonunda benzer "soru/cevap"larla hepten delirmedikse, muhakkak ki verilmiş sadakamız varmış!

Hiçbir sorusuna açık seçik cevap alamayan Semra Çetin, "Bir daha Demirel ile röportaj mı, Allah yazdıysa bozsun!" diyor mudur acaba?

Hürriyet'in rolü, Özkök'ün önemli yazısı

Hürriyet gazetesi genel yayın yönetmeni Ertuğrul Özkök'ün 13 Mayıs'ta yayımlanan "Son tren" başlıklı yazısı çok önemliydi. Dikkatinizi, "Önümüzdeki 10 ay, Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en sert dönemi olacak" değerlendirmesinin yapıldığı yazıya dikkat çekmede bir gün gecikince, Dünden Bugüne Tercüman'dan Nazlı Ilıcak bizim önümüze geçti. Olsun, biz de bu kez Ilıcak'ın değerlendirmesini de işin içine katarak yerine getiririz dikkat çekme görevimizi...

Ilıcak, Hürriyet'in 28 Şubat'ta oynadığı rolle bugün oynadığı rolü kıyaslarken şu değerlendirmeyi yapıyor:

"28 Şubat'ta Hürriyet çok menfî bir rol üstlenmişti. Ama bugün, Avrupa Birliği veya Baasçı bir rejimi tercih noktasında, aydınlığı ve özgürlüğü seçtiği için, Tuncer Kılınç'ın sözlerini manşetten göstermeye cesaret etti. Tabuların yıkılmasında başı çekti. Bu 10 ay içinde Hürriyet'in takınacağı tavır önemli. Ertuğrul Özkök, 'mücadeleye devam' işaretini veriyor."

Ilıcak'ın "işaret" olarak nitelediği gelişme, Özkök'ün işte bizim "çok önemli" bulduğumuz yazısı... Birinci sayfada "Son tren", içerde "Asıl iğrenç takıyye budur" başlıklarını taşıyan yazısında Özkök, Türkiye'nin Avrupa Birliği üyeliğini istemeyen ya da istiyormuş gibi yapan "statüko"cularla, üyeliği gerçekten isteyenler arasında önümüzdeki 10 ayda çok sert bir mücadele yaşanacağını yazdı.

Hürriyet gibi etkisi hiçbir gazeteyle karşılaştırılamayacak bir gazetenin genel yayın yönetmeninin kendisinin ve gazetesinin bu mücadele içindeki yerini belirlemesi ve ilan etmesi elbette çok önemli. Özkök'ün yazısının bazı bölümleri şöyle:

"Hepimiz şimdiden hazır olalım. Önümüzdeki 10 ay, Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en sert dönemi olacak. Çünkü bu yıl, 'Avrupa Birliği'ne son trenin' kalktığı yıl olacak. Önümüzdeki 10 ay, Türkiye'nin bu treni yakalaması için uğraşanlarla, kaçırması için elinden geleni yapanların tarihi hesaplaşması ile geçecek. Hepiniz hazır olun. Türkiye'nin bu treni kaçırmasını isteyenler, ellerinden gelen her şeyi yapacaklar.

"Avrupa mücadelesi verenler, her türlü iftiraya hazır olsunlar. Her türlü komployla karşı karşıya kalabileceklerini bilsinler. Ağıza alınmadık hakaretlerle karşı karşıya kalacaklarının bilincinde olsunlar. Çünkü bazılarının 'bu trenin kaçmasından' inanamayacağınız kadar menfaati vardır. Bütün varlık nedenlerini Türkiye'nin kapalı bir toplum olarak kalmasına bağlayanlar, elbette bu varlık mücadelesinde 'taammüden' her şeyi yapacaklardır.

(…)

"Hedef çok net belirlenmiştir: Türkiye'nin bu son treni kaçırması.

Bu toplumun en iğrenç takıyyesi işte budur. Yüzümüze karşı 'Avrupacılık' oynayıp, arkamızdan her türlü engellemeyi yapanlar. Önümüzde çok kısa bir süre kaldı. Parlamentonun iktidar ve ana muhalefet kanadı, eğer Türkiye'nin AB üyeliği konusunda gerçekten samimilerse, bu ayın kalan bölümünü ve haziranı çok iyi kullanmalıdırlar. Türkiye, 2003 Temmuzu'ndan önce 'Kopenhag kriterlerini' tamamlayamazsa, Avrupa Komisyonu'nun ilerleme raporu olumlu olmayabilir. Bu tren kaçırıldığı takdirde, artık 25 ülkeye çıkan Avrupa'nın kapılarını açmak kolay olmayacaktır. Söyleyin bu kimin işine yarayacaktır? Türkiye'nin Batı'ya kapalı, kendi içine dönük bir Ortadoğu ülkesi olarak kalması kimin işine gelir? Türkiye'nin demokratik bir ülke olmasından korkanların. Türkiye'nin gelişmiş bir hukuk devleti olmasından paniğe kapılanların.

