T ü r k i y e ' n i n   B i r i k i m i

Y A Z A R L A R
'Yeni İslâmcılık' numarası (2): Geleneği olmayan elenmeye mahkûmdur

Yaklaşık yarım asırdan bu yana İslâmî söylemlerin temellerini atan, teorik çerçevelerini belirleyen ve hatta bunları ekol düzeyine çıkaran, "üstad"lar birbirleriyle "konuşmadılar"; birbirlerinin ortaya koydukları çabaları, çalışmaları, söylemleri kendi aralarında ve birlikte tartışma, geliştirme, açımlama yoluna gitmediler. Hep kendi fildişi kulelerine çekildiler; kendileri konuşup kendileri dinlediler! Yani hep monoloji yaptılar, hiç diyalojik bir konuşma, tartışma, musahabe (sahiplenme, dostluk, sohbet), muhasebe (sorgulama / eleştiri) çabası içine girmediler.

Dolayısıyla her türlü tartışmaya, müdahaleye, geliştirilmeye, üzerine yeni şeyler bina edilmeye müsait ufuk ve çığır açıcı, ortak bir düşünce geleneği icat edilemedi. Ali Bulaç'la son örneğini yaşadığımız bu "üstad"lar, birbirlerinin geliştirdikleri teorik bulgular, keşifler, yolculuklar üstüne yeni şeyler ilâve etme kaygısı ile hareket edebilmiş olsalardı, bugün İslâmî söylem, çok güçlü, dinamik, diyalojik, açık uçlu ve yaratıcı bir düşünce geleneği icat edebilir ve bu gelenek hem Türkiye'nin en güçlü düşünce geleneği olabilir, hem de İslâm dünyasının ve hatta dünyanın ilgisiz kalamayacağı bir düşünce geleneği katına yükselebilirdi.

Ben burada "üstad"lar anlayışını yıkmak gibi, öncekilerin (örneğin Yaşar Kaplan'ların) yaptıkları "çocuksu" bir çağrıda bulunmuyorum; çünkü böylesi bir şeyi acziyet ve zafiyet olarak görüyorum. Aksine ben, tam tersi bir öneride bulunuyorum: Artık sadece son elli yıldan bu yana değil, yaklaşık 150 yıldan bu yana ortaya konan İslâmî düşünce birikimiyle ve 1500 yıllık İslâmî düşünce geleneğiyle diyalojik bir konuşma, tartışma, eleştiri, analiz, musahebe ve muhasebe çabası içine girmemiz gerekiyor.

Eğer son 50 yıldan bu yana Necip Fâzıl'la başlayan, Sezai Karakoç'la, Nurettin Topçu'yla devam eden, Cemil Meriç, Nuri Pakdil, İsmet Özel, Rasim Özdenören ve Ali Bulaç'la gelişmesi gereken ama tıkanan İslâmî bir dil ve söylem icat etme çabalarını diyalojik, analojik ve eleştirel bir dille tartışabilme ve bu insanların birbirlerinin söyledikleri şeyler üzerine bir şeyler söyleme cesareti, basireti, feraseti gösterebilseydik, bugün burada olmaz ve "öksüz" kalmazdık; çok daha farklı, güçlü, gönendirici, ufuk ve zihin açıcı bir yerde olurduk.

Eğer vahyin merkezinde yer aldığı gelenekle yaratıcı ilişkiler kurabilseydik, bugün büyük bir özgüvensizlik sorunu yaşayan ve yapıp ettiği her şeyi yenilgi, azınlık veya zenci psikolojisi üzerine kuran, kurgulayan, yapmaya kalkışan ve sonuç olarak hep Batı'dan esen rüzgârlara, söylemlere, konjonktürlere göre (aksiyoner ve kurucu yani Özne'leştirici değil, reaksiyoner ve savunmacı yani Nesne'leştirici tavırlar, tutumlar ve söylemler geliştirerek) vaziyeti idare ederek vaziyeti kurtarma acziyetleri ve zafiyetleri sergilemezdik.

