AYDINLIK TÜRKİYE'NİN HABERCİSİ

Y A Z A R L A R
Mümin olarak işimiz ilim yapmak mı, "film" çevirmek mi?

Hz. Peygamber, mü'min'i özlü bir şekilde, "elinden, dilinden ve eyleminden emin olunan kişi" olarak tarif eder. Bu tarife göre, iyi bir mü'min, mükemmel insandır, hem de en mükemmel insan. Allah'a teslim olan, İslâm üzere olan, yani Müslüman.

Müslüman, Allah'ın irâdesinden başka hiçbir güce, hiçbir nesneye, hiçbir otoriteye boyun eğmez, teslim olmaz. İşte gerçek özgürlük budur: Çağımızın en büyük psikanalisti Jacques Lacan'ın, "Tanrı'ya inanmayan insan, her an, her şeyi tanrılaştırmaya hazırdır" demesi o yüzden oldukça anlamlıdır.

İşte bu îmân ve teslimiyettir ki, mümin'i karıncayı incitmeyecek kadar ahlâk, şahsiyet, adâlet ve asâlet sâhibi kişi yapar: Bu özellikler, mümin'in, en güvenilir, en dürüst, en ahlâklı şahsiyet olmaktan bir ân bile vazgeçmemesini; yapıp ettiklerini her ân kontrol etmesini, gözden geçirmesini, îmân ettiği Yaratıcı'nın rızâsını kazanma duyarlığını, kaygısını yitirmemesini; dolayısıyla müslim veya ğayr-ı müslim tüm diğer insanlarla ilişki ve irtibatlarını hak, hukuk, adâlet ve şahsiyet şiarlarını gözeterek kurmasını temin eder, teminât altına alır. Mümin toplumlar, hakkıyla îmân ettikleri, Allah'ın irâdesine teslim oldukları ân, Hz. İbrahim'in ateşi nûra dönüşür, Hz. Mûsâ'nın âsâsı denizleri yaracak bir mucizeye aracılık eder; ve varoldukları yer, -başta nefs putu olmak üzere- bütün putlardan arınır; gerçek özgürlük yurdu demek olan İslâm yurdu, yani bütün müminlerin ellerinden, dillerinden ve eylemlerinden emîn olunan bir barış, sulh, selâmet, sükûn ve emniyet mekânı olur.

Üstad Bediuzzaman'ın enfes bir îmân tarifi vardır. Üstad'ın îmân tarifine geçmeden önce, Bediüzzaman'ın, hem fikrî derinliği, hem de dilinin nefâseti ve lezâzeti bakımından müthiş bir "medeniyet dili"ne sahip olduğuna; ilhamını, ruhunu, kaynağını vahiyden alan yeni bir medeniyet tasavvuru geliştirirken Bediüzzaman'ın metinlerine birincil kaynaklardan biri olarak başvurulması gerektiğine ve burada Bediüzzaman yolculuklarımızın zaman zaman derinleşerek süreceğine özellikle dikkat çekmek isterim. İşâretü'l-İ'câz'da şöyle tarif ediyor îmân'ı üstad-ı azam Bediüzzaman: "... îmân, Şems-i Ezelîden ["Sonsuz Güneş" olan Allah'tan] vicdân-ı beşere ihsân edilen bir nur ve şuâdır [ışık huzmesidir] ki; vicdânın iç yüzünü tamamıyle ışıklandırır ve bu sâyede, bütün kâinât ile bir ünsiyet, bir emniyet peyda olur. Ve her şeyle kesb-i muarefe eder [her şeyi bilir, tanır, ilişki, iletişim ve etkileşim hâlinde olur]. İnsanın kalbinde öyle bir kuvve-i maneviye husûle gelir ki; insan o kuvvet ile her musîbete, her hâdiseye karşı mukavemet edebilir ve öyle bir vüs'at [inşirah, rahatlık, huzur] ve genişlik verir ki; insan o vüs'atle geçmiş ve gelecek zamanları yutabilir."

Bu müthiş tarif üzerine benim bir şeyler söylemem ukalalık ve edepsizlik olur.

Gelmek istediğim nokta şu: Mü'min, kendisinden emin olunan kişi olması hasebiyle başkalarının hakkına tecavüz edemez; böyle bir şey yaptığını farkettiği / gördüğü ândan itibaren özür ve helâllik talep etmesini bilir. O yüzden mü'min, insanlara güvenir ve güven verir. Ben bu nedenle herkese güvenirim: İnsanlara güvenmeyen insanların, insanlara güven telkin ve temin edemediklerine, dolayısıyla kendilerine güvenleri konusunda ciddî sorunları olduğuna, böylesi kişilerin ciddî kişilik sorunları yaşadığına, kişiliklerinin / şahsiyetlerinin oturmadığına inanırım: O yüzden saf bir kişiyimdir. Saflığı önemserim: Saf kalmayı, kalabilmeyi, hâs ve hasbî bir özellik sayarım. Saflığımı, safiyetimi, hasbîliğimi, samîmiyetimi, insanlara güvenimi yitirmemeye özen gösteririm.

Ama bazı insanlar, bu saflığımı kullanırlar. Ben, bu durumu hissederim; fakat sadece güler geçerim. Ama uyarılmayı hakedecek bir durum varsa uyarırım, onları da tedirgin etmeyecek bir dille.