(…)

"Arkamızda ağır bir statüko, önümüzde çocuklarımız ve torunlarımız var. Tercih de bizim..." (A.G.)

Devletin 'ruhu' ve 'aklı' çıkarılırsa geriye ne kalır?

Vatan'dan Suat Kılıç, "'Derin devlet' ve 'resmi ideoloji' " başlıklı yazısına (13 Mayıs) şu tespitle başlamış:

"Adana Milletvekili Ömer Çelik'in kaleme aldığı yazı çok tartışıldı, konuşuldu, yazıldı. Daha da önemlisi resmi ideolojinin gerekliliğine işaret eden satırlar, kalem sahibinin politik duruşuna bakılarak yadırgandı, hayretle karşılandı. Oysa ortada yadırganacak ya da hayretle karşılanacak bir durum tespiti sözkonusu bile değil. Bu tartışmada yadırganacak tek bir şey var, o da resmi ideolojinin gerekliliğine ilişkin görüşün yadırganmış olması."

Görüyorsunuz; işimiz başımızdan aşkın değilmiş gibi önümüze bir de "resmi ideoloji"yi rasyonalize etme gayretleri çıktı!

Sadece bu giriş cümleleri değil, Kılıç'ın yazısının tamamı gerçekten çok ilginç. Bu zamanda bu derece "derin" bir analizle karşılaşmak gerçekten şaşırtıcı...

Önümüzdeki analizden "derin" olarak söz etmemiz lafın gelişi icabı değil tabii ki... Çünkü birazdan göreceğiz ki, Kılıç'ın bakış açısından, bir devletin sahici bir devlet olabilmesi için sadece "resmi ideoloji"nin varlığı yetmez, onun yanına "derin devlet"i de takmak icabetmektedir... Yazarın sözleriyle, "Ruh ve aklın bedenle bütünlüğü nasıl insan gibi mükemmel bir varlığı oluşturuyorsa, 'içsel devlet' de Devlet'in ruhunu, 'resmi ideoloji' ise aklını oluşturuyor."(!) Yani bir bakıma, "Devlet" denilen "yaşayan organizma" (bu "antika" ifade de Kılıç'a ait) adları "içsel devlet" ve "resmi ideoloji" olan iki temel gıdayı almadan varolamaz! Peki ya bu iki "töz"ü Devlet'ten alıp çıkarırsanız sonuç ne olur? Kılıç: "Bu ikisi çekilip çıkarıldığında Devlet cansız beden görüntüsü veriyor."(!)

Yani sözün kısası, epeyce eğlenceli bir metinle karşı karşıyayız...

Vatan yazarı elindeki avucundaki malzemeyle kendisini bayağı ikna etmişe benziyor. Şu cümlelerden yükselen "özgüven"e bakın: "Bırakın resmi ideoloji ile çatışmayı, gerekip gerekmediğinden yola çıkarak varlığını tartışmayı bile ne kadar anlamsız buluyorum. Programı olmayan parti veya eylem planı olmayan hükümetten ne farkı olur ideolojisi olmayan Devlet'in?"

Hadi bakalım, durmayın söyleyin; ne farkı olur?! Burada tam yeri gelmişken Kılıç'a küçük bir öneride bulunalım isterseniz: Kendiniz için "anlamsız" bulduğunuz tartışmaları bu kadar genellemeyin canım! Belli olmaz, bakarsınız söz konusu tartışmaların sizin farketmediğiniz çok önemli cepheleri vardır...

Lamı cimi yok, Vatan yazarı illâki "resmi ideoloji" olacak, diyor: "... var olan 'resmi ideoloji'nin, 'resmi ideoloji'den yoksunluk karşısında tercihe şayan bir 'durum' olduğunu da görmek gerekiyor." İyi, "gereksin" bakalım! Vatan yazarının bir tek "Hadi işiniz iş, çiçek gibi bir 'resmi ideoloji'niz var... Bundan yoksun kalanları düşünüp, halinize şükredin!" demediği kalmış....

Hadi oldu olacak, yazarın "Derin Devlet"e ilişkin derin düşüncelerinden de birkaçını aktaralım ki, bugünkü dersimiz dört dörtlük olsun: "'Derin Devlet' eğer bir 'şahs-ı manevi' veya bir 'soyut kişilik' olarak varsa, bence varlık nedeni, 'devlette devamlılık' gereğince devam eden 'Devlet'e dair 'resmi ideoloji'yi de içine alan yaklaşımları, 'devletin genetik bilinci' olarak değişen iktidarlara aktarmak, değişen politik yapılara rağmen kalıtsal refleksleri korumak. Başta ABD olmak üzere yerleşik devlet kültürü olan tüm toplumlar aynı 'içsel iktidar'ın fotoğrafını veriyor."(!)