Kendi fildişi kulelerimize çekilip, kendi bağımsızlığımızı kurma ve koruma acziyeti ve zafiyeti sergilemek ve birbirimize gözlerimizi, kulaklarımızı, zihinlerimizi kapamak; sevgilerimizi, saygılarımızı; takdir, teşvik ve eleştirilerimizi esirgemek, çok görmek, saklamak yerine, hem 50 yıllık birikimle, hem 150 yıllık birikimle, hem de 1500 yıllık İslâmî düşünce geleneğiyle yaratıcı ilişkiler kurma çabası içinde olsaydık, bugün İslâmî referans sistemini (=vahyi) eksene alarak; bir yandan İslâm düşüncesi, kültürü, sanatı, ilim ve siyaset geleneği ve medeniyeti ile, öte yandan da hem hâkim kültürle, hem de tüm diğer kültürlerle ve medeniyetlerle sinerji yaratacak imajinatif ilişkiler kurmayı başarabilirdik.

İşte bundan sonradır ki, bizim Müslümanlar olarak, dünyanın yaşadığı can alıcı, köklü, sarsıcı, travmatik düşünsel, kültürel, toplumsal, siyasi sorunları anlamlandırarak bu sorunlara küresel ve evrensel cevaplar üretebilecek yepyeni bir medeniyet tasavvuru geliştirebilme imkânına kavuşabilmemiz mümkün olabilirdi.

Ancak bu imkânı yitirmiş değiliz. Aksine böylesi bir imkâna hâlâ yalnızca Müslümanlar'ın sahip olduğunu görmek gerekiyor. Batı kültürünün sadece fizik gerçekliği (insanın dış dünyasını / sekülerliği), Doğu kültürlerinin sadece fizikötesi gerçekliği (insanın iç dünyasını /J. Milbank'ın deyişiyle "tersinden sekülerlik"i) eksene aldığı; İslâm'ın ise hem fizik, hem de fizikötesi gerçekliği aynı anda mezcettiği gerçeği bile, İslâm'ın Kitap, Mizan ve Hadîd dinamikleri ekseninde böylesi bir medeniyet tasavvurunu geliştirebilecek köklü, esaslı ve çığır açıcı kök-paradigmalara ve anlam haritalarına sahip olan tek dünya tasavvuru olduğu gerçeğini yeteri kadar gösteriyor bize.

Ali Bulaç ve Yeni-İslâmcılık meselesi dolayısıyla şunu söylemem gerekiyor: Ali Bulaç, benim ağabeyimdir; üstelik oldukça alçakgönüllü ve bu yüzden takdîr ettiğim, saygı duyduğum bir insandır. Benim içinde bulunduğum kuşağın yetişmesinde çok büyük katkıları olmuş bir teorisyendir.

Ancak Ali Bulaç'ın da içinde yeraldığı bazı "aydınlar", geleneğe (=vahye) yaslanmak yerine yenilgi psikolojisi ile hareket ettikleri için bugüne kadar hep vaziyetleri idare ederek vaziyeti kurtaracak projeler geliştirdiler.

Oysa yapılması gereken şey tam tersiydi. Pergelin bir ayağını / sabitemizi vahye kilitleyip, aksiyoner ve kurucu / yaratıcı bir ruhla donanarak idareye vaziyet edecek iradeler, yani güçlü, sahih, muhkem, gürül gürül akan; esen konjonktürel rüzgârları püskürtebilecek bir dinamizme ve yaratıcılığa sahip ortak bir düşünce geleneği icat etmenin yollarını araştırmaktı.

Unutmayalım: Geleneği olmayanın geleceği de yoktur. Geleneği gürül gürül akan ve her bir tarafı sulayabilen pırıl pırıl bir nehre dönüştürme çabası göstermek yerine, kendi fildişi kulelerini tercih edenlerin, birbirlerini yok sayanların, görmeyenlerin elenmekten başka kaderleri olamaz. Bu da sonuçta bozuk plak gibi hep aynı şeyleri tekrarlatmaktan, bizi tarihte tatile çıkartmaktan, zamanın dışına itmekten, dolayısıyla esen küresel konjonktürel rüzgârların önünde savrulmaktan, bizi bîtap düşürüp bîtaraf kılmaktan, taraf olamadığımız, iki arada bir derede kaldığımız için de sonunda bizi her dâim oraya buraya savurup bertaraf etmekten başka hiçbir şeyle sonuçlanmaz. O yüzden ne yapıp edip güçlü bir düşünce geleneği sarayı icat etmemiz gerekiyor.

Garpzede-şarkzede faslı artık Pazartesi'ne kaldı...


19 Şubat 2003
Çarşamba
 
YUSUF KAPLAN


Künye
Temsilcilikler
ReklamTarifesi
AboneFormu
MesajFormu

Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv
Bilişim
| Dizi | Röportaj | Karikatür
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
© ALL RIGHTS RESERVED