Şu ân böylesi bir vakayla karşı karşıyayım maalesef. Düşünen Siyaset dergisinin son sayısına Şaban Ali Düzgün, "Şiddet ve Uzlaşma Sarmalında Medeniyetin Kurucu ve Taşıyıcı Unsurları" başlıklı bir yazı yazmış. Dergiden, Ankara İlâhiyat'ta doçent olduğunu öğrendiğim bu arkadaş, benim aylardır burada büyük bir aşk, çoşku ve şevkle işlediğim, tartıştığım, hatta "Medeniyet Tasavvuru Okulu" adını verdiğimiz bir okul bile kurduğumuz medeniyet tasavvuru meselesini benim yazdıklarıma hiçbir atıfta bulunmadan sanki kendisine aitmiş, kendisi ortaya atıyormuş gibi yazmış!

Sayın Düzgün'ün hiç düzgün olmayan bu davranışını çok yadırgadım! Sayın Düzgün, Radikal gazetesinde yayımlanan bir yazıda zikredilen üçüncü bir şahıstan sıradan bir alıntı yapmasına rağmen bunu zikretmiş; ama makalesinin varlık / yazılma nedenini ve pekçok argümanını borçlu olduğu bizim yazılardan hiç mi hiç sözetmemiş bile! İnsafla, vicdanla, ahlâkla, hakla, hukukla, velhasılı ilimle filan bağdaştırılamayacak, şık olmayan bir davranış bu!

Sayın Düzgün, 29 Ocak 2003 tarihinde yayımlanan "Yeni bir Medeniyet Tasavvuruna doğru-2" başlıklı yazımda Çantay meâlinden -üstelik de daha iyi anlaşılsın diye üzerinde oynayarak- yaptığım alıntıyı Yeni Şafak'ın internet sayfasından aynen alıp kopyeleşmiş ve yapıştırmış makalesine! Çantay meâlini de zikretmemiş!

Çantay'dan alıntıladığım hadîd sûresinin 25. âyetinin meâli şöyleydi: "Andolsun ki biz elçilerimizi açık açık bürhanlarla [belgelerle / delillerle] gönderdik ve insanların adâleti ayakta tutmaları için, [elçilerimizle birlikte] Kitâb'ı ve Mîzân'ı indirdik. Bir de kendisinde hem çetin bir sertlik, hem de insanlar için menfaatler bulunan hadîd'i [demiri] indirdik. Çünkü (bununla) Allah, kendisine ve peygamberlerine gıyaben kimlerin yardım edeceğini belli edecektir. Şüphesiz ki Allah, en büyük kuvvet sâhibidir, yegâne galiptir." (Çantay meali)

Buradaki köşeli parantezleri ben koymuştum. Çantay'da geçen "beraberlerinde de" ibaresinin yerine [elçilerimizle birlikte] ibaresini yerleştirmiştim. Ayrıca Çantay "demir" sözcüğünü kullanmıştı; ben "demir"i köşeli parantez içine alarak metne "hadîd" sözcüğünü eklemiştim. Çantay'ın metninde "adâlet", "sâhibidir", "yegâne" sözcüklerindeki "a" harflerinde şapka işâreti yoktu; bunlara şapka işâretlerini de ben ilâve etmiştim. Sayın Düzgün, bunları bile olduğu gibi kopyelemiş benim yazımdan!

Ben bu satırları yazarken bile utanıyorum; ama üzerinde aylardır kafa patlattığımız, "nasıl olmuş da kimse bugüne kadar bu âyetlerden tarih felsefesi kurulabileceğini, küresel ölçekli sorunlara cevap üretilebilecek esaslı bir medeniyet tasavvuru geliştirebileceğini görmemiş?" diye hayıflandığım yazılardan sonra Sayın Düzgün, hiç sıkılmadan mal bulmuş mağribi gibi sarılmış bu işe! Ve resmen hırsızlamış bizim üzerinde kafa patlattığımız, okulunu kurduğumuz, hayatımızın ritmini bile bu çalışmaya ayarladığımız bir şeyi kendisine maletmeye kalkışmış, hem de son derece kurnazca bir yöntemle!

Burada daha fazla bir şey söylemekten ictinab ediyorum. Sayın Düzgün'e sadece yazının başında zikrettiğim Hz. Peygamber'in kutlu sözünü anımsatıyor ve kendisinden cevap bekliyorum: "Mü'min, elinden, dilinden ve eyleminden emin olunan kişidir."

Not: Aylardır Anadolu'nun çeşitli kentlerinde verdiğim Medeniyet Tasavvuru konferanslarımın uzantısı olarak Ankara'da İnfak Vakfı'nda heyecanla, coşkuyla ve yüreğimle verdiğim konferans izlenimlerimi böyle bir yazının içine boca etmeyi konferansı düzenleyen Osman Kayaer, Tuncer Namlı ve katılımcı kardeşlerime nezaketsizlik olmasın diye gelecek haftaya bırakıyorum.


7 Mayıs 2003
Çarşamba
 
YUSUF KAPLAN


Künye
Temsilcilikler
AboneFormu
MesajFormu

Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv
Bilişim
| Dizi | Röportaj | Karikatür
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
© ALL RIGHTS RESERVED