Yahu nerede o fotoğraf, olacak iş mi bu? "Devlet kültürü" olan toplumlarda "politik yapılara rağmen" birtakım "kalıtsal refleksler"in korunduğu da nereden çıktı? "Devletin genetik bilinci" de nereden çıktı? Adına "Derin Devlet" denilen şey fazlasıyla "somut"ken, "soyut kişilik" de nereden çıktı? Tabii herşeyden önce, bu "Devlet Nazariyesi" nereden çıktı? Ne münasebetle çıktı?

Yoksa Vatan yazarı son günlerde (teşbihte hata olmaz) Hegel'e filan mı merak sardı nedir!

Hadi gelin buradan hep birlikte Kılıç'a seslenelim: Değerli Vatan yazarı, yanılıyorsunuz; "Devlet yaşayan bir organizma" filan değil... Bunu size söyleyenler sizi yanıltıyorlar... Bizden söylemesi... (K.B.)

Dolarla en son ne zaman dalga geçmiştik?

Son haftalarda "Dolar yerlerde sürünüyor" vb. başlıklar ekonomi sayfalarının gözdesi haline geldi. Son günlerde modaya karikatüristler de uydu. Sayfamızda gördüğünüz karikatürler çok taze; ikisi de 14 Mayıs tarihli gazetelerde yer aldı...

Şeytan dürttü, doların, tarihinin en büyük yükselişini yaşadığı 19 Şubat 2001'den (ünlü MGK toplantısının yapıldığı ve krizin başladığı tarih) önce bu para birimi hakkında gazetelerde ne yazdığına baktık... Krizden tam iki gün önce Sabah'ın birinci sayfasında yayımlanan haberi görünce, itiraf edelim, biraz ürperdik. Haber şöyle:

"DOLAR ÜÇ AYDIR YERİNDE SAYIYOR… Kasım ayında 690 bin liradan işlem gören dolar bugün de aynı seviyede… Ekonomide olumlu gelişme… Dolarla borçlanıp dolarla kira ödeyenlerin aylardır yüzü gülüyor. Çünkü kur artışı enflasyonun altında. Dolara yatırım yapanların ise keyfi yok…."

Biliyoruz, o zamanlar doların üzerinde sörf yaptığı zeminle (çapalı kur) bugünkü zemin (dalgalı kur) çok farklı… Belki de cahilce bir şey yapıyoruz o günlerle bugünler arasında bağ kurarak… Nitekim bu hatırlatmadan vazgeçmek üzereydik ki, son anda birkaç köşe yazarının uyarılarını görünce vazgeçmekten vezgeçmeye karar verdik…

Bu uyarılardan birini size de aktarmak isteriz. Tercüman yazarı Can Aksın'ın "Likidite ve Şubat krizleri de bugünkü şartlarda başlamıştı" başlıklı yazısının bir bölümü şöyle:

"Hatırlarsınız 2000 yılının ilk aylarında da yine aynı tablo ile karşı karşıyaydık. 'Çıpalı kur' nedeniyle döviz kazığa bağlanmış, daha doğrusu Merkez Bankası tarafından 'zapt- u rapta' alınmış, Türk Lirası 'aşırı şekilde' değerlenmişti. İthalat 'çok cazip', ihracat ise 'zararlı' hale gelmişti. İthalat nedeniyle ülke dışına döviz gidiyor, ama ihracatın getirdiği döviz ithalatı karşılayamıyordu. 2000 yılının sonlarında bu 'iyi sanılan kötü gidiş' önce, Kasım ayında 'Likidite Krizi', 2001 Şubat ayında da '19 Şubat Krizi' olarak ortaya çıktı. Bu krizlerin sonunda, Türk halkı yüzde 70 fakirleşti. Türkiye 'IMF'ye en borçlu ülke' oldu ve Türk Lirası 'Dünyanın en değersiz parası' olarak Guinness Rekorlar Kitabı'na girme ayıbına ulaştı."

Dediğimiz gibi ekonomi işlerinden pek anlamıyoruz, sadece hatırlatıyor ve aktarıyoruz... (A.G.)


15 Mayıs 2003
Perşembe
 
YÖNETENLER: Kürşat Bumin
Alper Görmüş


Künye
Temsilcilikler
AboneFormu
MesajFormu

Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv
Bilişim
| Dizi | Röportaj | Karikatür
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
© ALL RIGHTS RESERVED