AYDINLIK TÜRKİYE'NİN HABERCİSİ

Y A Z A R L A R
Demokrasi, AB ve biz…

AB meselesinin Türkiye'de devlet içi gerilimlere şemsiye görevi yapması boşuna değil. AB konusunda tartışılacak, elden geçirilecek onlarca mesele var elbet; ama şu da bir gerçek:

AB'ye üye olmak bir yana üyelik süreci bile Türkiye için hayati bir işlev görüyor. Bu süreçten kopacak Türkiye'nin karanlığa doğru yol alması kaçınılmaz duruyor.

Kim ne derse desin, gerek ülke içi dengeler gerek Irak savaşı sonrası yeni bir ivme kazanan, en az iki kutuplu bir dünyaya işaret eden uluslararası ilişkiler açısından AB üyelik süreci ülkenin önümüzdeki 50 yılını belirleyecek ana yörüngelerden, AB üyeliği ana tercihlerden birisidir.

Türkiye tarihi rotasını tekrar ayarlayabilmek, çağdaş normlara kapı açabilmek için, çağın içinde kalabilmek ve AB sürecini kopmalara uğratmadan muhafaza edebilmek için Kıbrıs meselesinde çözüme doğru yol almak ve özellikle Kopenhag kriterlerini uygulamak zorundadır...

Bir kez daha hatırlayalım Kopenhag kriterlerini...

Avrupa Komisyonu 22 Haziran 1993 tarihli Kopenhag toplantısında Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinin AT'na üye olabilmeleri için üç koşulu yerine getirmelerini kararlaştırmıştı.

İlk koşul, hukuk devleti uygulaması, insan hakları ve azınlıklara saygı üzerine kurulu bir siyasi yapıydı…

İkinci koşul, rekabetçi pazar ekonomisinin kabulüydü…

Üçüncü koşul ise bunları ve üye olma halinde doğacak diğer yükümlülükleri göğüsleme garantisiydi.

Bu ilkeler Doğu ve Orta Avrupa ülkeleriyle sınırlı kalmadı. Daha sonra aralarında Türkiye'nin de bulunduğu üye olmak isteyen tüm ülkeleri kapsadı.

Şimdi tekrar bugüne dönelim...

Türkiye'nin ikinci ve üçüncü koşul konusunda henüz büyük bir sıkıntısı yok.

Sorun birinci koşulda...

Hukuk devleti, insan hakları ve azınlıklar meselesinde...

Bu konuda gerek yasal mevzuatın sıkılaştırılması, gerek fiili durumlar ya da uygulamalar açısından ülkenin son dört yılda sürekli zemin kaybettiğine, kaybetmeye devam ettiğine kuşku yok.

Bu zemin kaybının ana nedeni iç dinamiklere dayanan değişim projelerinin hayata geçmemesi, başta toplumsal merkez olmak üzere çeşitli kesimlerin bu değişimi harekete geçirecek açık politik tavırlar almaktan kaçınmaları, değişimin sadece dış dinamiklere kilitlenmesidir.

Başka bir deyişle iç dinamiklerden hareketle ve iç dinamiklerde yaşanması gereken silkinmenin gerek hakim siyasi yapı gerek mevcut zihniyet tarafından önünün kesilmesidir…

Oysa hiçbir toplum kendi farklılıklarını kabul etmeden, kendi yapısına ilişkin sivil ve demokratik talepler geliştirmeden değişemez…

Nitekim bu ülkenin bir dizi meselesi arasında iki tanesi bu açıdan hızla öne çıkıyor:

1. İslami kimlik ve Kürt kimliği...

2. Bu iki toplumsal soruna birer asayiş meselesi olarak bakan, asayiş tedbirleriyle sorun çözemediği oranda otoriterleşen, hukuk devletinden ve insan haklarına saygıdan uzaklaşan asker vesayeti altındaki kamu otoritesi.

İslami kimlik konusunda kaybedilen zemini telafi etmek ve mevcut sorunları aşmak daha kolay.

Çetrefil ve anahtar konumda olan mesele Susurluk skandalının perde arkasını oluşturan ve Avrupa'yla ilişkiler açısından kendisini ivedilikle dayatan Kürt sorunu.

Devletin, daha doğrusu Silahlı Kuvvetlerin, Kürt sorununu sadece terör sorunu olarak tanımladığı açık. Asker, her zaman olduğu gibi ve "asker mantığı"na uygun olarak terör sorununu geniş ele alıyor. Her türlü önlemi, askeri çabanın lojistik desteği olarak tanımlıyor, insan ve siyaset unsurunu dışlayan bir rotaya oturtuyor.

Sorun da burada başlıyor.

Zira asker yukarıda belirttiğimiz özelliklerden ötürü ve doğal olarak, siyasi alana girdiği andan itibaren, o alanın siyasi boyutunu imha ediyor, bu alanı siyasetüstü bir devlet alanı, kendi önerilerini siyasetdışı "milli menfaatler" manzumesi haline çeviriyor.

Peki sonuç?

Yine Güneydoğu örneğiyle yanıtlayalım bu soruyu...

Bunun sonucunda askeri otorite, kendi mantığı dışında kalan her türlü öneri, özgürlük ve girişimi PKK'nın siyasileşme çabasına siyasi destek olarak görüyor. Bu bakış, siyasi, ekonomik, sosyal öneri, fikir ve girişimleri yasaklıyor, cezalandırıyor, imkansız kılıyor. Toplumsal talepler ve siyasi kararlar arasındaki etkileşim devre dışı bırakıldığı oranda, bölgenin Türkiye'ye entegrasyonu zımni olarak engelleniyor. Türkiye ile bölge arasındaki uçurum artıyor; güce endeksli zihniyet sorunu azıyor.

Dememiz odur ki, görünen köy kılavuz istemez.

Ülkenin siyasi çıkarları ile çağdaş demokrasinin gerekleri, Kopenhag Kriterleri birbiriyle açıkça örtüşmektedir...

O zaman şu açık: Topluma, toplumsal sorunlara, örneğin Kürt meselesine değmeden, AKP'yi ve ardındaki toplumsal talepleri farklı okuyup, sindirmeyi öğrenemeden demokratlık olmuyor.

Demokratlık kol sarmayınca da Türkiye, başta AB meselesi olmak üzere, her noktada yerinde saymaya devam ediyor…


3 Mayıs 2003
Cumartesi
 
ALİ BAYRAMOĞLU
ALİ BAYRAMOĞLU


Künye
Temsilcilikler
AboneFormu
MesajFormu

Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv
Bilişim
| Dizi | Röportaj | Karikatür
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
© ALL RIGHTS RESERVED